18 Aralık 2012 Salı

Telefon

İnceden bir yağmur yağmaya başlamıştı ben sokağa çıktığımda. Saat, en kötü ihtimalle, bir akşam yemeği sonrasına denk düşüyordu, ışığı yanan evlerin misafir odalarında. Ya da düşmüyordu, bilmiyordum. Ama soğuktu hava. Sokak lambalarının aydınlattığı, kedilerin amansız bir umursamazlıkla dolaştığı kaldırımların hepsini geçiyordum, taşların renklerini hiç birbirine karıştırmayarak. Önce griler, sonra pembe, önce griler...
Her şeyin bir anlamı mı olmalı illâ? Yoktu. Belki de hiçbir şeyin anlamı yoktu o akşam. Benimle öyle önemsemez konuşmanın mesela. Sorduğum soruya, pencereye yansıyan gölgen dışında bir karşılık bulamayışımın. Ya da ne bileyim, o gün içtiğim çaylardan hiç tad alamayışımla, durduk yere elimin sigaraya uzanışının. Yok yok, öyle olmalı mutlaka. Önce griler, sonra pembe. Önce griler...
İşte ben böyle önemli bir mevzu üzerinde ağır adımlarla ilerlerken çaldı telefonum. "Açmayayım" dedim kendi kendime, "çalar çalar susar" En son böyle yağmurlu bir günde çalan telefonda pek de güzel bir haber vermemişti arayan. Yağmurlu günler, kaldırımlar, çalan telefonlar... "Şairin elbet böyle bir anla ilgili de söylediği  iki çift sözü vardır" dedim kendi kendime. Yani yalnız değilimdir. Ama emin olamadım. Bir şair ne bilsin ıslanmış kaldırımların renklerinin anlamsızlığını. Bir renge elli çeşit elbise giydiren adamlar... Çalan telefonla kesilen cümlemi atıverdim mazgaldan aşağıya. Öyle bir cümle bana bir daha lazım olmazdı nasılsa. Telefon çaldı yine... sonuna kadar.
Sokağın ana caddeye açılan köşe başında durdum bir müddet. Kalabalıkta annesini kaybetmiş bir çocuk kadar şaşkın, etrafıma bakınarak. O çocuğun annesini kaybettiğinden emin olmayı beklemesi gibi, etrafta kimsenin olmadığından emin olup da, ağlamaya başlayana kadar...

29 Kasım 2012 Perşembe

Gökyüzü

Bir suçlu gibi geçiyorum o akşam sokaklardan. Başımı kaldırıp gökyüzüne hiç bakmıyorum bile. Belki de yerinde değil gökyüzü, ne biliyorum? Belki insanların ondan habersizmiş gibi geçip gitmelerinden sıkılmış canı, çekmiş gitmiş başucumuzdan... olamaz mı? Pencereler mesela, belki de şimdi o yüzden böyle sıkı sıkıya kapalı. Sardunyalar renk renk dizilmişken önü sıra, sessiz sedasız kollarını kavuşturmuş oturuyor dört duvar arasında.
Oysa çocuklar dönüyor okuldan. Ve bir kadın, elinde alışveriş poşetleriyle. Abisinin okula gidişini kıskanan bir küçük kız var mesela, heyecanla bekliyor akşam olmasını, boya kalemlerini dağıtarak dört bir köşeye. Sonra perdeler çekiliyor evlerde, ışıklar yanıyor tek tek. Mutfak camlarından, tencere kenarına iki kere vurulan kaşık sesi yayılıyor, sokağın azarlanmış çocuk sessizliğine. Ne garip, gökyüzü hâlâ yok bütün bu olan bitenin içinde.
"Şimdi eve gideceğim" diyorum içimden, "ışığı yakacağım." Bütün gün ne olmuşsa bir bir hatırlayacağım. Kızacağım bazen kendime, bazen utanacağım. Bazense aptal bir gülümsemeyle öyle kalakalacağım. Sonra seni düşüneceğim yine, hiç de gereği yokken. Yüreğim yine bir kuş olup çırpınacak. Koskoca bir gün, başını hiç göğe kaldırmamış birinin göğsünde bir kuş... elbet öyle kanat çırpacak.

13 Kasım 2012 Salı

Kitap

Neşeli bir şarkı gibi salınarak yürüyor küçük kız, sokak boyunca. Saçları da sanki, mevsim rüzgârlarından değil de, o sessiz şarkıya eşlik etmek için salınıp duruyorlar öyle, iki yanında. Unuttuğum bir tekerlemeyi hatırlıyorum ona bakarken. "Belki de insan, bir gün yeniden çocuk olabilir" diye düşünüyorum, içimden o tekerlemeyi tekrar edip dururken. Oysa o farketmiyor bile beni. Gidip, köşe başına bağdaş kurmuş kadının, göğe açılmış avucunun az ötesine oturuyor. Yanlarından geçip gidenler, öğretmeni gibi ona avucunu açtırırlar diye sanki, saklıyor kucağında ellerini. Zaten o küçücük elleri saklamak, ne kadar zor olabilir ki?
Ellerinin ufacıklığına inat, kocaman olan gözleri, az ilerideki parkta oynayan çocuklara takılıyor ara sıra. Ne garip, o renk renk kıyafetler içinde salınan çocuklardan, kitaplarda da görmüştü bir ara. Demek, insanın kitaplarda gördüğü şeyler de gerçek olabiliyor. Peki o zaman, niye babası izin vermiyor okumasına? Bilmiyor. dört kere dokuzu bilemediğinde nasıl utandıysa öyle utanıyor bundan.
Hecelenen kelimeler gibi ağır aksak yürüyen insanlar geçiyor sokaktan. Hiçbiri aldırmıyor onlara. Annesinin eliyse yine, dudağında mırıl mırıl bir hayıflanmayla hep öyle havada. "O kitaplar annemden bahsetmiyor mu acaba?" diye düşünüyor birden. Ama nasıl olur? Yarın mahalledeki o abiye soracak. Hani ona şeker, çikolata verirken açık perdeden gördüğü o kitaplık var ya... Hani geçen gün "hepsini okudun mu?" diye sorduğu. Gidip diyecek ki ona, bunca kitabın arasında annemin avuçlarından bahseden yoksa, ne anlatıyor olabilir ki onca sayfa?

