28 Kasım 2008 Cuma

Sobe

Aysema öğretmenim sobelemiş beni. Takıntılarımı yazmamı istemiş.

Aslında bu konuyla ilgili uzuuun bir yazı yazabilirim, takıntılı bir insan olmam sebebiyle. Beni o noktaya getiren de çoğu zaman tez canlılığım oluyor. Aklıma düşeni hemen yapmak istiyorum. Öyle bir heyecan kaplıyor ki içimi. O heyecanım kaybolmasın, bir an önce başlasın bir şeyler istiyorum. Ama çoğunlukla istediğim gibi gitmiyor işler. İşte o zaman başlıyorum “neden olmuyor?” diye düşünmeye. Düşünüyorum, düşünüyorum… Değiştirmek istediğim ama bir türlü başaramadığım huylarımdan biri bu.

Sonra, detaycılığım var. Bazen çok işime yarıyor bu huyum. Ama dediğim gibi, sadece bazı zamanlar. Bu huyumla sevdiğim insanları üzdüğümde olmuştur. En az onlar kadar ben de üzüldüm tabii. Tüm o anlar için bir kez daha özür diliyorum bu vesileyle.

Bir de, bulunduğum yer derli toplu olsun isterim hep. Düzenli raflara, düzenli bir dolaba bakarken mutlu oluyorum çünkü ben. Bu da takıntı sayılabilir herhalde.

Kasım/2008

27 Kasım 2008 Perşembe

Açık mektup

Sırtımı duvara yasladım, gözlerimle ellerimi incelerken. İşaret parmağımdaki yüzüğü çıkartıp taktım birkaç kere. Bütün parmaklarımda denedim teker teker, nasıl göründüğüne baktım. Aklım dağılsın diye yaptım tüm bunları ama, düşünmekten alıkoyamadım kendimi. Dışarıda gündüz saatlerinin bahar havasını unutturan bir soğuk vardı. Yağmur yağıyordu delice. Bir türkü söylemeye başladı sahnedekiler. Eşlik ettim ben de usul usul. Gözlerimi ellerimden ayırmadan söyledim. Sanki gözlerimi kaldırırsam, tüm üzüntülerimi açık edecekmişim gibi kendimi saklayarak söyledim. Hüznü saklamak için kaçırılan gözleri bilir misin? Kurulan kısa cümleleri, verilen belirsiz yanıtları ya da?

Elim masadaki bardağa uzandı. Bir yudum içip, gözlerimi kaldırdım sakladığım yerden. Az evvel kaçırdığım bakışlarımı kalabalığa yönelttim. Başka bir türküye başlandı. O türküde bir söz dokundu yüreğime, açık yaraya değen kolonya gibi. Bir an yakıp geçti o söz, ben ardından üflemeye devam ettim. Yaraya üfler gibi eşlik ettim türküye, kalabalıkla birlikte. Bilir misin, nasıl içten, nasıl da içli söylenir o türküler? Hem can acıtır, hem de yaralara merhem olur o cümleler.

Güzel çalınan bir kemençenin sesi ulaştı kulaklarıma. Hani, elini yanağına koyarak dinlenilecek türden. Zaman zaman “ah be” dedirtecek cinsten. Sen de seviyorsundur umarım. Gözlerimde, akmaya hazırlanan birkaç damla yaş belirdi. Sessiz sedasız dokundu onlara parmaklarım. Dışarıda yağan yağmurdan ıslanmışlardı, şimdi ise gözyaşlarımla ıslanacaklardı. “Sus” dedim, içimde kıpırdanan hüzüne. “Sus! Yoksa bitmez bu gece.”

