16 Eylül 2013 Pazartesi

Fotoğraf

"Şurada durun bakayım. Düzgün durun!" Kardeşimle ikimizin yüzünde de aynı şapşal gülümseme, poz vermişiz. Bir bayram arifesiydi sanırım. Evet evet, kesinlikle öyleydi. Üzerimizdeki yeni kıyafetlerimizden de belli bu. Çekilen fotoğraf bir mektupla birlikte postalandı sonra. Köyde, fındık bahçesine bakan odalardan birinin duvarında asılı o tabelaya gidip eklendi. Ben her yaz köye gittiğimde gördüm o fotoğrafı duvarda. Hatta yıllar sonra bir gün "bizde bile yok bu fotoğraf" dedim. Onlar için çektirilmişti çünkü, yeri sadece onların gözleriydi.
Şimdi düşününce, benim fotoğraflarım bir tek oradayken kıymetliydi sanki. Anneannem nasırlı elleriyle onları düzenlerken, sonra karşısına geçip uzun uzun hepsine bakarken, hep önemli hissettim kendimi ben. Belki bir daha hiç hissetmediğim, hissetmeyeceğim kadar önemli hem de. Sonrası işte, bildiğin hikâye. 
Ben bir daha hiç o fotoğraflardaki gibi olamadım. Bazen daha fazla, bazen çok daha eksik, ama hiçbir zaman oradaki gibi değil. Çünkü kimse varlığını bile unuttuğu bir fotoğraftaki kadar mutlu olamaz. Önce bunu öğrendim, sonra anneannem gitti. Şimdi oradaki fotoğraflarım da en az benim kadar yalnız ve kederli.

4 Eylül 2013 Çarşamba

Neyse

Tam kıvamında bir bahar akşamıydı. Rüzgâr saçlarımı hafifçe savurup uzaklaşıyordu yanımızdan. Ve az ötemizde güneş, o kuzguni vedasını etmeye hazırlanıyordu yine. Deniz kenarında oturmuş sessizliği imtihan ediyorduk. Gözlerimiz salınıp duran birer sandalmış gibi hiç ayrılmıyordu denizin üzerinden. Hani öyle ki, gökyüzüne baksak birer kuş olacaklardı nerdeyse. İnsan gözlerini bir kuşa benzetir mi hiç? Niye benzetmesin, değil mi? Gerektiğinde bir kuş kadar özgür olabilir insanın gözleri. Eller öyle değil meselâ. Uzanıp tutamayabilir hep yakınında olmak istediği elleri. Ya da kalp, ne bileyim, karaciğer filan... hiç özgür değiller ki.
Tam o sıra, uzattığı mendillerle gelip karşımda duruyor iki kız çocuğu. "Bu çocukların elleri," diyorum içimden, "özgürler mi meselâ?" Onlar başka birine yönelmişlerken, terliklerini sürüyerek giden ayaklarına bakıyorum arkalarından. "Yok," diyorum kendi kendime söylenir gibi." Sonra dönüp, ne düşündüğümü anlamaya çalışarak dikkatle bana bakan gözlerini buluyorum. Hiçbir şey söylemiyorum ama, sadece bakıyorum bir süre. Sonra gülümseyip tekrar dönüyorum yüzümü denize.
Orada öylece uzun süre oturuyoruz, konuşmadan. Ben yine çok berbat bir gün geçirmişim, muhtemelen onunkinin de benden bir farkı yok. Ama yüzünde o her zamanki anlayışlı gülümseme. Sonra her şeyi unutabilirmişiz gibi kalkıp yürüyoruz uzun uzun. Bazen sadece yürümek iyi geliyor çünkü, sadece yürümek... Bunu ona söylemiyorum. Artık bazı şeyleri kimseye söylemiyorum. Konuşmazsam sanki... Neyse, bazen kelimelerimin bile özgür olamadığından bahsetmek istemiyorum şimdi.