1 Kasım 2012 Perşembe

Kim bilir

Şimdi düşününce anlıyorum ki, o akşama dair anlatamayacağım tek şey gözleriydi. Ellerinden bahsedebilirdim mesela. Bir manzarayı resmedercesine küçük hareketlerle, anlattıklarına katkıda bulunan, ince, uzun ellerinden. Ya da umulmadık anlarda karşılaşılan dost sıcaklığıyla, içime mutluluk dolduran kelimelerinden. Şimdi sana garip gelecek belki ama, sanki bir kuşmuşum da, uzattığında gidip konuverecekmişim gibi, hep yakınımda duran kollarından hatta, o incecik dallara benzeyen. Ama gözleri...
Onları bir yerde unutmuş gibi oturuyordu çünkü yanımda. Yerine ne koymaya çalışırsa çalışsın olmuyordu, biliyordum. Benimse aklıma gelen bütün kelimeler, başkasına ait bir mektubu okuyormuşçasına heyecanlı ve utangaç yapıyordu beni. Bu yüzden bakamıyordum gözlerine. Bir dalgınlıkla dinliyormuş gibi yapıyordum söylediklerini. Sonra mevsim kışa dönüyordu sokaklarda. Ellerimi yanaklarımdan ayırmadığım yetmezmiş gibi, bir de çok uzun bir sessizliğe düşüyordum. Mutlaka sonbahar güneşi gibi bir bulut perdesinin ardından bakıyordu o akşam gözlerim. Mesela yağmur yağıyordu, ama ben farketmiyordum.

18 Eylül 2012 Salı

Ayakkabı

Tadına doyulamayan kısacık şarkılar gibi yağmıştı yağmur, o uzun ve serin cumartesi günü. Belki de bu yüzden, o şarkılara nasıl devam ediyorsam işte öyle çıkıp yürümüştüm sokaklarda, gözyaşlarım da yağmur gibi ıslatıyorken yüzümü. Bulup buluşturup ellerimi çıkarmıştım sonra ortalığa, belki onlar gizleyebilirler diye yüzümü sarıp sarmalayan o hüznü. Olmuş muydu?
Kalabalık caddelerin, sessiz sakin sokaklara açıldığı yollardan geçip, ıslak kaldırımlarına bir çocuk eli gibi yumuşacık dokunan güneşin aydınlattığı bir tanesine, sanki çağrılıymışçasına girivermiştim öyle. Karşılıklı pencerelerde gerili iplere, muhtemelen yağmurda apar topar toplanılan çamaşırlar asılıyordu, ben sokağa girdiğimde. Sarı, kırmızı, mavi, yeşil... sanki bir kutlama alanını süslercesine. Biliyor musun, insan onca rengi bir arada görünce garip bir sevincin içine düşüyor birden. Az ilerideki köşe başında duran minik kız da benimle aynı fikirde miydi bilmem. Ama sevinçle hüznü biraraya getirmiş çok tanıdık bir ifade vardı yine de yüzünde.
Gelişigüzel toplanmış saçlarıyla, çıplak ayaklarına aldırmadan bir gofret tutuyordu elinde. Bu şehirdeki en büyük suç, neden bir çocuğun çıplak ayakları değildir ki? Ne ayaklarına ne de yüzüne bakamıyordum bu soru aklıma geldiğinde. Etraftaki binalar sanki ondan daha ilgi çekiciymiş gibi yaparak geçiyordum yanından. Tam sokaktan çıkarken, bir apartmanın önüne konulmuş küçük pabuçları görüyordum merdivende. "Kim bilir nerede" diyordum içimden, yine hangi çocuk çıplak ayaklarını değdiriyor kaldırım taşlarına, bir tür ölümü haber vermek istercesine.

12 Eylül 2012 Çarşamba

Kuş Koysunlar Yoluna*

Gidenler en çok seslerini bırakırlar size. Fotoğrafları olsa yine iyi, atarsınız bir çekmeceye; ama sesleri... Yaşadığınız onlarca anıyla birlikte, sevdiğiniz bir filmin en güzel sahneleri gibi dolanır dururlar zihninizde. Oysa bilirsiniz, yönetmen kızı orada boşuna ağlatmıştır. Değer mi yani hiç, o adam için üzülmeye?
Böyle diyordum işte içimden, yemyeşil dalların arasından görünen gökyüzü gibi uzak ve alabildiğine mavi bakıyorken gözlerime. Hani öyle ki, neredeyse birazdan bir kuş havalanacaktı saçlarından. Kim bilir, belki ellerine konacaktı. Ve gidip bir şiirin içine karışacaktı ardından. Muhtemelen aynı anda hatırlayıp o cümleyi, birbirimize bakacaktık çook uzaklardan. Sonra beraber söyleyecektik belki; "niye izin vermiyorum yoluma kuş konmasına." Böyle şeyler hep filmlerde olmaz ya, uzun uzun susacaktık hiç yorulmadan.
Sonra birimiz boş bardağı havaya kaldırıp birer tane daha isterken, diğerimiz bir sigara yakacaktı. Dilimize dolanan efkârlı şarkılar da konacaktı elbet masaya, sigara dumanın tavana doğru uzayıp gitmesiyle eşzamanlı. Masanın bir yerlerinde, sanki bir filme rast gelmişçesine dalıp gitmişken gözlerimiz, duman gibi yayılacaktı odaya, şarkılar da. Ve sonra bütün kuşlar bir bir yüreğimizden havalanacaktı...


*Başlık ve tırnak içindeki cümle; Nilgün Marmara

4 Eylül 2012 Salı

Resim

Rüzgârın saçlarımı uçuşturup durduğu ve belki de herkesin çoktan öyle olduğunu unuttuğu bir yaz akşamıydı. Gökyüzüyle deniz, bir örnek giydirilmiş kardeşler gibi salınıyorlardı karşımda. Gidip, yeşil boyalı, üzerinde Selma ile Umut'un aşkları kazılı bir banka oturmuştum. Ellerim, benden kaçmak isterlermiş gibi açılmışlardı iki yana.
Tam o sıra, sol tarafımdaki banka yaklaşıp, yüzüne gelen saçlarını acemi hareketlerle bertaraf eden bir küçük kız, elinde tükenmek bilmeyen kederini temsilen bir kalemle soruyor adama: "Alır mısın amca?" Bir çocuk niye kalem satar böyle bir akşam üstü? Daha da önemlisi, bir çocuk niye yalınayak bir şeyler satar sokaklarda, daha oyunlardan yana bile hiç gülmemişken yüzü? Bilmiyordum.
Adam elindeki kitabı kapatıp çocuğa bakıyordu uzun uzun. Belki bir şeyler soruyordu sonra. Ya da birçok şey gibi, öyle olmasını istediğim için ben yakıştırıyordum bunu o adama. Sonra neden bilmem, ikisi de gülüyordu. Bence birileri bir yerlerde, bazı cümlelerden sonra gülümsüyordu mutlaka. Öyle olmuyorsa bile olmalıydı. Mesela o çocuk, resimler çizmeliydi elindeki kalemlerle, kağıtlara. Ve hayat, o çocukların çizdiği resimlerden ibaret bir şey olabilmeliydi yalnızca...