Sarhoş olmuş biri oturuyordu yanımızda. “Ben bir şey içmedim” deyip duruyordu. İçmeden sarhoş olmak böyle bir şey demek ki, diyerek dinledim, kendini inkâr edişini. Sarhoşluğu bir aynaydı, kendi içine tuttuğu. Yüzleşmesi gerekirken sakladıklarıyla, sarhoşluğun zırhını bürünmüştü üzerine. Kendisi dışında, herkes tanık oluyordu açığa çıkardıklarına. Sahi, sen hiç sarhoş oldun mu? En kuytu köşelere sakladığın sözlerini, bir anda açık ettiğin oldu mu bu yüzden? Bilmen gerekenleri bir yabancıdan duydun mu hiç? O yabancının, umursamazca söylediği sözlerle, yıkıntılar altında kalmışken, sana uzanacak bir el aradığın oldu mu? Yalnızlık zordur. Şükür ki yalnız kalmadım hiç.

Eve giderken geçtiğimiz sokağın solgun ışığı altında, suskun suskun yürüdük. Topuk seslerinde yitirdik sessizlikleri. İçinde bir harp varken, öyle sessizce yürümek, ne kadar manidardır, bilir misin? İçinden gelip geçen mermilerin, vızıltısını dinlersin. Delik deşiktir gönlün, bilirsin. Ve sen susarsın sadece. Bir şeyleri anlatmaya niyetlenmiştir aklın ama, nereden başlayacağını bilemez hale gelmişsindir. Söylediğin ilk hecede takılıp kalıverirsin.

İşte o an biri gelir, dağıtmaya çabalar hüznünü. Saçma sapan fıkralar, gerekli-gereksiz olaylar anlatır. Komşunun kızından, bakkalın çırağından bahsedip; bir rüzgâr olup dağıtmaya çalışır, zihnini saran sis bulutunu. Ve sen, dostluğun güvenli alanında, derin bir iç çekişle başlarsın parçalamaya, içindeki yumruyu. Umarım böyle güvenli alanların vardır senin de. Ve dilerim hiç ayrı kalmazsın o insanlardan. Tıpkı kendi adıma dilediğim gibi…

Kasım/2008

26 Kasım 2008 Çarşamba

Ne isterdiniz?

Walkmanimi aldığım zamanı dün gibi hatırlıyorum. Aldığım bayram ikramiyesinin büyük kısmını ona yatırmıştım. Ne çok kaset dinledim onunla. Yolculuklarda yanımda taşıdığım kaset poşetini hatırlarım mesela. O kaseti takıp çıkarma sesi hala kulağımda. O walkmanin en yakın arkadaşı da Kazım Koyuncu’nun Viya albümüydü. Kimbilir kaç kez dinledim o kaseti, kaç kez…

Sonra, otuz ila kırk arası şarkı alabilen bir mp3′üm oldu. Hatta hediye edilmişti bana. Bir anda rafa kaldırdım walkmanı. Mp3 hem daha rahat taşınabiliyordu, hem de daha fazla şarkı alıyordu. Üzerinden epey zaman geçti, arızalandı bir gün. Ucuz yollusundan bir gblık bir mp3 aldım yerine. Daha fazla şarkı alıyordu. E zamanla alışınca yetmemeye bile başlamıştı. “Ucuz etin yahnisi yavan olur” sözünü doğrularcasına, kısa zamanda arızalandı zaten. Sonra iki gblık başka bir tane aldım onun yerine. Zamanla sesinde problem oldu, fısıltı şeklinde şarkı dinletmeye başladı bana. Bu şekilde devam ettiremezdik ilişkimizi, yollarımızı ayırmaya karar verdim. Aradan epey zaman geçtikten sonra da, şu an kullandığım ipod’u aldım. Kapasitesi dört gb.

Dün akşam güzel havayı fırsat bilip eve yürüyerek gittim. Açtım ipod’u, müzik seçmeye çalıştım. Listenin sonuna geldim olmadı, başına döndüm olmadı. Hiçbirinde karar kılamadan, öylece geçip gittim trafikte sıkışmış arabaların arasından. Walkmanimi özlediğimi farkettim birden. Onun o kabullenilmiş şarkı listesini özledim. Hızla bizden kopup giden duygularımızı düşündüm. Öyle ya da böyle ruhumuza yerleştirilen “hep daha fazlasını isteme” dürtüsünden rahatsız oldum. O daha fazlası hiç yetmeyecekti ki. Ne kadar fazla olsa, o kadar az kalacaktı isteklerin yanında. Şişmanlar zayıf, kısa boylular da uzun boylu olmak isteyecekti mesela. Göz rengi siyah olanlar renkli gözlü olmak (ya da tam tersi), gözlük kullananlar kullanmamak isteyecekti. Hep istedik, isteyecektik de.

