29 Mart 2013 Cuma

Türkü

Cebimdeki anahtarın hiçbir kapıyı açmayacağını bildiğim bir şehirde, ellerim cebimde yürüyorum. Yağmur yağmıyor, güneş yok. Rüzgâr bile korka korka esiyor neredeyse. Şöyle bir etrafıma bakıyorum. Sokaklar değil ama caddeler birbirine benziyor. Sanıyorum ki dönsem şu köşeyi, az ilerideki merdivenleri çıkınca kapında bulacağım kendimi. Oysa hiçbir şey bu kadar kolay olmuyor.
Yanımdan gelip geçen insanların yüzünde, sanki her şeyi biliyorlarmış gibi bıyık altı bir gülümseme. Hepsini teker teker durdurup "bildiğiniz gibi değil" demek geçiyor içimden... diyemiyorum. Bir göz kırpması kadar kısa bir an, beliriveriyorsun caddelerin birinde, ellerinde koltuk değnekleriyle. Bense duruyorum olduğum yerde öylece. Böyle olsun istemiyorum. Öyle olmasını istemediğim onlarca şey gibi istemiyorum. Ama oluyor.
Yürüdüğümüz cadde üzerinde bir mağazada, senin sesinden türküler çalmaya başlıyorlar birden. Ne güzel türkü söylerdin sen dede, ne güzel... Ben çocuktum o zamanlar. Ben çocuktum ve sen ömrüm boyunca hep böyle türkü söyleyeceksin sanırdım. Benim takvimimde sadece büyümek vardı çünkü. Sen bahsedene kadar bilmiyordum yaşlanmanın bir doğa kanunu olduğunu. Ama yine de bir umut vardı içimde; "sen hiç yaşlanmayacaktın". Küçükken gördüğüm o teyzenin kırışmış yüzüne bakarken sorduğum gibi soracaktım başkalarının yüzüne bakıp, "ne olmuş o kadına dede?"
Yıllar sonra şimdi, biliyorum ki, ben bir daha hiç çocuk olamayacağım. Yazlar da hiç o kadar güzel ve uzun olmayacak bir daha. Çünkü geride kalan bütün güzel şeyleri anlayıp, kabul edebilir insan bir gün. Ama sesin... Ne yani dede, sen artık hiç türkü söylemeyecek misin?

17 Mart 2013 Pazar

Kâğıt

Az sonra göğe savuracağım bir kuşmuş gibi tutuyorum saçlarımı, avucumda. Oysa onlar, yaramaz çocuklar gibi gidip sol omzuma konuyorlar. Rüzgâr estikçe dağıla dağıla yüzüme savrularak, beni de oyunlarına katmaya çalışıyorlar üstelik. Bense inatla bir kenara topluyorum onları. Gerçi kendilerini kuş sanıyorlarsa, yüzümü şu bulutlu gökyüzüne benzetiyor olmaları da çok normal. Hani baksan bir kere bana, anlarsın. Yüzümde de gökyüzünde olduğu gibi yağmur başladı başlayacak. Diyorum ki içimden, kim bilir, belki kaldırımlar bile yanaklarımdan sonra ıslanacak.
Sonra oturuyorum bir sandalyeye. Ellerimse masanın bulutsu grisi üzerinde bir çift kanat. Ve cemre suya bile düşmüş çoktan. Oysa benim yüzüm hâlâ kışta. Belki de diyorum, bazı insanların yüzünün sadece bir mevsimi var. Meselâ, bir masanın boşalmasını beklerken, yanımdaki sandalyeye oturma izni isteyen şu adamın yüzünde bir yaz ikindisi var. Bilirsin, yaz ikindileri insanı sebepsiz mutlu eder çoğunlukla. Adamın yüzü de işte öyle. Herkesin sanki söz birliği etmişçesine masasından kalkmadığı o günde, denize bakarak oturuyor karşımda. Arada bir, "sizi de rahatsız ettim böyle..." diyerek hafifçe kımıldanıyor yerinde, kibarca gülümseyerek. "Yok," diyorum, "oturabilirsiniz, önemli değil." Gülümseyerek yine açık kitabıma, yarıladığım çayıma ve bir yaz günü çimlere uzanmış insanlar kadar rahat, masaya boylu boyunca uzanmış defterime dönüyorum.
Ve şöyle yazıyorum açık sayfaya. "Şimdi, uzun bir pazar gününün tam ortasındayım ben. Sen nerdesin bilmiyorum. Çocukluğumun yarışma programlarından kalma, "televizyonunuzun sesini biraz kısar mısınız?" yollu, ufak bir gerginlik yaşıyorum kendi başıma. Çünkü bildiğim kadarıyla, seni merak etmeyi bırakalı çok oldu." Sıkı sıkıya kapatıyorum defteri sonra da. Sanki açık kalırsa uçup gidecek kelimeler. "Kelimeler uçar mı hiç?" diye sorma. Bilmez misin, onlar iki yaramaz çocuktan daha beter olurlar kâğıtlarla buluşunca.