9 Ağustos 2012 Perşembe

Zil

Takip ettiği biri varmışçasına hızla geçiyor kalabalık caddelerden. Sokak lambaları günün bitişini vurgulamamış henüz, ama akşam sefaları az sonra söndü sönecek. Önüne sıralanmış bir düzine kabın içindeki çiçeklerin başında, ağıt yakar gibi bekleyen o kadın da dahil olmak üzere, herkes bihaber bütün bu olan bitenden. Saklama sen de... öyle.
Belki de artık birileri haberdar olsun diye, gidip bir buket çiçek istiyor, sattığı çiçeklerden oluşmuş gibi görünen çemberinin belirginleştirdiği, ıslanmış toprak rengi yüzüyle bakan kadının çiçeklerinden. Kadın, adamın gece karası gözlerinden ne istediğini seçemiyor. O yüzden belini tutarak kalkıyor yerinden, gidip tek tek gösterecek bütün buketleri. Oysa adam daha ilk bukette "tamam, o olsun" dedi bile. Sanki suçluymuş da, oradan hemen ayrılmak istiyormuş gibi bir acele içinde. Ama eline aldığı buketle birlikte de ağır adımlarla yürümeye başlıyor birden, çiçeklerin gerektirdiği bir şeymiş gibi bu ve yapmazsa solup gideceklermiş gibi bir anda elinde.
Yolun sonunda, topu caddeye kaçan çocuklar kadar telâşlı ve heyecanlı geliyor adam, adını çiçeklerden almış sokağın köşesine. Apartmanı bulduğunda, neden geldiğini unutmuş gibi duruyor bir süre kapısında. Boşta kalan elinin parmakları, ürkütmekten korktuğu yaralı bir kuşa dokunur gibi dokunurken kapı ziline, kadın zaten yukarıda, pencerede, onu beklemekte. Sorsanız hiçbir şeyi bilmiyor belki o an. Oysa o kadar emin ki, o zille birlikte onlarca kuşun dolduğuna, hem odanın, hem de göğsünün içine.

11 Temmuz 2012 Çarşamba

Gülümseyiş

Çırpınıp duran bir denizmiş de mavi gözleri, kıyıya vurduğunda taşıveriyormuş gibi kendinden, damla damla ıslatmış yanaklarını gözyaşları. Oturduğu bankın iki yanına sıralanmış kuşlar da belki bu yüzden çekilmişler göğün yüzünden ve unutmuşlar dalgalanan maviliğin üzerinde salınıp durmayı. Oysa güneş, yine vazgeçememiş denizden ve sarmalanmış yarı beline kadar, suyun insanı kendine âşık eden mavi yorganını. Geriye kalan her şeyse bu şehirde yine aynı.
Tüm bunlar olur ya da olmazken, bir Cemal Süreya şiirinden fırlamışçasına köşeyi dönüyor üç kişi. "Adamın elleri ceplerinde/ Kadın çocuğun elini tutmuş" Geçiyorlar kadının yanından, kadın aslında orada hiç yokmuş gibi. Gidip oturuyorlar az ilerideki başka bir banka. Çocuk koşturup kuşları kaçırıyor önce. Kadın adama bakmadan bir şeyler konuşuyor, elleri, çocuğunun elini tutmadığında ne yaptığını hatırlamıyormuş gibi düşmüşken dizlerinin üzerine. Sadece arada bir dönüp çocuğunun ne yaptığına bakıyor, belki de noktalama işaretleri niyetine. Bir kaç defa da soluk alamıyormuş gibi uzun uzun denize.
En son adamın yüzüne bakacak ve kalkıp yine çocuğun elinden tutarak, geldiği yolun çok uzağından geri dönecek kadın, biliyor. Bir filmde mi izledi, kitapta mı okudu, yoksa rüyasında mı gördü bilmiyor ama böyle olacağını biliyor, ta içinden bir yerden. O yüzden çocuğa bakıp gülümsüyor. Çocuklar gülümseyen insanları hiç unutmazlar. Çünkü o da tıpkı böyle bir gülümseyiş hatırlıyor.

4 Haziran 2012 Pazartesi

Hediye

Hep aynı yerde görüyorum onu. Göremediğimde merak ediyor, neden gelmemiş olabileceğini düşünüyorum; gözlerim, yerine gelen bir başkasının onunkine benzeyen ellerinde. Gördüğümdeyse hep aynı şey oluyor. Üzerine büyük geldiği için ikide bir yukarı çektiği pantolonundan çok, yüzüne sığmayan o gülümseme acıtıyor içimi. Bir insan böyle güzel gülebilir mi? Üstelik bu kadar arabanın ortasında. Ve gün, nefes alınmayacak kadar ağırlaşmışken akşamın kıyısında. Ama gülüyor işte.
Kirpikleri bir kuşun kanatları misali açılıp kapanıyor gök mavisi gözlerinin üzerinde. Yanaklarında gülümsemesinin derinleştirdiği iki küçük gamze. Ve elinde bir demet çiçek. Oysa bir kıza çiçek vermek için henüz çok küçük daha. Hele birine çeşitli imâlarla çiçek satmak için çok daha küçük. O da bunu biliyor olmalı ki, hep usulca başka tarafa çeviriyor yüzünü, ne zaman bakışlarımın üzerinde olduğunu farketse. Üstelemiyorum ben de hiç. Belki diyorum, bu utangaçlığı yüzünden bu kadar acemidir, elini araba camlarına uzatırken. Ya da belki bütün erkekler onunla aynı yaşta oluyordur, kim bilir, bir kadına çiçek hediye ederken.

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Boya

Az sonra bir müzik aleti çalacakmış gibi oturuyor o sandığın başına. Küçücük ellerine bulaşan boyadan, farketmeden gözlerine de bulaştırmış gibi simsiyah bakıyor bana. Üstelik boyayıp cilaladığı ayakkabılar gibi pırıl pırıl.
Yavaş yavaş yanına doğru yaklaşırken, herkese sorduğu o soruyu bekliyorum aslında: "Boyalım mı abla?" Sormuyor. Utangaç, mahçup gülümsüyor sadece. Oysa ben,"Nasılsın?" diye soruyorum, yüzümde onun yüzünden edinilmiş bir gülümseyişle. Sanki sorumu değil de, gülümseyişimi yanıtlarmış gibi, "Sağol abla," diyor. Bütün kelimelerimi kaybediyorum o anda. Söyleyecek tek bir sözüm bile yok. Bir şeyler aranır gibi ellerine bakıyorum birden. Baktığımı görünce ellerinin karasından utanmış gibi kollarını kavuşturuyor göğsünde. Elimi kolumu koyacak bir yer bulamıyorum, o böyle ellerini gizleyince. Bir fazlalıkmış gibi kalıyorlar dizlerimin üzerinde. Usulca kalkıyorum yanından.
Yaz arifesindeki o akşamı, kim bilir nerede eğlenerek geçirmek için sokağa çıkmış bir adam geçiyor, ben ayrılırken sandığının yanından. "Boyayalım mı abi?" diye soruyor. Bir anlık tereddütün ardından "Hadi boya bakalım" diyor adam. Hünerli elleriyle açıyor boyanın kapağını yine. Ve kim bilir, belki de o yüzden boyanıyor gün, geceye.