Ortaköy’e vardığımda markete uğradım. Kapıda yan komşumuzla kızına rastladım. Ne olduğunu anlayamadığım bir şey alması için annesini ikna etmeye çabalıyordu kız. “Bunu da al, başka bir şey istemeyeceğim” dedi. Bilirim istemeyiz. “İçimizde isteklerimizi kontrol eden biryer de olmalı” diye düşünürken ben, aldığım tavuk parçaları için gerekli soruyu sordu genç çocuk. “Bunları dövelim mi abla?” “Dövün valla neden olmasın?” dedim içimden, aynı soruyu bakışlarında muhafaza eden çocuğa bakarken. “İyi olur” dedim sonra. Marketten çıktığımda hava güzeldi, hiç eve girmek istemedi canım. Canımında bugün hiçbir şey istemeyeceği tutmuştu ya, aldırmadım ona. Zira hala istenecek ne çok şey vardı şu hayatta…

Kasım/2008

24 Kasım 2008 Pazartesi

Uykusuz

Geceleri uykuya teslim olana dek müzik dinlemeyi seviyorum ben. Yaşadıklarımı düşünmeyi, hayaller kurmayı, şarkının bir yerinde eşlik etmeye başlamayı seviyorum. Ama son birkaç gündür ritmimi kaybettim galiba. Ruh halimi kestiremiyorum, bir şarkıyı sonuna kadar dinleyemiyorum. Hatta bazen başlamasına bile fırsat vermiyorum. Televizyon kumandasının hakimi, zap yapan kişiye mahkum aile fertleri gibiyim. Kendimle kavga ediyorum.

“Tülay birinde dur artk!”

“Ama canım dinlemek istemiyor!”

Bir maphusun özgürlük düşleri gibi umutlu ama uzak uykunun kucağı. Ve zaman ilerledikçe de alabildiğine özlem dolu. Dalgaların yıkadığı kumlara isim yazmak gibi nafile bir çaba uyumaya çalışmak. Öyle uyuyayım deyince uyunmuyor ki.

İlkokul dönemlerimde benim için en sevimsiz zamanlar pazar akşamlarıydı. Annem yemek yapardı mutfakta. Yatağa kovulana kadar bir şeylerle oyalanırdım ben de. Annemin soyup doğradığı o soğanların acısı ne yapıyorsa artık gözlerime, yatağa yattığımda bir türlü kapatamazdım gözlerimi. Yanardı içi, uyuyamazdım. Çok sinir bozucuydu o anlar, döner dururdum yatakta. Dayanıksızlığımdan mı yoksa gözlerimin hassaslığından mı bilmiyorum, hala daha aynı şekilde acır gözlerim. Daha soyarken ağlamaya başlıyorum. O yüzden kaçabildiğim kadar kaçıyorum bu işten. Ama annemin iğnelemelerinden kurtulmak, o kadar kolay olmuyor tabii. “Her zaman bana mı doğratacaksın soğanları?” Bilmem… Ama fena da olmaz aslında. Tabii bunları söylemiyorum ona. Küçüklüğümden beri, bir şey yaparken huysuzluk ettiğimde “Yaptığın banaysa, öğrendiğin kendine” der hep. Aslında haklıdır da. Ben bu konuya nereden geldim ki, hay Allah.

