1 Ocak 2015 Perşembe

Işık

Gözlerinde ışıklar yanıyordu. Geçtiğim bir sokakta, perdeleri çekilmiş evlerin ışıklı pencerelerine bakar gibi bakıyorum ben de ona. Öyle uzak, öyle yabancı. Birinin gözlerinin sadece ışıklı olması yetmez. Belki buğulu olması bile yetmiyordur, bilmiyorum. Çünkü ben hiç öyle görmedim onu. Görsem bir şey değişir miydi, o bile muamma. Çünkü ya gözlere, ya söylenenlere inanmak gerekir. Ki söylenenlere inanmak hayat gerçekliğidir. Gözlere şarkılarda inanılır sadece. Söylediği onca şeyi es geçip "gözlerin öyle demiyor"a ancak şarkılarla gelinir. Ah zaten onlar da olmasa.
Sonra yere indirdim gözlerimi. Halıda bir nokta. O bir şeyler söylerken "şurada leke var" diye geçiyor içimden. İnsan bazen sözcüklerden kaçmak istiyor çünkü. Anlatsan da değişmez, değişmeyecek, değişmedi bugüne kadar. Ama halıda leke var, silsem çıkar. Geçen gün aldığım o leke çıkarıcı, bluzumdaki lekeyi çıkarmıştı. Hani geçen akşam bara doğru giderken bana çarpan o çocuğun üzerime döktüğü şarabın lekesini. Bunu da çıkarır elbet.
Gözlerimi kaldırıyorum yerden. Televizyonda saçma bir dizinin tekrarı var. Kadın ağlıyor. O saçma dizide ağlayan kadını görünce bastırıyorum içimdeki ağlama isteğini. Belki sonra, yanımda kimseler yokken, kapalı kapılar ardında. Belki yine o çiçekli kılıfa sarınmış yastığa koymuşken başımı. Yani bir an, bir yerde; ama şimdi değil, şu an değil, daha sonra.
Işıklı, kalabalık caddeye çıkıp yürüyorum, tüm bunları düşündükten sonra. Kalabalık bazen iyidir. Yürümek hepsinden çok. Bir ara sokakta küçük bir çocuk çıkıyor karşıma. Sokak boş, çocuğun elinde bir poşet, oturmuş kedilerin dolaştığı kaldırıma. "Niye burada oturuyorsun?" diyorum, cevap vermeden kedileri seviyor. Yanına oturunca az ilerideki bir evi işaret ederek "şurada oturuyorum" diyor. Pencerede ışık yok. Işıksız pencereye bakıyorum bir süre. "Evde kimse yok" diye düşünüyorum. Çocuğa bir şey diyemiyorum. Işıklı pencereler de yalnızlık demek oysa. Bunu sadece bu akşamdan değil, çok eskilerden, kendi çocukluğumdan da biliyorum.