Dün akşam, işlerin yoğunluğu altında geçip giden vakitlerin acısını çıkarmak için, arkadaşlarla buluştum. Seni anlattım; senin olmadığın, belki de hiç olamayacağın masalarda.
Kadıköy'ün ara sokaklarından birinde, kalabalığın gürültüsüne kattım sana dair tariflerimi. İnanmaz gözlerle baktılar, yan masadan kulak misafiri olanlar. Neden bilmiyorum ama, bulunması gereken ve aynı oranda da imkânsız şeylerdi istediklerimiz; sana, size dair. Masadaki peynirin kahverengi olmaması kadar doğaldı aslında, bir çırpıda sıralayıverdiklerimiz. "Şu hayalperestlere bir cümle etmek gerek" der gibi bakan biri, seslendi yan masadan; "Artık peynirler bile kahverengi olabilir." Güldük...
"Anlamıyorum insanları" diye devam ettim söze; içi boş kalan "sen" imgesine talip olanları ya da delice öyle olmasını istediklerimi anlatırken. "Anlamak için uğraşmayı bırakalı çok oldu" dedi bir başka masa. "Sarhoş muhabbeti yapıyor bunlar" diye fısıldaşırken kendi aramızda, "sizden çok daha net görüyoruz birçok şeyi, hem de bu kafayla" diye terslendi cümlenin sahibi. Sessiz kaldık. Artık gülemiyorduk da.
Masanın her bir köşesine dizilen telefonlara gitti ara sıra gözlerimiz. Suskun kalınan anların ilk uğrak yeri oldu telefonlar. Kimi sevgilisinin aramasını bekliyordu, kimi, bir ufak gönül çarpıntısıyla varılacak noktanın, belirleyicisi bir işaret. Sadece benim elim, can sıkıntısından uzanıyordu telefona. Evirip çevirip vakit geçiriyordum, ta ki biri, hikâyesine kaldığı yerden başlayıp, cümleleri sıralayana kadar ardı ardına.
Geçmişten, gelecekten bahsedip, hayaller kurmaya başladık sonra; her an diğer masalardan gelecek bir müdahaleyi bekleyerek. Neyse ki hayallerimize karışmadılar; belki de "ne halleri varsa görsünler" diye içlerinden geçirerek. Fırsattan istifade uzun uzun konuşup, yanıtsız sorular sorduk birbirimize. Ve sustukça inandık, bütün cevapları yaşadıkça öğreneceğimize...
14 Ağustos 2009 Cuma
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum:
Yorum Gönder