İşte o uykusuz ve huzursuz zamanlarımda yazdığım satırları okurken ben, bu okuduklarınız çıktı ortaya. Kendi huzursuzluğumun sebebini bulurum belki diye başlamıştım ama henüz bir sonuca varamadım. En iyisi ben bir de şarkı ekleyeyim bu yazıya…

Kasım/2008

21 Kasım 2008 Cuma

Elini uzat bana

Vapurun iskeleden ayrıldığını gördüm. Koşmama gerek kalmamıştı. Kaldırıma çıkarken, sağ tarafımdan gelen sesle başımı çevirdim o yöne. “Hayır, ben kendim çıkarım.” Kaldırıma kendi çıkmayı isteyen küçük beyden geliyordu o ses. Durdu, yüksekliğe bakındı bir süre. Sonra bir ayağını kaldırıp, adımını attı kaldırıma. Dengesini kaybetti ama annesinin “elini uzat bana” deyişini de kaale almadı. Dizini yere koydu, yetmedi eliyle destek aldı. Öyle bir çaba harcadı ki, görülmeye değerdi.

Bu sabah bilgisayarın başına oturduğumda, işlerime başlamadan evvel bloglarda dolaştım. Aydan Atlayan Kedi‘nin sayfasındaki cuma mektubunu okudum. Kalbin kıyısındaki bir sandaldan bahsediyordu. Yolcularını gördüğümüz olaylardan ya da dinlediğimiz hikayelerden alan bir sandal. Kalabalık mı kalabalık.

Yazdıkları, üç sene evvel bir bayram sabahı, darülacezeye gidişimizi hatırlattı bana. Yatağından kalkamayan, sadece sırtını bir yere yasladığında oturabilen ya da adım adım o bahçeyi dolaşan onlarca insan görmüştük. Konuştuk, dinledik; gözyaşlarına tanık olduk. Hayatım boyunca en çok orada hissettim o duyguyu. Elimden daha fazlası gelsin, yaptıklarım acılarını dindirmese de en azından hafifletsin istedim. Çok istedim… Sonra öyle bir hale geldim ki, hiçbir şeye yetmediğimi düşünmeye başladım. Kendime bile…

Sabah erken saatlerde bindiğim otobüste başını yaslayıp uyuklayan o muavin çocukta, sokakta yalın ayak dolaşan o küçük çocuklarda hep kendimi gördüm. Hayatları değişsin istedim. Hepsine el uzatmanın imkansızlığını bilmek köşeye sıkıştırıyordu her seferinde beni. Daha çok yandı canım. Yetmedi. Birkaç ufak değişiklik dışında değişmedi hayatları. Yeri geldi hikayelerini onlardan dinledim, yeri geldi kaçamak bakışlarda yakaladıklarımla tahminlerde bulundum. Elimi uzattım. Ve bazen de onlar uzattı elini.

Yetmez sandım, yapamam sandım. Belki gerçekten de yetmedi, yapamadım. Ama her şeye rağmen ben uzattım, çekmedim elimi.

20 Kasım 2008 Perşembe

Ordan, şurdan,, burdan

Zor kalktım bu sabah yataktan. Halbuki dün akşam kitap okumaktan vazgeçerek erken yatmıştım. İşe yaramamış galiba ki, hala yorgunum. Evden çıkma saatime on dakika kala kalksam, hazırlanıp çıksam diye düşündüm. Ama kahvaltı hazırlamam gerek, kardeşim de kahvaltı edecek. Hem annem uyanınca “Tülay sen işe gitmiyor musun?” diye sorarken nasılsa uyanacağım. En iyisi paşa paşa şimdiden kalkmak.

Kahvaltı, hazırlık, derken saat sekize geliyor. Aynadaki yüzü hiç beğenmiyorum. Tek beğendiğim üzerimdeki kazağın rengi. Mavi, ne güzel bir renksin sen. Yol boyu radyo dinliyorum otobüste. Ara sıra gülüyorum deli gibi kendi kendime. İnmek için ayağa kalktığımda biriyle göz göze geliyorum, camdan dışarıya bakmaya başlıyorum sonra. Aynı yöne döndüğümde tekrar karşılaşıyor gözlerimiz. O kadar kötü görünmüyor muyum acaba? Ya da bir gariplik mi var? Bunu da neden düşündüğümü iyi biliyorum. Birkaç sene evvel bir sabah otobüs beklerken durağa bir bey gelmişti. Üzerinde gömlek, ceket, kravat; elinde çanta. Ayağında çorap, ayakkabılar. Ama pantolon giymemiş. Kamera şakası olduğunu düşünmüştüm bir süre. Öylece bekliyordu durakta. Hafızanızı yokladığınızda bazı şeyleri bulamazsınız ya bazen. Ne bileyim evden kapıyı kilitleyip çıktığınız an yoktur mesela. Sonra başlar bir “kapıyı kilitledim mi acaba?” telaşı. Bazı şeyleri otomatik hafızamızdan yapar, tamamlarız. Eğer biraz da dağınıksa aklımız, unutmamak olası mı?