25 Mayıs 2012 Cuma

Kalan

Eski zaman çocukları gibi uslu bir yağmur yağıyorken dışarıda, pencereler, o çocukların anneleri gibi telâşsız açılmışlardı evlerin muhtelif odalarına. Hafif bir rüzgârla salınan perdeler ve ikram edilen çayların ardından, tabakta her ne var ise onun tarifini almalar başlamıştı bile bir yerlerde çoktan. Ya da benim gibi böyle, bir pencerenin önünde olmayacak hayallere dalmalar. Çünkü burada olduğu gibi, bugün bir yerlerde daha günlerden mutlaka pazar.
Oysa bu sabah ben, sözleri unutulmuş bir şarkıdan mütevellit, ağızda yuvarlanılıp sanki biliyormuşsun havası yaratılmaya çalışılan kelimeler gibi karmakarışık başladım güne. Kitaplarda aradım kendimi sonra, bembeyaz defter yapraklarında, pencere önündeki sardunyalar ve erik ağacının müdavimi serçelerin kıpırdanışlarında. Yoktum. Kimi kelimeler kaybolur bazen. Son çare olarak aynalara ve bahçede sallanan rüzgâr çanına da baktıktan sonra, mutfağa gidip su koydum çaydanlığa. Mesela bu cümlede çay, en belirgin öğe bağlaçtan sonra. Bağlaçlar diyorum, öyle kolay kolay atılmamalı yabana.
Şimdi sen diyeceksin ki, "bütün bunların ne önemi var?" Olur mu hiç öyle, olur mu! Sen de onu sevsen mesela, hani "sen de..." Çünkü biz bağlaçlardan oluşmuş insanlarız. Onları da çıkarırsak hayatımızdan, ne kalır bizden geriye?

15 Mayıs 2012 Salı

Hitap

İlk mektubunu yazan bir çocuk oluveriyordu aklım, adın her geçtiğinde. Bildiği bütün güzel kelimeleri, telâşla, hevesle birbiri ardına dizip, işinde acemi bir sihirbaz edasıyla ne olacağını bekliyordu sanki bir köşede. Bilmiyordu ama, daha sonra o kelimeleri cümle içinde de kullanacaktı, ortaokul Türkçe kitaplarının ödev bölümlerinde. Henüz erkendi onun için. Oysa kalbim... ondan bahsedemiyorum bile.
Günlerden cumartesi, mevsim mutlaka bahar ve akşamüstleri ılık bir rüzgâr oluyordu sokaklarda. Bir çocuk annesini cama çağırıyordu o sokaktan, ağlayarak. Ne söylediğini annesi dahil kimse anlayamasa da, birini şikâyet ettiği üzerinde hemfikir oluyordu bu duruma şahit olanlar. Sonra koşa koşa arkadaşının yanına gitmesini izliyorlardı yüzlerinde bir tebessümle. Oysa ben, seni şikâyet edemiyordum hiçkimseye. Ancak kendi kendime söylenip duruyordum. Bazen kızıp küsüyor ve ardından barışıyordum, vardıramadan dakikaları saatlere.
Her kahve içtiğimde fincanı mutlaka kapatıyordum mesela, adının eşliğinde. Kahve adının eş anlamlısı bir kelime oluveriyordu bir anda. Sonra gökyüzü, sonra su ve belki çiçekler. Ve kim bilir, kitaplara dağılmış o söyleyemediğin cümleler. Hepsi sığıyordu adının içine. O yüzden ne zaman güzel bir mektup yazmak istesem ben sana, sadece adını yazıp kalıyordum böyle.

9 Mayıs 2012 Çarşamba

Pazar

Bir zamanlar blok flütle çalmaya çalıştığım ve adını tahmin ettirebilsem de, asla doğru notalarını bulamadığım o şarkılar gibi bir gündü. Yaşarken asla hakkını veremediğim bir pazar günü yani.
Kurulmamış saatim, sanki bir önceki sabah uyandığım vakitte durmuşçasına, dakikası dakikasına aynı erken saati gösteriyordu gözlerimi açtığımda. Bir süre kendimi tekrar uyuyabileceğime inandırmaya çalıştım. Oysa aklım, çoktan evin sessizliğine doğru yola çıkmıştı bile.
Kapalı güneşliklerin sararttığı odanın sessizliği içinde, çizgi film izlediğim sabahları hatırladım birden. Çizgi filmler güzeldi güzel olmasına ya, evin o kendi hâlineliği garip bir sıkıntı verirdi içime. Terkedilmiş gibi hissederdim kendimi. Ev halkı uyansın diye, giderek daha çok açardım ben de televizyonun sesini. Yanına gidip basardım artı düğmesine. Bir, iki, üç çizgi... Gözüm odanın kapısında beklerdim, birinin gelip, "kıs kızım televizyonun sesini" demesini. İsterdim ki, ev bir an önce normal seyrine dönsün. Sonra ödevlerimi bitirdiğim görülsün ve annem mutfakta bir şeyler yaparken yine, farkedilmeden kapı aralığından sokağa atayım kendimi. Öyle de olurdu muhtemel ki.
Ama şimdi... dışarıda akan hayatın beni hiç de ilgilendirmediği zamanlar oluyor artık, biliyor musun? Hiç sokağa çıkmak gelmiyor bazen içimden. "Orada benim eksik bulunduğum bir hayat varmış" diyorum, ne gam. Bulutlar geçiyor sanki hep üstümden.

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Beklenen

Güneşli bir bahar günüydü. Yüzüne benzetebileceğim tek bir bulut yoktu gökyüzünde. Ama ben yine de o pencere kenarında durmuş, umutsuzca bakıyordum göğün mavisine. Az evvel demlediğim çayın odaya yayılan kokusuyla, pencere önündeki rengârenk sarduyanlarınki birbirine karışıyor ve beni günün geri kalanı için umutlandırıyordu. Söz veriyordum kendi kendime, bunları sana anlatmayacaktım gelince. Yine dayanamayıp anlatacağımı bile bile hem de.
Sonra gidip çayın altını kısıyor, ince belli bardaklarımı ocağın yanına hazırlıyor, ellerimi birbirine dua eder gibi birleştirerek dönüyordum pencerenin önüne. Arsadan bozma bir parkta, sayılmayan golü için itiraz eden Ali'yi izliyordum gülümseyerek. Ali, tuttuğu takımın o çok sevdiği golcüsünün ismini bağırarak yaşadığı gol sevincinin ardından, kızıyordu şimdi delicesine. Onun bu kızgın küçük adam hâllerini izlerken gülümsemem gittikçe artıyordu. Ali bilmiyordu gülümsediğimi. Tıpkı senin, beklediğimi bilmediğin gibi. "Olsun" diyordum, bazen de böyle olması gerekiyor demek ki.
Karşı evin balkonuna asılan çamaşırlar uçuşmaya başlarken rüzgârı hissediyordum tenimde. Kollarımı kavuşturmam da aynı zamana mı denk gelmişti, bilmiyordum. Ne olduğunu belli etmemek üzere donanımlanmış biri oluyordum çünkü giderek. Üşürken üşümüyormuş gibi, üzülürken üzülmüyormuş gibi, her şeyin üstesinden kolaylıkla gelebilirmişim gibi yapma meziyeti. O sıra erik ağacına konan o serçenin ilgi çekmeye çalışan bir çocuk gibi ötüşleri. Ve ardından, kapının, serçeyi taklit edercesine çalmaya başlayan zili...

