26 Ağustos 2009 Çarşamba

Sayıklamalar

Çiçeklerim var... Yastık kılıfımı süsleyen rengarenk çiçekler büyütüyorum. Kimi zaman gözyaşlarımla suluyorum onları. Gecenin karanlığında gözümün içine bakıyorlar.
Sokağı sahiplenmiş başıboş köpeklerin havlamaları, salına salına yürüyen birkaç kişinin, adresi belirsiz konuşmaları uğruyor ara sıra odama. Affedilmeyi bekleyen bir suçlu gibi dikiliyorum uykunun kapısında. Ne yapsam olmuyor.
Ağaçlar hayâl ediyorum, deniz köpüğü rengi duvarlarımda. O ağaçların dallarında gezinmek için belki, perdeyi savurup duruyor rüzgâr. Engellerini kaldırıp, izin veriyorum hayalime ortak olmasına. İçeri yayılan serinlikle birlikte, gözlerimin önünde sağa sola salınıp duran bir obje oluyor yorgunluğum. Hipnotize olmuş gibi, derin bir uykuya dalıyorum.

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Kendi kendime

Fısıltı tonunda birkaç merhabanın ertesinde, sessiz sedasız ilişiyorum sandalyaye. Oysa ne çok seviyorum merhabamı bekleyenleri. Ve onların bir hoşgeldinle beni sarmalayıveren samimiyetlerini.
"Neyin var?" diyor içlerinden biri, yanıma yanaşıp. Var olanı değil, olmayanı söylemek daha kolay geliyor; "keyfim yok" diyorum. Gidip gelip takılıyor bana, "suratsız" diyerek. Biliyorum, çok suratsız görünüyorum. İçimden gelmese de bir şeyler hakkında konuşmaya çalışıyorum. Belki aklım dağılır, diyorum. Zaten o da aklımı dağıtma çabasında.
Akıttığı yaşlar, elmacık kemiklerinde damla damla belirgin bir kadın, burnunu çekerek bir şeyler anlatıyor. Dayanamayıp gülüyorum. Ona katılıp ağlamak geliyor içimden oysa.
"Bir sigara iç, geçer" diyor biri, muzip muzip gülerek. İlk defa, ciddi ciddi sigara içmeyi düşünüyorum. Bunu farkedince bir kahkaha atıyor. Bazen haddinden fazla anlaşılmazken, bazen bir o kadar kolay çözümlenebilir olmayı nasıl başardığımı, merak ediyorum...

21 Ağustos 2009 Cuma

Nazmi bey, Ankara çok mu uzaktır?

Kabullenilmiş hayatları vardı hepsinin. Kilometrelerce uzaklıktaydı bedenleri ama, aynı kumaştan kesilmiş parçalar gibiydi kaderleri. Ya da kader deyip kabullendikleri.
Hayatı sadece sorumluluk olarak algılayan, kendine ayırabildiği bir günü olmadığı gibi, saati de hiç olmayan, tanımsız kadınlardı onlar. Bütün tanımlarını, daha çocuk denecek yaşta ellerinden almışlardı. Ağladılar biraz, içlerine baba korkusu salan cümleleri dinleyerek. Ve sonra alıştılar. Öyle alıştılar ki, gün geldi, doğrusunun kesinlikle bu olduğunu savundular.
Sevgiden bahsetmeye kalksanız yanlarında, yetmişinde de olsalar, utanarak başlarını çeviren kadınlar oldular. Bilmezlerdi öyle şeyler. Zaten evlenirken fikirleri sorulmamıştı. Kimin, ne için söylediğini bilmedikleri, dahası nasıl bir iyilik kastedildiğini sormadıkları, sormaya da haklarının olmadığı bir "iyi" kavramının ardına katmışlardı çeyizlerini.
İyi çocuktu... İyi aileydi... Ömürleri boyunca yaşadıkları her problemde, bu iyiliğin ne olduğunu araştırıp durdular. Üzeri halıyla kapatılmış gizli bir geçit, kapısı dolapla gizlenmiş bir mahzen filandı belki. Olur ya gözlerinden kaçmıştı, farkedememişlerdi.
Asıl farkedemedikleri ellerinden kayıp giden hayatlarıydı. Aralarına uzun mesafeler konulan hayat. Uzaktı, hiç gidemeyecekleri kadar uzak...