Yağmur başlıyor ofise doğru yürürken. Montumun şapkasını kapatıp, ellerimi ceplerime sokup yürüyorum. Yağmur sonraları yerler kurumaya yüz tutmuşken yürümek vardı ya, bu mevsimde öylesi zor galiba. Yağmur demek trafik demek, karanlık bir hava demek. Ama en çok da Yeni Türkü demek benim için. Geçen kış Hayal Kahvesi’ne onları dinlemeye gidiyorduk. Özledim mi ne?

Şarkıları seçip, bir fincan da kahve aldım yanıma. Kullandığım programda hata var. Evraklar işlenmeyi bekliyorlar masanın kenarında. Ben oturup kitabımı okusam ne olur? Stajyerken işlerimi bitirip, toparlardım masayı hemen. Dağınıklıkta çalışamıyorum, muhakkak atlıyorum bir şeyleri. Bir müdürümüz vardı. Onun beni bu konuda uyarışı dün gibi aklımda. “Masanı bu kadar temiz tutma” demişti. Çalışır gibi görünmem gerekmiş. Masam bu haliyle aynı sizin istediğiniz gibi. Siz göremediniz ya ona yanarım.

Yorgunum demiş miydim? Hem de daha hiç çalışmadan.

19 Kasım 2008 Çarşamba

Issız ve puslu

Yoğun geçen bir günün ardından, aceleyle toparladım masamı; biraz erken çıktım işten. Dün akşamın yağmurdan nasibini almış İstanbul trafiğinde, Anadolu yakasına geçecektim. “Bu yağmurlu güne plan yapmak akıllaca mıydı acaba?” diye düşünmeye başladığımda, yarım saat otobüs beklemiştim bile. Neredeyse bir saate yakın bekledikten sonra geldi otobüs. 19:15 seansını kaçıracaktık anlaşılan. Otobüs de kalabalık mı kalabalık. Camlar, çarpışan sıcak ve soğuk hava sebebiyle buharlı. Nerede olduğumuzu bile göremeden gittim yol boyu.

Tutunduğum koltukta oturan hanım, okuduğu doktor raporunda sayfayı çevirdi, “…ultrason tetkikleri sonucunda görülmüştür ki…”, öndeki koltukta oturan amca da, içinde haberden çok resim bulunan gazete sayfasını. Arka tarafta bir hanım, kapının merdivenlerine oturmuş yüksek sesle konuşuyordu. Belki nerede olduğumuzu görebilirim umuduyla silecekleri çalışan ön cama bakındım. Silecekler, ilkokul yıllarından hatırladığım, elmayı çağırıştıran kalp şeklinde temizledi camları.

19:15 seansı yeni başlamıştı ki girdik salona. Film akıp geçti gözlerimizin önünden. Her izleyeninden sadece bir cümle dahi olsa izler taşıyan ve izleyicisine adanmış bir film. Melodik bir tavırla ayrılmak istediğini söyleyen o adam gerçek. Ne bileyim, belki iki sıra arkada sevgilisiyle oturan adamın eski bir hikayesinden o cümle ya da birkaç koltuk ilerimizde oturan kadının yakın zamanlı kırgınlıklarından. O melodik tonu yakalamasının sebebi olan şarkılar her ayrılık cümlesinde kendisini göstermiyor muhakkak. Göstermesi daha mı iyi? Bilmiyorum… Ama ben hala aynı sahneyi düşünüyorum.