30 Nisan 2012 Pazartesi

Şehir Tiyatroları Yok Edilemez!

29.04.2012 Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi Önü
Şebnem Sönmez'in Konuşması.


27 Nisan 2012 Cuma

Şarkıcı

Şarkısını binlerce kişiyle birlikte söyleyen bir şarkıcı gibiydim o akşam. Ne şaşkın gülümsemelerim, ne de dolan gözlerim hiç kimseye garip gelmemişti bu yüzden. Oysa daha önce hiç, binlerce kişiyle birlikte şarkı söylememiştim ben. Aslında o akşama kadar, kimseye şarkı söylediğimi bile hissettirmemiştim.
Benim kelimelerim hep müziksizdi sanki, dudaklarımdan dökülürken. Hep yalnız ve kederli. Benden çok onlar yani. Ama işte o akşam, onlar birer birer uçuşup dururken bakakaldım arkalarından, arkadaşlarının ısrarlarına dayanamayıp, çocuğunun sokağa çıkmasına nihayet izin vermiş bir anne gibi temkinli. Ama sen, yine de kimseye anlatma şarkı söylediğimi.
Her şarkıya saklanmış başka bir anıyı hatırladığımda hüzünlendiğimi de. O şarkılarla yeniden yaşadığım acı-tatlı günleri ve belki de bu yüzden, bittiğinde kendimi o kadar yorgun hissetimi de. Ben sana söyledim ama, sen kimseye söyleme.
Çünkü ömründe bir kere bile şarkı söylemişsen eğer, kendine rağmen, suskun kalamazsın bir daha öyle. Yarım bıraktığın cümleleri gökyüzüyle tamamlayamazsın. Mutluluğunu anlatamazsın mesela, dönüp yüzünü denize. Olsa olsa, üç noktaların avcunun içinde, gözlerin de o üç noktadan hâllice, bir yerinden söylemeye başlarsın o şarkıyı. Ve bilirsin, hiç söylenmeyecek cümleleri bile en olağan biçimde söyleyeceğini, o şarkıların içinde.

5 Nisan 2012 Perşembe

Dondurma

Bir şarkı olamayacak kadar güzel bir bahar akşamıydı ve ben, o gün mevsimin ilk dondurmasını yemiş çocuklar kadar mutluydum. Elimden gelse belki bunu da anlatırdım sana o an, üç noktalı cümleler, "belki"ler ve hiç de gereği yokken birdendire bağlaç olan "de"lerin arasında. Ama yapamadım, biliyorsun.
Ben ancak eski bir şarkı gibi işte, olur da bir gün hatırlayıp mırıldanırsın adımı diye, duruyordum sessizce yanında. Üstelik, tadına doyamamasına rağmen, hemen bitmesin diye azar azar yediği dondurmaları hatırlayan bir çocuk olduğumdan mı nedir, gözlerimi kaldırıp da doya doya bakamıyordum da sana. Sadece gamzesiz bir gülümseme kadar kısa birkaç bakışla uzanabiliyordum gözlerine. Sonra yine düşüyordu gözlerim ellerime.
Hatırlıyorum da, ilkokulda yaptığımız o fasulye deneyinde bu kadar uzun bakmıştım en son, gözlerimi ayırmadan bir şeye. Baktıkça daha garip gelmiş, garip geldikçe daha çok bakmıştım. Şimdi yıllar sonra yine aynı bakışla bakıyordum sanki ellerime. Ellerim boy verip uzanıyordu sonra, çay bardağının ince beline. Seviniyordum. Ve seviyordum dahası.
Kelimeler o gün baharı hissetmiş olsalar da, yazın rahatlığına henüz kavuşamadıkları için belki, bundan bahsedememiştim sana. O ilk dondurmadan sonra "boğazım şişecek mi?" diye beklemek gibiydi bu biraz. Oysa unutmuştum, bir çocuk asla "boğazım şişer mi?" diye düşünmezdi. O yüzden şimdi bütün dondurmalar, sıcak havalardan çok, söylenmemiş sözcükleri hatırlatıyor bana.

1 Nisan 2012 Pazar

Keder

Yeni kardeşi olmuş çocukların küskünlüğüyle, kenara köşeye saklanmış bir günün akşamıydı. Belki yağmur da bu yüzden yağıyordu, öylesine sakin ve sessizce. Farketmezsek, az sonra daha bir hınçlanacağının haberi vardı sanki o hâlinde. Ve ben, belki de bu yüzden gözlerimi alamıyordum gökyüzünden, o böyle dur durak bilmeden savrulup dururken caddelere.
Daha poşetimi masaya bırakırken yaklaşan garsonun, "çay mı?" diye sorduğunu anlatmak geçiyordu aklımdan, gökyüzüne. Benimse sadece gülümsediğimi ve o adamı, bunu bir cevap olarak anlamayı başaran sayılı insanlardan biri ilan ettiğimi. Biliyordum, herkesin umrunda olmuyordu böyle şeyler. O yüzden çoğu zaman anlatmaya bile imtina ederdim ben, hâlâ masallara inandığını sansınlar diye, etrafına sessizce gülümseyen çocuklardan hâllice bir kederle.
Ben tam keder demişken içimden, yan masada oturan amca eğilip günü soruyordu bana, etraftan duyulmayacak kadar kısık bir sesle. Benim "cuma" cevabım, onun "hay Allah"ına karışıyordu. Elimden gelse cumartesi yapardım günü, o an. Ya da günleri karıştırmasının kederini geçirebilecek herhangi bir şey. Oysa birkaç yavan kelime söylemekten ötesi gelmedi elimden. O kelimelerin sonunda ise, nokta niyetine, ellerimi masaya bıraktım; sanki söyleyecek başka bir şeyim olmadığını kanıtlamak istercesine. Ve ne demek istediğimi anlamasını umarak gülümsedim ardından, çay bardağına uzanırken, yine o titreyen elleriyle.

