30 Ağustos 2010 Pazartesi

İnat

Elime aldığım kitabın haftalarca süründüğü, birkaç sayfa okuduğumda bile, kendimi derin bir yorgunluğun içine düşmüş bulduğum günler biriktiriyorum. O günlerden her birinde, dini bir töreni yerine getirirmişçesine, derin bir sükunetle yıkıyorum saçlarımı; belki artık inat etmekten vazgeçer de, uzar diye. Deli gibi severken bu şehri, kapıları kapatıp oturmak istiyorum, bulunduğum dört duvar artık her neresiyse. Biliyorum yollar tükenmedi... gitme isteğimde. Ama işte... içimde bir şey var, inatlaşıyor benimle...

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Sevinç

-Tülay abla...

Onu tanıdığımda henüz 4.sınıfa gidiyordu. Yokluğun ve kalabalığın ortasında küçük bir kız çocuğuydu. 7 kardeş ve anne-babanın birlikte yaşadığı küçük bir evin ortasında, evin en büyük çocuğu, üstüne üstlük de bir kız çocuğu olması gözlerimi yaşartmıştı. En küçük kardeşi yeni doğmuştu o yıl. Şimdi altı yaşında. Bizim kızsa, görsem tanıyamayacağım kadar büyüdü geçen onca zamanda. Oysa ben, zaten hiç görmedim onu. Sadece fotoğraflar ve birkaç kere de internet sayesinde gördüm gülen yüzünü. İşten çok bunaldığım bir sırada telefonum çaldı dün. O sesi duydum. Heyecanlı, geçen onca zamana rağmen hâlâ çekingen ama mutlu sesini. Gönderdiğim mektup, yanına iliştirdiğim iki kitapla birlikte eline ulaşmıştı. Öyle şeyler söyledi ki, elimi kolumu nereye koyacağımı bilemedim bir an. Mutlu olmak, mutlu etmek bu kadar kolayken, bunca can sıkıcı lafın sözün, nasıl hâlâ etrafta dolanabildiğini anlayamadım.

Kimbilir

Bir zamanlar gözyaşlarımı kurutamadığım şarkılarda ağlamıyorum artık. Garip bir kayıtsızlıkla, "bak bu o şarkı" diyorum gönlüme. "Gözyaşlarının lekelerini tanıdın mı?" Bir gün yeniden seversin, o şarkılardan uzakta bir yerde, bir sonbahar rüzgârı tüylerini ürpertirken. Kollarını birbirine kavuşturmaktan kurtulursun. Hem belki karmakarışık çizgilerin doldurduğu kağıtları da bırakırsın bir tarafa. Harf harf, sözcük sözcük kurulursun yeniden beyaz kağıtlara, bir buluta uzanırcasına...

21 Ağustos 2010 Cumartesi

...

Tuhaf ayrılık vakitlerinde, komplo teorileriyle ya da zafiyet ihtiyaçlarıyla oyalanabileceğiniz kapalı bir mekân ararsınız kendinize; çoğu kere bu, yaşadığınız, hüküm sürdüğünüz eviniz olur. Nöbetleşe acı çekmez ki ayrılanlar; küçümsediğiniz basit bir aşk şarkısının bile size dokunmasının altında kibir yok mudur sanki,... ukalalık yok mudur, küçümseme yok mudur; şarkı şarkıdır da, siz hâlâ siz misinizdir?!
Sürekli bombalanan bir şehrin en işlek caddelerinden birinde, dünyayla yüz yüze gelmenin, hayatla aynı masaya oturmanın ağırlığı terazinin bir kefesindeyken, dengeyi sağlamak için öbür kefeye neyi koyabilirsiniz ki? Sahip olduğunuzu iddia ettiğiniz inceliklerinizi mi, şu kalp ağrısını mı, cep telefonunuzda sakladığınız mesajları mı?! Bunların kişisellikleri utandıracaktır sizi. Önünden geçtiğiniz sinemanın afişlerine bakarsınız; bakarsınız ki, bu curcunada, gitmeyi plânladığınız film bile vizyondan kalkmıştır. Filmler de gitmiştir, hayaller de. Yapay kahramanlar da. Yalnızca gerçek tüketilmiyor ki, masum yanılgılar da harcanabiliyor telâşlanıldığında.
İyi’nin basitliği, doğru’nun yapmacıksızlığı, dürüstlük’ün alelâdeliği, bu ’direkt hedefi vurma operasyonu’nun bir parçası aslında; çabalama eylemini gözardı edebilmekte gizli. Ustalaşmakta gizli. Nasır bağlamakta gizli. En sevdiğiniz kasetleri, cd’leri ve bir şişe şarabı yanınıza alıp üst sokakta oturan, tanımadığınız birinin kapısını çalmakta gizli. ’Ben geldim, sizinle birlikte ağlamak istiyorum.’ demekte gizli. Hüzünde ve neşede hep bir sürpriz havası vardır.
Kapısını çaldığınız kişi sevgiliniz olmayacaktır; çünkü artık siz, radyoaktif bir elementsinizdir. Yanacak, yakacak ve külünüzü ateşinize karıp söneceksinizdir.
Kişi, aklının aldığı şeylerden uzak durdukça hayatta kalır!
Küçük İskender