Kasım/2008

18 Kasım 2008 Salı

Sus

Dolunay vardı gökyüzünde ve bir de onun yola vuran ışığı. Fötr şapkalı, uzun pardesülü bir adam belirdi yürüdüğü karanlık yolda. Ardına bakarak adımlarını hızlandırdı adam, sanki ondan kaçıyormuşçasına. İlk önce kaale almadı bu durumu. Sonra giderek rahatsız olmaya başladı adamın tavrından. Hani kovalanan o olsaydı, bu kadar endişe duymayacaktı sanki. Adama yetişebilmek için koşmaya başladı. Aralarındaki mesafe hiç azalmıyordu, adamın hızı hiç değişmemesine rağmen. Bağırmak istedi, “dur,kaçma!” demek. Ama yapamadı, daha hızlı koştu yalnızca adamın arkasından. Yaklaşıp kolunu tuttuğunda “dur lütfen” diyebildi güç bela. Durdu adam. Ağır ağır döndürdü yüzünü genç kıza doğru.

“Sen…” dedi kız, bir adım gerileyerek. “Ne zaman geldin?”

Adam başını eğdi yalnızca.

“Neden kaçıyorsun? Neden beni ardından koşturuyorsun? Görmüyor musun, çok yoruldum.”

“…”

“Bunca seneden sonra, ruhumda bir sürü yara açtıktan ve bunca eksik bıraktıktan sonra beni, şimdi buradasın öyle mi? Geri döndün yani?”

“Geçmiş geçmişte kaldı. Bugün yeni bir günün başlangıcı. Diliyorum ki biz de yeniden başlayabilelim, başlayan yeni gün gibi.” dedi adam.

Bildiği bir yalana kanar gibi uzattı elini kız, beraber yürüsünler diye babasıyla. Sanki şimdi kendine daha bir güvenerek atıyordu adımlarını. Özlemle, sevgiyle tuttuğu o elden aldığı güçle.

Uyandığında elinin havada asılı kaldığını farketti. Hayali bir eli sımsıkı kavrar gibiydi parmakları. Ne kadar özlemişti babasını. Öyle gerçek gibiydi ki, sanki gerçekten az önce ayrılmıştı yanından. Bunları düşünürken, mum alevini titretecek kadar hafif bir rüzgar gezindi teninde. Kendi hayatı üzerinde yine bu kadar söz sahibi olabilecek miydi peki, babası yanında olsa? Hangisini daha çok istiyordu, hangisinin yokluğundan daha çok üzüntü duyacaktı bilemiyordu. Evet gidişine üzülüyordu, yanında olmayışına da. Ama ardına katıp götürdüğü tüm mutluluklarını geri getirecek bile olsa, inşaa ettiği yeni yaşamından vazgeçmeyi kabul eder miydi şimdi?

Yokluğundan oluşan boşluklarda bir rahatlama da barındırır kimi şeyler, hüznüyle birlikte. İçten içe biliriz böyle olduğunu ama pek dillendirmeyiz. O boşluğu anlatmak gerekirse, sadece bir tarafından anlatma seçeneğidir elimizdeki. Öyle uluorta, herkese anlatılmaz zaten, içimizi rahatlatma nedeni. Gün gelir, bir olay yüzünden çelişkiler yaşar ruhumuz. Ve çelişkiler hayatın aynasıdır, öğreniriz.

Kasım/2008

12 Kasım 2008 Çarşamba

Bir şarkının yolculuğunda

Usul usul bir yağmur yağıyordu aşığı olduğu kentin sokaklarına. Yatağın üzerine oturmuş eşyalarını topluyordu, yağan yağmur gibi usul usul. En sevdiği kazağını, ona hediye örülen şalı, aklına ilk gelen diğer zaruri ihtiyaçlarını ve hayatının tam ortasında olan yabancılığı koydu bavuluna. En üste de tanıdık yüzleri barındıran bir fotoğraf albümü iliştirdi, kapadı bavulu. Bu anı görmekten ürker gibi gözlerini de kapayarak.