7 Mart 2012 Çarşamba

Menekşe

Bütün gün yağan yağmurun ardından sessiz ve hüzünlü bir hâle bürünmüştü sokak. Kaldırım kenarlarında görülmemekten kırgın bir boyun büküşle oturan akşam sefalarının yarattığı utangaçlık da eklenince, bir Edip Cansever şiiriymişçesine içine işliyordu insanın. Islak kaldırım taşları üzerine oturup, masal bekleyen çocuklar misali yüzünü sokağa dönmüş çiçeklerin pembeliklerine gülümsemek geliyordu içimden.
En klişe cümlelerden başka derdini anlatabilecek hiçbir şeyi kalmamış insanların çaresizliği vardı üzerimde. Bütün benzer zamanlarda olduğu gibi rüzgâr esmeye başlıyordu. Ve ben, annesinin eve çağırışının son kez tekrarlandığını bilen bir çocuk edasıyla kalkıp anahtarımı aranıyordum çantamın içinde... bulamıyordum. Yıllar önce, yine böyle yağmurlu bir günün akşamında bulamadığım anahtarları hatırlıyordum birden. Çürüttüğüm menekşenin beceriksizliğini henüz sindirememiştim içime. Çiçeği bana hediye ettiğinde sevgili bile olmamamıza rağmen, ayrıldıktan sonra o hâle gelmesine bir anlam veremiyordum.
O gün de yine böyle merdivenlere oturmuş, "neden?" diye sormuştum kendime. Şimdi düşününce anlıyorum galiba sebebini. Öyle her aklına estiğinde çiçeklere su verilmeyeceğini bilmiyordum daha o zamanlar. Her şeyin bir kıvamı olduğunu öğrenmem çok zaman aldı çünkü. Oysa ben, ne zaman yaprağına dokunduysam o menekşenin, gözümden akan yaşlara engel olamamıştım bir türlü.

25 Şubat 2012 Cumartesi

Parantez

Mutfak masasında oturuyoruz. Sırasıyla önce çay, sonra türk kahvesi, ardından da nescafe içiyoruz. Ben yine en çok parantez içi konuşuyorum. Parantez içine denk gelmeyen gülümsemelerim ve çoğu kısa ama samimi cümlelerim de var tabii.
Ellerimse öylesine kendinden emin bir edayla kurulmuş ki masaya, ara sıra, sanırım en çok da anlattıklarından gözleri dolarken, ne yapması gerektiğini kaş-göz işaretiyle anlatan anneler gibi bakmaktan alamıyorum kendimi. Onlar da koşa koşa gidip birbirine kenetlenmiş ellerine dokunuyor ve kısalığından bir türlü emin olamadığım cümleler kuruyorlar. Sanırım bazı cümlelerin hüneri, kolay anlaşılabilir olmasında. Önce ellerime sonra bana bakıp, yaşlara dönüşecek o pırıltıları bile bile, gözlerini usulca kapayarak incelikle teşekkür ederken o, bunu düşünüyorum ben.
Saçlarımı toplayıp sol omzuma alırken güneş vuruyor açık pencereden, az evvel gerçekleşmesi dileğiyle yıkanmış falların fincanlarına. İkimiz de bunu aynı anda farkedip, neden bilmem, gülümsüyoruz. Masanın üzerinde onlarca parantez var o anda. Kalkıp önce pencereyi, sonra parantezleri kapatarak, omzuna dokunup "kalk" diyorum, "bizi bekleyen bir hayat var dışarıda".

22 Şubat 2012 Çarşamba

Cemre

Ezan okunurken sesini kıstığım televizyondaki insanlara bakar gibi, ne dediğinden habersiz bakıyorum yüzüne. Hani öylesine eminim ki bu durumdan, kesinlikle az önce, "kıs kızım televizyonun sesini" dedi anneannem. En sevdiğim çizgi filmin ortasında, bana televizyonun sesini böylesine bir kabullenişle kıstırabilecek tek insandı anneannem. Orada öylece durur, o görüntülerin içinde ne olup bittiğini anlamaya çalışırdım. Hatta gülerdim bile bazen. Oysa şimdi, garip bir sessizlik var üzerimde.
"Her şeye mantıklı bir açıklama yapabileceğini sanan insanlar, hep korkutur beni" sessizliğiydi bu. Telefonun işleyişine bile şaşırabilen insanlardan olmayı tercih ederim ben çünkü. Söylesene, konuştuklarımızın tellerle iletiliyor olması, çok garip değil mi sence de?
Tam olarak buna benzer bir şey olmasa da, ona sorduğum soru da öyle ufak bir soruydu aslında. Ufak, ufacık bir soruydu sorduğumda. Takvimler ilk cemrenin düştüğünü haber veriyordu. Gökyüzü, varlığını bile unuttuğu mavi elbisesini bulup giyinmiş genç bir hanım gibi salınıyordu güneşin kolunda. İnsanlar, camları kısa süreler için bile olsa ardına kadar açıp, şarkılar mırıldanarak sokağın gürültüsüne karışmaya çalışıyordu o sıra. Hayat, mantıklı bir açıklaması olamayacak kadar tuhaftı yani. Oysa o, niye böyle olduğuna anlam veremediğim bir tavırla gülümsüyordu. O gün anladım ki, hayatın tuhaflıkları bazı insanların umrunda bile olmuyordu.

17 Şubat 2012 Cuma

Göğe bakma durağı*

Dışarı çıkan insanların aklını evde unuttuklarının ispatıymışçasına soğuktu o gün hava. Bizse, şairin de böyle, kelimelerin gülüşlere sığındığı bir günden mi bahsettiğini bilemeden, ama yine de o şiire nazire edercesine bakıyorduk gökyüzüne. Aramızda, bir şehri başka bir şehre ulaştıracak kadar uzun bir mesafe.
Beceriksiz bakışmalar ve elini kolunu nereye koyacağını bilememelerin ardından, hani oldu olacak deyip "en iyisi kucağında dursun"u düşünmeler birdenbire. Ve sonra, gözlerinin eş anlamlısı birer kelimeymiş gibi ceplerinde duran ellerini, gelen çayların ince beline düğümlerken, hiçbirini aklından geçirmemişsin gibi gülümsemeler öyle.
O kadar uzun zaman oldu ki unuttum, bir insana nasıl anlatılır bütün bu olanlar. Belki de bu yüzden oturup düşünüyorum şimdi, şu sabahın kör vaktinde. Perdelerin ardından süzülen ışığın isteyeceği ilk şey oymuş gibi, taze demlenmiş çay kokusu sarmışken evin her köşesini, oturup böyle anıları anlatmaya çalışmak öyle kolay değil. Ama işte, insana her şeyi yaptırabilecek anlardan biri sarhoşluğuysa eğer, diğeri kesinlikle böyle bir kokuya denk gelmektir bir yerde. Bunu herkes bilmez... zaten bilmesin de. Ama sen bil! Çünkü ben ne zaman adını duysam bir yerde, hep gökyüzüne bakıyorum, aradan onca sene geçmiş olsa bile.