20 Ağustos 2009 Perşembe

Rüya

Şiir gibiydi adamın kahverengi gözleri. Şiir gibi, içinde saklananların özetiydi. Okudukça içini yakıp geçen kelimeler gibi, nakış nakış işliyordu duyguları. Gözünün içine içine bakıyordu. Kovalamaca oynarken, hiç yakalanmayacakmış gibi kaçar ya hani insan, bir duvara sıkışana kadar... İşte öyle kaçıyordum bakışlarından. Kendimi huzurlu bir resimde düşlüyordum yakalandığımda.
Bir çardak altında oturmuşum, ufkun kızıllığa boyandığı bir vakitte. Rüzgarın taşıdığı hanımeli kokularının sarhoşuyum. Rüya bu ya, içimdeki bütün sesleri de susturmuşum.
Tahta bir iskeleden denize uzatmışım ayaklarımı, dalga seslerine eşlik ediyorum. Saçlarım uçuşuyor rüzgârla, beceriksizce atıyorum kulaklarımın arkasına. Ellerim iki yanımda sabit ve kendimden öyle emin, bakıyorum uzakta bir noktaya...

19 Ağustos 2009 Çarşamba

Bir düğüm daha...

Yüreğimizdeki düğümlere bir düğüm daha atacak ama,
Okumalı! Demotike

Çöp adam

Dünden içimde kalmış karmaşa, boğazımda düğümlüydü uyandığımda. Aslında bugünü hiç muhatap almak niyetinde değildim. Ama hayat, inatçı bir çocuk gibi, kıyafetlerimden çekiştirerek istediğini almakta ustaydı. Hayata yenildim... Ve içimdeki isteğe galip geldim. Giyinip kuşanıp çıktım sokağa.
Ana caddeye açılan o sokağın sonunda, çöpleri karıştıran annesini izliyordu bir küçük kız. Çıplak ayakları üzerinde, benim daha ayılamadığım o saatte, cin gibi bakan gözleriyle duruyordu karşımda. Onlara doğru, alışkın adımlarla yürürken sokakta, sağ kaldırıma yayılmış bir şeyler dikkatimi çekti. Üzerine küçük bir örtü örtülmüş, oyuncak bir bebek; etrafına dizilmiş çamaşır suyu kutusu, birkaç kapak ve beyaz plastik bir kap. Annesinin bulduklarını alıp oyununa katıyordu belli ki küçük kız. Ne tek bir söz edebildim, ne de gözlerine bakabildim bir daha. Yanlarından usulca geçip gittim yalnızca.
Şükür ki boğazımdaki düğüm çözülüverdi. Ve koca bir taş olup, yüreğimin ortasına çöreklendi...

18 Ağustos 2009 Salı

Karanlığın aydınlattıkları

Akşam karanlığının yavaşça örtündüğü bir gün sonunda, otobüsün camına yansıyan görüntüleriyle mutlu oluyordu çocuklar. Gördükleri sanki bir ilüzyonmuş gibi, cama yansıyan başka suretlere el sallıyorlardı, sevinçle. Kimisi kendi dertlerine gömülmüş, kimisi kelimelerin kalabalığında kaybolmuş, onlarca insanın arasında; çocuktu onlar. Camdaki görüntülerde başka anlamlar aramayan, her şeyi olduğu gibi görebilen nadir insanlardandılar.
Belli belirsiz o görüntülere müthiş bir huzur hakimdi. Bütün problemler halledilmiş, bütün borçlar ödenmişti sanki ve tatlı bir yorgunlukla evlere dönülüyordu. Oysa biliyordum; gerçek, cama yansıyan o hâl değildi. Öyle görmek, öyle olsun istemek yetmiyordu gerçeği bir anda değiştirmeye. Kiminin yarım kalmış bir hikayesi, kiminin de bir problemi vardı belki. Ve belki kiminin, o problemleri söylemeye bile varmıyordu dili...