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Hayâl

Saat gecenin bir yarısı. Açık pencerelerden, beklenen esintinin asla doldurmadığı odalarımızda, uykuya hasret saatleri birbirine ekleyerek, tüketilen gecelerden biri daha. Sessizliği bozan tek şey, bir sonbahar müjdecisi gibi, başucumda çalışan pervanenin şımarık sesi. Odaya yayılan tatlı serinlik ve o uğultunun anımsattığı yağmur sesiyle, sanki, açık pencerelerden içeri bir sonbahar gecesi doluyor. Bir hayâle inandırıyor işte yine beni. E ben, çabuk inanırım hayâllere. Hele de içinde sevdiğim birinin/bir şeyin adı geçmişse...

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Yansıma

Duvara yansıyan ağacın yaprakları, bir gölge oyunu oynar gibi salınıp duruyor kendi kendine. Belli bir ritimde, bir sağa bir sola kıvrılışlarını izliyorum, beyaz duvarın üzerinde. Çok hafif esen bir rüzgârın, kendisinden büyük yansımasını, bir masal dinler gibi, bir film izler gibi kabulleniyorum sessizce. Sabah güneşinin uğramadığı bir cam kenarından insanlara bakıyorum. Ve merak ediyorum, gölgesi duvara vuran yapraklar gibi, kim bilir onlar hangi rüzgârın yansımasını taşıyorlar üzerlerinde.

10 Ağustos 2010 Salı

Hasta

Burnumun direği sızlıyor. Boncuk boncuk terlerken en ufak esintide deli bir fırtınaya tutulmuş gibi titremekten yorgunum. İşin kötüsü, bu durum ruhuma da sirayet etmiş durumda. Hem ruhu, hem bedeni aynı anda hastalanırsa ne yapmalı insan? Ne yapmalı da kurtulmalı, hem sıcak, hem de o deli fırtınadan?

6 Ağustos 2010 Cuma

Belki de

Bütün kağıtlar kirlenmiş, bütün kalemler keskinliğini yitirmişti belki. Yazmasak da olurdu...

"Ne diyebilirim ki? Kağıt, kalemle oynanan çocukluk oyunlarımızdan biri, "Adam asmaca" olduktan sonra."

Küçük İskender

2 Ağustos 2010 Pazartesi

Teşekkür

Böyle bunaltıcı havalarım vardır benim. Bir arkadaşımın hediyesi fincanla her çay içişimde, "senin aldığın fincanla çay içiyorum" dediğim zamanlar oldu mesela. Ya da bir hediyeye bakıp saatlerce ağladığım. Şimdi, benim için hazırlanmış sayfalarca şiir var elimde. "Ben hayatta en çok babamı sevdim"le* başlayan buğu, "Suskunum Sana"** ile damla oldu gözlerimde. Hayır hayır ağlamak yok, bu yazı teşekkür mahiyetinde.
Teşekkür ederim Sazan'ım...


* Can Yücel
** Adnan Yücel