*Turgut Uyar

10 Şubat 2012 Cuma

Cuma

Onlarca sıfatın arasında koşturup durduğu hâlde, yine de eksik zamanlarıydı ömrümün. Annemin kucağında o bebekle geldiği gün de dahil olmak üzere, tam tamına dört yıl üç ay yirmi küsür gündür dünyadaydım. Oysa bir günde onlarca yaş yaşlanmışım gibi abla oldun demeye başlamışlardı bana. En sevdiğim insanları bile bazen anlayamayacağımın o gün farkına varmalıydım aslında. Tahmin edersin ki öyle olmadı.
Ne oldu diye sorarsan, kitaplar yazmadı ama, o günden sonra en güzel günler hep cumaları oldu benim için. İlk kez bir cuma günü sevdim mesela. Hem de bir bahar günü, şairin baharla ilgili cümlelerinden habersiz olmama rağmen üstelik. Gözlerine bakamasam da, gülünce, yeşilinin bir yılbaşı ağacına özenircesine ışıl ışıl olduğunu bildiğim bir çocuğu, sessiz sedasız sevdim. Ben zaten hep öyle severim. İçimde fırtınalı bir kış, dışımda ılık bir ilkbahar gezdirerek. Belki de bu yüzden hep bahar rüzgârlarına benzettim, bisikletiyle mahallede dolaştığı her ânı. Güneşe kansa mı kanmasa mı bilemese de, ince kıyafetlerle başladığı günün içinde, hafif bir rüzgârla ürperen insanlar gibiydi hep benim sevmelerim. Yani ilk nasıl sevdiysem, hep öyle.
Bütün bu olanları, oturduğum kafenin denize nazır teras katında, yan masada oturan çiftin, bir Cemal Süreya şiiri tadında istedikleri çayla hatırladım. Onlar haberdar mıydı o şiirden bilmiyorum ama, takvimler yine başka bir cuma gününü gösteriyordu, onca zaman sonra.

8 Şubat 2012 Çarşamba

Mucize

Bugün birdenbire iyi olmadığımı anladım ben. Bayram sonraları çocuklara yerleşen hüzün gibi bir şey çöküverdi birden göğsüme. Harçlıkları, bakkala gidip dilediğince harcayamayacağını bilen çocuklar gibi biriktirdim saatleri. Bana bir şeyler almak için bile olsa, annemin parayı benden isteyişleri geldi aklıma. Bunu duyunca hep ağlamaklı oluşlarım sonra. Benim o hâlimi görünce annemin "kızıp küsmüş gibileri". Yine de istemeye istemeye parayı uzatan küçük bir kız
çocuğunun elleri. Niye şimdi, niye böyle bilmiyorum ama, aklıma geldi işte. Oturup uzun uzun ağlamak istedim, hiç de ağlanmayacak bir yerde.
Tek tesellim o anda başlayan yağmurdu. İlgi çekmek isteyen çocuklar gibi tıp tıp cama vuran yağmur, aklıma gelen bütün o anıları bir çırpıda unutturdu. Çok sıradan şeyleri büyük bir ilüzyon gibi anlatan çocuklara benzerdim ben de elbet, bütün bu olan biteni birine nasıl anlatacağımı bilebilseydim. Ama haklısın, ben sihirbazlara inanacak yaşları çoktan geçtim.
Belki de bu yüzden yağmurdan ıslanmış bir serçeyle aynı anda yaklaştık pencerenin pervazına. O bir yanında, ben bir yanda. Gülümseyişimi anladı mı bilmiyorum... hele o kafasını yana eğişi ne anlama geliyordu, onu ise hiç. Öylece durup bakıyorduk birbirimize, dışarıda unutulmuş bir yağmur. Oysa bilse, ben ne kadar inanmak istiyordum mucizelere.

30 Ocak 2012 Pazartesi

Yarın

Savrulan simitlerin ardı sıra uçuşup duran martılar, hangi kapıya gideceğini şaşıran bayram çocukları gibiydi o ikindi vakti. Bense, cimri bir teyze misali, ellerim ceplerimde oturuyordum öylece, nefesimi dumanlandırarak. Görsen hemen tanırdın beni. Belki görsen, severdin bile.
Herkesten harçlık istenmesine kızan anneler gibi, kaş-göz işaretiyle martılara anlatmaya çalışırken derdini, kararıyordu gökyüzü. İçim sıkılıyordu. Kalkıp yürüyordum, caddenin deniz tarafındaki gökyüzü grisi parke taşları üzerinde. O sıra, ağır çekime alınmış bir film karesi gibi yağmaya başlıyordu kar. Ve ben, o çok sevdiğim filmlerin kahramanlarından biri sanıyordum kendimi yine. Oysa biliyordum, birbirinin aynı geçirdiğim günler, bir kahraman yapmaya yetmiyordu beni. Bunun farkına vardığımdan mı bilmiyorum, geçip oturuyordum karşıma çıkan ilk bankın köşesine.
Az ileride balık tutan adamlar vardı. Oltaları çoğu zaman boş çekiyorlardı ama, onları izlemekten alamıyorum kendimi yine de. Elinde bir bardak çayla, gülümseyerek yanıma yaklaşan adamı çok geç farkettim bu yüzden. "Şirketten" diyordu, nasırlı elleriyle bardağı uzatırken. Ellerimi bardağa sarıyordum teşekkür ederek. Hiç aklımın ucuna bile gelmeyecek o ikramdan bir yudum aldıktan sonra, başımı kaldırıp tekrar bakıyordum balıkçıların çektikleri boş oltalara. "Boş ver" diyordum içimden, "bugünün de bir yarını var nasıl olsa!"

21 Ocak 2012 Cumartesi

Sus

Aslında çok romantik bir şehirdir burası, diyorum, ikimiz de kaybettiğimiz bir şeyleri arar gibi bakarken denize. Boğazın yamacında yaşadığımız o bulutsuz akşam üstü, söylediğim sözü yadırgatmamış olacak ki, bakışlarını çevirmeden sadece başıyla onaylıyor beni.
"Mesela laf atan adamlar" diyorum, "hep şarkı söylemeye başlıyorlar kadınları görünce". "Neden bahsediyorsun?" der gibi, yavaş yavaş döndürüyor o zaman bakışlarını bana. İçtiğim şarabın çarptığını düşünüyor olmalı. Olsun. İnsanların sizin delirdiğinizi ya da sarhoş olduğunuzu sanmaları müthiş keyif vericidir bazen. Öyle bi andı işte. Ne istesem söyler, ne söylesem hoş görülürdüm o anda.
Fırsattan istifade, bir insanın elini tutmanın "ben burdayım!" demek olduğunu da söyleyecektim az kalsın. Söz vermektir diyecektim, dokunmak bir insanın eline. Onun yerine yüzüne bakıp gülümsedim sadece. İnsan bazı cümlelerin ne olursa olsun söylenmeyeceğini bilmeli. Çünkü bazı cümleler, öyle anlamsızlaşır ki söylenince...

Gönül Dağı / Jülide Özçelik

Ben çay içiyorum ama, belki bir kadeh şarapla daha güzel giderdi.