Kahve falı

Üzeri, her an canlanıp masaya dökülecekmiş gibi duran, çiçeklerle bezeli fincanlar konuyor masaya. Bütün konuştuklarımızın ve söyleyemeyip yutkunduklarımızın üzerine geliyor kahveler. Yudum yudum içiyorum, rengi koyu olsa da, yüreğimi şeffaflaştırması niyetiyle. Bittiğinde, fincanı kapatıp içime, soğumasını bekliyorum hevesle.
Kırk yıllık hatırına ihtiyacım olmasa da, bir tatlı sözüyle gülümsetmesine hayır demeyeceğim. O yüzden, kahve telvesiyle çizilmiş kısa yollara çıkacağım; sonu aydınlık, ferah. İçim yine kuruntudan kararmış olacak belki ama şaşırmayacağım. Kuşlar haber getirecek, sevinçle kabul edeceğim. Bir şarkı saracak içimi belki. Hiç de huyum değilken, sakınmadan söyleyeceğim.
Bütün iyi niyetler, kahve fincanın elverdiğince söylenip tüketildiğinde, ne yolculukları, ne gelmesi muhtemel aşkı zaptedebilecek belleğim. Sadece o nedensiz mutluluk kalacak geriye. Bir küçücük fincandan, kelimelerle yayılacak ruhuma, mutluluk. Kelimelerin gücüne, yiine ben şaşıracağım en çok.

Ağustos/2009

17 Ağustos 2009 Pazartesi

Annem gibi

Göz kapaklarıma yığılan uykuyu silip atmak istiyordum bir tarafa. Onun gibi olmak; durmak, yorulmak bilmeden, hatta hiç bıkmadan, sıkılmadan çalışmak... Ama olmuyordu. Onu izliyordum, elimdeki işi oyalanarak tamamlamaya çalışırken. Gece ben yatağıma uzandığımda, kapının altından odama sızan ışıktan anlıyordum ki, o hâlâ bir şeyleri derleyip toparlama telaşında. Sanki son günü, son saatleriymiş gibi geçiyordu onun için zaman. Hep elinden gelenin fazlasını yapmaya çalışıyordu. Oysa ben yorulmuştum. Uğraşmak da istemiyordum dahası. Belki de tek gerçek neden buydu. Her şeyi bir anda ortaya döküp uğraşmak taraftarı değildim ben. Hele de hevesle, içim dolup taşarak yapmıyorsam elimdeki işi... Ama yine de suçlu hissediyordum kendimi.
Odalar arasında gidip gelen gölgesi, kapı altından sızan ışığa yansıyordu; alamıyordum gözlerimi. Bu kadar fedakâr olabilmeyi sağlayan duygunun ne olduğunu bulmaya çalışıyordum, derin derin alarak nefesimi. Daha da yorgun düşen aklım, bedenim, uykunun kollarına bırakıyordu sonunda kendini. Yine de biliyordum, yeni güne, bir öncekinden daha azimli başlayacaktı o; ben yineleyip dururken aklımdaki soru işaretlerimi.

14 Ağustos 2009 Cuma

Yan masa

Dün akşam, işlerin yoğunluğu altında geçip giden vakitlerin acısını çıkarmak için, arkadaşlarla buluştum. Seni anlattım; senin olmadığın, belki de hiç olamayacağın masalarda.
Kadıköy'ün ara sokaklarından birinde, kalabalığın gürültüsüne kattım sana dair tariflerimi. İnanmaz gözlerle baktılar, yan masadan kulak misafiri olanlar. Neden bilmiyorum ama, bulunması gereken ve aynı oranda da imkânsız şeylerdi istediklerimiz; sana, size dair. Masadaki peynirin kahverengi olmaması kadar doğaldı aslında, bir çırpıda sıralayıverdiklerimiz. "Şu hayalperestlere bir cümle etmek gerek" der gibi bakan biri, seslendi yan masadan; "Artık peynirler bile kahverengi olabilir." Güldük...
"Anlamıyorum insanları" diye devam ettim söze; içi boş kalan "sen" imgesine talip olanları ya da delice öyle olmasını istediklerimi anlatırken. "Anlamak için uğraşmayı bırakalı çok oldu" dedi bir başka masa. "Sarhoş muhabbeti yapıyor bunlar" diye fısıldaşırken kendi aramızda, "sizden çok daha net görüyoruz birçok şeyi, hem de bu kafayla" diye terslendi cümlenin sahibi. Sessiz kaldık. Artık gülemiyorduk da.
Masanın her bir köşesine dizilen telefonlara gitti ara sıra gözlerimiz. Suskun kalınan anların ilk uğrak yeri oldu telefonlar. Kimi sevgilisinin aramasını bekliyordu, kimi, bir ufak gönül çarpıntısıyla varılacak noktanın, belirleyicisi bir işaret. Sadece benim elim, can sıkıntısından uzanıyordu telefona. Evirip çevirip vakit geçiriyordum, ta ki biri, hikâyesine kaldığı yerden başlayıp, cümleleri sıralayana kadar ardı ardına.
Geçmişten, gelecekten bahsedip, hayaller kurmaya başladık sonra; her an diğer masalardan gelecek bir müdahaleyi bekleyerek. Neyse ki hayallerimize karışmadılar; belki de "ne halleri varsa görsünler" diye içlerinden geçirerek. Fırsattan istifade uzun uzun konuşup, yanıtsız sorular sorduk birbirimize. Ve sustukça inandık, bütün cevapları yaşadıkça öğreneceğimize...

13 Ağustos 2009 Perşembe

Beklerken

Akşam güneşi gibiydi kız. Ellerinde, yüzünde, tüm bedeninde geziniyor ama yakıp kavurmuyordu. Gözleri kamaşıyordu ona bakarken çocuğun. Kıstığı gözlerinin seçebildiği kadarı yetiyordu hayatı tanımlamaya. Bir parça gökyüzü, rüzgarda savrulan kuzguni saçlar. Gözalabildiğine uzanan buğday tarlalarında gezinen, uzaktan bakanı, bir melodi gibi ritmik dalgalanışına hayran bırakan rüzgar gibiydi kız. Ilık, nazik... Ve güzel...
Kızın gözleri elindeki kitabın aynı sayfasındaydı dakikalardır. Kitaptaki kadın gibi, bulunduğu hiçbir yere bağlanmayan ve gittiği herhangi bir yerde yaşamaya karar verecek kadar yalnız biri olduğunu hayal ediyordu. Aidiyet duygusu olmayan bir yolcu olabilir miydi? O boşluk duygusunu hissetmeye çalıştı. O duyguya benzer bir şeyler arandı belleğinde.
"Başka yerde yaşayamam" dediği şehirde geçiyorken hayatı, bütün şehirlerle ve birçok insanla bağlantısını koparmış ya da koparmak zorunda kalmış; özgür ve yalnız bir yaşamın tahtına oturmuş o kadının yerinde olmak ister miydi? Bir yaprak gibi oradan oraya savrulmaya tahammül edebilir miydi?
Tam o anda, uzun zamandır ona yöneldiğini hissettiği ama önemsemediği bakışların, içini okumuşçasına daha da ısrarcı olduklarını farketti. "Evrenin mesajları" diye düşündü.
Durağa yanaşan otobüs, yolcularını almış gitmek üzereydi ki, daldığı düşüncelerden uyandı. Kitabını, çantasını, kucağına koyduğu ufak tefek poşetleri bir akrobat edasıyla çarçabuk toparlayıp, son anda bindi otobüse.
Uzun süre güneşle oynaşmış gibi ışığa doymuştu çocuğun gözleri. Şimdi baktığı her yerde, karanlık içinde patlayan kıvılcımların dansı vardı. Kıvılcımlar dans ediyor ve ömründen bir günü daha tüketiyordu.
Yaşadığı acıyı başkasında gördüğünde şıp diye tanıyıverirdi insan. Farklı yollardan yalnızlığa ulaşan yorgun yolculardı ikisi de. Çarpışan arabalar pistinde sağa sola çarpa çarpa zedelenmiş ruhları vardı. Ve ne yazık, vardıkları yerde, yine en olmaza açıp gönül kapılarını, savunmasız kalacaklardı...

12 Ağustos 2009 Çarşamba

Oynamıyorum

Bana bir sürpriz hazırlığında sanki hayat. Aralarında fısır fısır konuşurlarken, ben yaklaştığımda acemice konuyu değiştiren arkadaşlarım gibi; beni gördüklerinde arkaya saklanan elleri gibi davranıyor bana. Oysa ben dışlanmış hissediyorum kendimi. Bu hâlin anlamını bulmak için kafa yoruyorum... Ve efkâra boğuluyorum bazen. Omuzlarımı çekerek "banane" diyorum, "oynamıyorum ben!"
Elindeki çikolataya doğru, ilk adımlarını atması beklenen bir bebek gibiyim onun karşısında. Tam yaklaştım derken, çikolatayı götürüyor hep daha uzağa...