18 Ocak 2012 Çarşamba

Bal

Onu ilk gördüğümde yaz başıydı. Anneannem olsa, "domateslerin ilaçlanma zamanı" filan diye anlatırdı muhakkak. Ömrünü toprakla geçirmiş insanların zamanı tanımlama biçimleri öyledir çünkü. Oysa benim için, çoğu zaman manasız günlerden ibarettir hayat. O gün de öyleydi işte.
Oyun havasından hâllice bir şarkıyı, anlamsız bir yavaşlıkla söyleyen şarkıcılar gibi salınarak yürüyordum sokaklarda. Yürümek dediysem de, öyle hafife alma. Bu şehrin kalabalığında yol bulup da yürümek marifettir çoğu zaman. Daha fazla dayanamayacağımı anladığım zamanlarda hep olduğu gibi, karşıma çıkan ilk kitapçıya atmıştım kendimi. Hem raflar arasında dolanıp, hem kendine verdiğin "bir şey almayacağım" sözünü tutmak ne zordur böyle anlarda, bilirsin. O yüzden, özellikle alınacaklar listesindeki kitapların önünden geçerken, sadece uzaktan bakmakla yetinmiştim. İşte o kitaplardan birine hayran hayran bakarken ben öyle, bir el uzanıp aldı baktığım kitabı raftan. Elinden oyuncağı alınmış bir çocuk gibi takip ettim kitabı, çizdiği şeklin, anlattığı şeye tıpatıp benzediğine inanan çocukların ciddiyetiyle bakan o yüze ulaşıncaya kadar. Bal rengi gözleri ve o gözlerin katıştırıldığı süt misali esmerlemiş tenini görünce, küçükken her öksürdüğümde içtiğim ballı sütleri mi anımsadım nedir, öksürdüm yine. Güldü... ve geçti.
Diyorum ya, onu gördüğüm ilk gündü bu. Sonra hep başka başka yerlerde, bazen gözlerini, bazen gülüşünü gördüğümü sandım. Belki her defasında daha az yanıldım, kim bilir. Ama bir daha hiç öksürmedim öyle.

15 Ocak 2012 Pazar

Yalnız

Yazların sıcak ve kurak, kışların soğuk ve yağışlı olduğunu anlatan kitapların uzağında bir bahar günüydü. Kimsenin konuşmasına gerek kalmadan her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlayabildiğim o lanet günlerden biri daha.
Virgülü unutulmuş cümleler gibi sokakları doldurmuş insanların arasından geçerek ulaştığım o kafede, sigaraya uzanışına bakılırsa, henüz ilk çayını yudumladığı anlaşılan o adamın karşısındaki masaya oturmuştum. Sigaranın o kadar da kötü bir şey olmadığını düşündüğüm nadir anlardan biriydi o. Zaten aynı hızla da unutmuştum bu düşünceyi. Unutamadığım tek şey, ben ikinci bardak çayımı içene kadar dikkatle baktığı denizden bulaştığını sandığım, gözlerindeki mavilikti. Masasında duran kitabın, en sıradan cümlelerle bile yalnızlığı haykıran kahramanını saymazsak tabii.
Saçlarımı dalgalandıran rüzgârın, bütün bu anlattıklarımla bir ilgisi var mıydı bilmiyordum o gün. Gündüzleri ılık, akşamları serin bir mevsimin en çok yalnızlığa yakışabileceğini sonradan öğrendim çünkü. 'İnsan geç öğrendiği şeylerin kıymetini daha iyi bilir', diyen yaşlı bir bilge olmalı bir yerlerde, diye düşünürken, vazgeçiyordum dördüncü çayı söylemekten. Çünkü kalkıp uzun uzun yürümek, olur olmaz gülümsemek istiyordum bu mevsime. Oysa hiçbiri olmuyordu. Ama sen şimdi unut tüm bu söylediklerimi ve bize yine iki çay söyle.

12 Ocak 2012 Perşembe

Şey

Tek başına olsa da onlarca anlama gelebilecek bir kelime gibi yürüyordum o akşam, sokak lambaları eşliğinde. Yine yağmur yağıyordu. Yağmur zaten günlerdir yağıyordu. Yağdıkça günleri uzatıyor ve sanki bu soğuk, kasvetli havayı, bitmez tükenmez günlerle haklı göstermeye çalışıyordu. Ama işte, sevmediği bir şeyin haklılığını görmeye dayanamıyordu bazen insan.
Yine de, mevsimin bütün olumsuzluklarına rağmen bir kadın, sevgilisinin yanına geleceğini öğrendiğinde, nasıl göründüğünün sorulacağı ilk yer orasıymış gibi, gayri ihtiyari, elini soğan kabuğu saçlarına götürüyordu bir yerlerde. İşte hayat da tam orada başlıyordu. Yani bir kadının sevgilisini hevesle beklediği o yerde. Hayat zaten çoğu zaman ilişkiliydi ya beklemekle. Sadece ben hep dayanamayıp yürüyordum.
Kulağımda notalı, sol anahtarlı küpem salınıp, hiç bilmediğim bir şarkıyı çalarken, içimde söylenmemiş onlarca cümleyle yürüyordum yine. Bir adam, kül kedisinin kaybettiği ayakkabı tekiymiş de adım, söylediğinde dönüp bakmazsam eğer, boynunu büküp gidecekmiş gibi seslendiğinde, yeni bitmişti şarkım. İnsan güzel bir şarkının ertesinde bütün soruları cevaplayabileceğini sanıyor bazen. Ne yanılgı. Çünkü bilirsin sen de, cevaplar için değil, uzun uzun sorular içindir her şarkı.

9 Ocak 2012 Pazartesi

Bilmece

Radyoda çalmaya başlayan unutulmuş bir şarkı gibi kendi hâlinde yağıyordu yağmur, kenarında oturduğumuz pencere yerine gözlerim buğulanırken. Her biri bir başkasına aitmiş gibi iki yanımda duran ellerim ve hiç unutturmadıkları o yalnızlık duygusuyla, uzun uzun seni anlatıyordum ona. Oysa o, fincanına sardığı ellerine bakarak neden konuşmadığımı soruyordu. Söyleyecek bir şey bulamıyordum. Göz önünde olduğu hâlde yana döne aranılan bir nesneymişim gibi oturuyordum orada öylece.
Yüzünü kaldırıp bakmıyodu bana. Bakarsa sanki, her şeyi göreceğinden korkuyormuş gibi, fincanındaki kahveden ayırmıyordu gözlerini. "Fal için biraz erken değil mi?" diye soruyordum hafifçe gülümseyerek. Ne gülümsediğimi görüyor, ne de soruma cevap veriyordu. Kötü bir şey görmüş de, nasıl söyleyeceğini bilemiyormuş gibi, fincanı evirip çevirerek oturuyordu sessizce.
Dumanı tüten bir fincan ıhlamur gibi sıcacık bakan gözleri, sonucunu bildiğim ama çözümünü bir türlü bulamadığım bir matematik işlemiymiş gibi duruyordu, buğusuna isimler yazılmış camlar misali akıp duran gözlerimin bir bakış ötesinde. Mesafeler diyordum içimden, bazen nasıl da umarsızca uzuyordu birdenbire. Yani bir sürü kelime, onlarca cümle varken; üstelik de uzansan dokunabilecekken ellerine, hep böyle uzağına düşürüyordu insanı, geçmiş denen o bilmece.