11 Ağustos 2009 Salı

İşmar

Göz kırpmayı öğrenmeye çalışan küçük bir çocuk gibiydi şans. Ne zaman denese, ağzının bir kıyısı kulaklarına çekilmiş gibi, bir sağa, bir sola salınır dururdu. Gözünü kırpmak isteyen fakat daha çok ağzını oynatmayı başarabilen bir çocuktu onun şansı. Uğraştıkça yüzü daha komik, daha görülesi bir hâl alan, bir küçük çocuk...
Severdi çocuk yüzlerini. Ve tüm tanımlamalarını çocukların yüzlerinde kişiselleştirmeyi...
Belki de bu yüzden, köşeye kaldırdığı bir eşya ya da giysinin, tam da işe yarayacağı konumu bulmuşken ve üzerine plânlar yapmışken üstelik; çöpe atıldığını öğrendiğinde... Ya da bütün yaz dolaşıp beğenemediği ve artık aramaktan vazgeçtiğinde gözüne ilişiveren o ayakkabının, ya rengini, ya numarasını bulamadığında; o çocuk yüzü gelir gözlerinin önüne. Aksilikleri unutuverir...

(İşmar; Bizim oralarda göz kırpmak anlamına gelir)

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Tersine

Kulağım çınlıyor. "Biri seni konuşuyor" diyor içimdeki ses. "Ya da biri seni konuşsun istiyorsun" diye ekliyor ardından. Gökyüzü kâh gri bulutlarla örtülür, kâh mavi mavi gülümserken, ince bir duman gibi dağılan beyaz bulutlarıyla; ben bir sandalyede oturmuş, gelip geçen insanları izliyorum.
Bir kadın, üç-dört yaşlarında bir çocuğa dil çıkarmasını öğretiyor, kahkahalar arasında. Bir yanda, zar zor dengesini tutturduğu adımlarından habersiz, kendi bebek arabasını iten bir ufaklık; diğer tarafta, neredeyse ilkokul çağındaki çocukları, bebek arabalarına koymuş, dolaştırmaya çıkaran kalabalık... Bu hayatta her şey, tersine mi işliyor artık?


Can Yücel' den

Yaşamın en tatsız tarafı sona eriş seklidir..
Şüphesiz ki yaşamı tersten yasamak daha güzel,
Hatta mükemmel olurdu.
Nasıl mi ?
Cami'de uyanıyorsunuz. Bir tahta
sandık içersinde, Herkes karsınızda
saf durmuş, iyiliğinize dua ediyor
ve tüm haklar helal edilmiş
vaziyette.tabuttan doğruluyorsunuz, yaşlı,
Olgun ve ağırbaşlı olarak.
Herkes etrafınızda, büyük bir
İtibar, iltifatlar, çocuklar torunlar hepsi
Hazır.arabanıza kurulup evinize gidiyorsunuz.
Doğar doğmaz devlet size
maaş bağlıyor, aylık veya üç ayda bir maaşınızı
alıyorsunuz. Ne güzel, hazır maaş, hazır ev....
Altmışlı yaslara kadar hersek garanti, huzur
içinde yaşıyorsunuz. Sağlığınız gittikçe düzeliyor,
kaslar güçleniyor, kuvvetleniyorsunuz. Bir gün
çalışmak istiyorsunuz ve ise ilk başladığınız gün
size hoş geldin hediyesi olarak bir plaket ve altın
kol saati veriyor patronunuz.. Ve genel müdürlük
veya bunun gibi yüksek bir makamdan tecrübeli bir
insan olarak ise başlıyorsunuz. Herkes karsınızda
el pençe divan...vücudunuzda da bazı hoşa giden hareketler
de başlıyor. Gittikçe zayıflıyor forma giriyorsunuz.
Diğer hormonal aktiviteler artıyor,
fevkalade.....aman ne güzel günler başlıyor...
Derken bir gün patron size artık üniversiteye
gitsen daha iyi olur diyor. Bu arada babanız ortaya
çıkmış, "fazla çalıştın" diyor "artık eve dön, isi
bırak, okumaya basla, harçlığın benden olsun..." keyfe
bakar misiniz ?
Okuduğunuz dersler gittikçe kolaylaşıyor. Ekmek elden,
su gölden bir dönem başlıyor. Partiler, diskotekler,
kızların sayısı artıyor. Derken Anne ve babanız sizi
götürüp getirmeye başlıyor, araba kullanma derdi de yok
artık....
Günün birinde sizi okuldan da alıyorlar, "evde otur,
keyfine bak, oyuncaklarınla oyna" Diyorlar..
Mamanız ağzınıza veriliyor, zaman zaman altınızı
bile Temizliyorlar, hatta bu durum alışkanlık yaratıyor
ve hiç tuvalet kullanmamaya başlıyorsunuz.
Derken anneniz bir gün size süt verme
kararını alıyor ve başka bir keyifli dönem başlıyor.
Mama artık her yerde, her an ve en taze şeklinde
hazır. Bir gün karanlık ilik ve sıcak bir ortama
giriyorsunuz. Beslenmek için ağzınızı açmaya
dahi gerek yok, bir kordondan besleniyor,
sıcacık, yumuşacık, gürültü ve patırtısız bir
ortamda yasıyorsunuz.
Küçülüyor, küçülüyor, ufacık bir
hücre halini alıyorsunuz.
Ve günün birinde müthiş bir
Olayla hayatiniz bitiyor...

7 Ağustos 2009 Cuma

Cümleler

Kelimelerin arasından fışkırmalı duygular. Öyle ki, sarhoş olmalıyım okurken. Kaşlarımı kaldırıp hayrete düşmeliyim bazen. İçimden geçip gitmeli hikâye, beni içine almalı. Kendimi yerine koyabilecek kadar hissetmeliyim anlatılanları. Bazen kaybolmalıyım içinde... Bazen de sorgulatmalı kendimi bana...
Kapağını kapatsam da bir kenara bırakamamalıyım; aklımda dönenip durmalı. Bir gün yolda yürürken, hiç tanımadığım birinin yüz ifadesinde yeniden karşıma çıkmalı. Küçük bir çocuğun başucuna serdiği bayram kıyafetleri gibi olmalı; her gözümü açtığımda, yeniden kendine baktırmalı. Bazen, bir şarkı sözüyle yürümeye başladığım yol, aynı sokağa çıkmalı. Değerli bir taş olup parmağımda olmasa da, bir küçük kıvrım olup, dudağımda; bir ufak kırışık olup, gözümün kenarında bulunmalı.

6 Ağustos 2009 Perşembe

Bir sabah

Yapış yapış bir sabaha uyanmıştı şehir. Nemli ve bunaltıcıydı hava. İşlerine gitmek için evlerinden çıkan insanlar, ağır ağır adımlıyorlardı sokakları. Sanki asfalt erimiş, ayaklarına yapışmıştı; yürüyemiyorlardı. Kimse, yanından geçenin yüzüne bakmıyordu bile. Gülümseyişleri tükenmiş, selamları karanlığın içinde kaybolmuştu. Işıkları söndürüp, sahneyi başa almak istiyordum. Parmağımı şıklatarak dondurmak istiyordum, tüm devinimleri.

Henüz açılmamış bir dükkanın önüne kurulmuş, gelip geçenleri süzüyordu; hayatın aldıkları karşılığında, sonsuz bir umursamazlık bağışladığı o kadın. Adım adım ona yaklaşan ve ondan uzaklaşan insanlara bakarak gülüyordu. Derin bir acıma mı, yoksa ince bir alay mı olduğunu kestiremediğim o gülüşü, her kişide farklı derecelerde oluyordu. Kimi zaman gürültülü bir kahkaha koyveriyordu, neredeyse sözleşmiş gibi sessiz yürüyen kalabalığın doldurduğu sokağa. O sessizlik için, parmak uçlarında yürüyecek kadar özenli, ama bir merhabayı esirgeyecek kadar da özensiz yürüyordu kalabalık.

Terden yüzüne yapışmış, kulak hizasında küt kesilmiş saçları vardı kadının. Ve kirden seçilmeyen yüzünde, güldüğünde parıldayan beyaz dişleri. Dalgalı, uzun sarı saçları olan bir kadın geçti önünden. Az önce yerden bulduğu gazete sayfası elinde, geçen kadına baktı bir süre. Yüzüne yapışmış saçlarını, başını sağa sola sallayarak savurmaya çalıştı sonra, semtin en güler yüzlü delisi. Yırtık kot pantolonuyla salına salına geçen genç kıza güldü; örneğine sadece türk filmlerinde rastlanabilecek bir alaycılıkla. Kimbilir ne kadar zamandır üzerinde olan, rengi seçilemeyecek denli kirli ve lekeli pantolonuna baktı sonra. Dizindeki yırtığa, kanayıp kabuk tutmuş yarasına baktı şaşkınlıkla.

Geçen arabalara el salladı. Annesinin elinden tutmuş yürüyen çocukların, kiminin korkuyla, kiminin merakla açılmış gözlerine gülümseyerek bakıp, selamlaştı. Yanına yaklaşan sokak köpekleriyle konuştu, kedilerin başlarını okşadı. Onu orada öylece otururken görseler, yanından geçerken birazcık dikkat etseler, kaldırım taşında değil de, yumuşak bir minderde oturduğunu sanırlardı.

Eli yüzü, üstü başı kirliydi. Ve burnumuza ulaştığı anda, mide bulandıracak denli kötü bir koku yayılıyordu üzerinden. Kendi kendine konuşup, vara yoğa gülüyordu. Tanımadığı kişilere selam veriyor, ona tiksintiyle bakan gözlere daha çok gülüyordu. İnsanın içini karartacak tüm kötü düşünce ve huylardan arınmış, eşi ancak çocuklarda görülecek bir saflıkla gelip çıkmıştı karşımıza. Ama yan yana dursak, sabah yeni giydiğim ütülü kıyafetlerle, ben ondan daha temizdim güya.

Yollarda yalpalayarak yürümek; ellerim ceplerimde dolanıp, yanımdan geçen insanların gözlerinin içine bakmak, gülümsemek istiyordum. Günün sıcağında, ayağımızın altına yapışmış zift karasını, her gittiği yere götüren biri olmak istemiyordum. Belki bu yüzden, sadece bir başlangıç olsun diye yani; kimse ona bir an olsun bakmadan yanından geçip giderken, ben dikkatle izliyordum onu. Üzülüyordum, özeniyordum... Ve korkuyordum da belki. Ama aklım, gerçeklerden kaçmama izin vermeyecek bir dedektifti. Ve gelip yine bulmuştu beni...

3 Ağustos 2009 Pazartesi

Uğultu

Beyaz bir masa örtüsü üzerinde, ojeli tırnaklarını gezdirdi kadın. Bir kitabın cümleleriyle, hayalinde canlanan bir sahneydi sanki, ansızın hatırlayıverdikleri. Az önce "evet" demişti. Sulanan gözlerinden aşağı yaşlar süzülmesin diye kırpmak istememişti ama, geçmişin can yakan anılarına dayanamadı gözleri. Silinsin, yok olsun diye gördükleri, sımsıkı kapadı; ve yaşlar süzüldü yanaklarına. Damla damla ıslandı sevinçleri.
Şaşkına dönmüş onlarca yüz vardı çevresinde. Deli gibi sevdiği adamla evlendiğini belgeleyen deftere damlıyordu gözyaşları. Herkes kendince bir senaryoya uyarlıyordu olanları. Oysa o, bir kapının eşiğine oturmuş, kavga eden anne-babasına yalvarıyordu hâlâ. "Yapmayın" diyordu; kan çanağına dönmüş gözlerini, elinin tersiyle silerek. Kesik kesik hıçkırıyor ve sesi çıktığınca bağırıyordu. "Yapmayın!"
Baba, kapıyı çarpıp gidiyor; anne, olduğu yere ilişip, saatlerce ağlıyordu. Yalancı mart güneşi vuruyordu salonun penceresine. Pencere kenarına konulmuş yemek masasının üzerindeki beyaz örtü, az önce üzerinde parmaklarını gezdirdiği örtüye benziyordu.
Yıllar geçiyordu hızla. En kirli örtüler bile yıkanıp temizleniyordu ama, insan içinde biriken tortuları bir türlü temizleyemiyordu. Islak gözlerini yerden kaldırmadan, "yapmayın!" dedi, yıllar sonra yeniden. Ve içindeki çocuğun ıslığa benzeyen sesi duyuldu. İnsan, zaten hep en mutlu olduğu anlarda duyardı, kötü anıların kuytu bir köşede saklanan uğultusunu.