Gözü masadaki takvime ilişti. Bir bankanın takviminin yapraklarını, ilkokul çocuklarının yaptığı resimler süslüyordu. 5.sınıf öğrencisi bir kızın resminde, bir kardan adam el sallayarak gülümsüyordu. Arkada oyun oynayan çocuklar vardı ve bu resim, ocak ayını anlatmaktaydı. Çocuk, çizdiği evlerin dışını rengarenk boyamıştı, pencereler perdesizdi. Bacalar hararetle tütüyordu. Sıcacık evin renkli duvarlarından, bembeyaz karın kapladığı yerlere kadar her şey, çocuk dünyasının renklerine bezenmişti. Bacadan tüten duman petrol yeşiliydi mesela; evin alt tarafı sarı, üstü mavi, ortası yeşil-kahverengiydi. Kendi çocukluğu geldi aklına. Çocukluğunu ne kadar mutlu geçirdiği. O korunaklı dünyada olmak ne güzel olurdu şimdi.

Bavulunu aldı eline, kapıya doğru yürüdü. Dönüp bir kere daha göz attı odasına, onu anlatan eşyalarına. Posterlerine, geçen zamanın izlerini taşıyan not tahtasına baktı. 2 hafta öncesine kadar aslı, şimdi ise zamanın belirlediği hatlarının beyazlığı vardı, sevgilisiyle çekilmiş resimlerinin yerinde. Yapılmış planlar, doğum günü hatırlatmaları, beğendiği sözleri yazıp astığı not kağıtları, her şey yerli yerindeydi işte. Bir tek onun aklı ve kalbiydi sanki darmadağın olan.

Tren garına gelmişti, elinde bir bavul. Omuzları çökük, gözleri ardında. Bir tren yaklaştı yavaş yavaş; etrafta bir telaş, gözler yolda. Gelen de, giden de yola bakıyor yalnızca. Önünde uzayıp giden o yola. Ayıran, kavuşturan o demir raylara. Bir banka oturdu, kucağında o yeşil bavul. Kollarını kavuşturdu bavulun üzerinde, başını kollarına yasladı. Yandaki bankta oturan o küçük kıza baktı. Kızın banktan aşağıya sarkıtıp salladığı ayaklarında, kırmızı rugan pabuçlar vardı. Saçları iki yandan örgülü, uçları kurdaleli. Gitmek için gerçekten güzel bir gün müydü?

Bir bavul hazırlayıp gitmek kadar kolay mıydı, birinin yüreğinden ayrılmak? Kolay mıydı, söyleyecek herşeyi tüketmiş iki yabancı gibi, yalnızca “iyi bak kendine” diyerek uzaklaşmak?

Kasım/2008

7 Kasım 2008 Cuma

Doğum günün kutlu olsun!

Keşke seni özledik demenin başka yollarını bulabilsem. Keşke bu kadar sıradan olmasa özlemini anlatan cümleler.

Burada olsaydın, bir yaş daha bırakacaktın ardında. Oysa yoksun, sensizliğin ömrü artıyor bir yıl daha. Doğum günün kutlu olsun…

07.11.2008

6 Kasım 2008 Perşembe

Resim

Bir şarkı açtım. Başlamasına bile sabredemedi içim. Bir türkü seçtim, yine değiştirdim. Sonra başka bir tane. Olmadı, dinleyemedim. Hatırlamamın muhtemel olduğu bir şeylerden kaçar gibiydim. Halbuki kaçmama sebep olacak, bir şey yoktu bildiğim.

Elimdeki bir bardak suyu sehpahanın üzerine bıraktığım gibi, içimi bulandıran her ne ise, onu da yastığımın altına bırakmak istedim. Ama olmadı. Dahası uyku da tutmadı. İçeriden gelen televizyon, sokaktan geçen araba sesi, odaya sızan far ışıkları… Kalkıp ışığı yaktım. Başucumdaki çerçeveden bana gülümseyen yüzlere baktım. Zaman ne kadar çabuk geçmiş, neler değişmişti hayatımda. Yok, yok hayır. Hayatımın muhasebesini yapmak istediğim bir gün değildi ki bu. Bir ay sonraya, yani doğum günüme kadar ertelemeye karar vermiştim. Sahi bu yıl da bitiyor değil mi? Ne çabuk geçiyor zaman.

Çekmecemden defterimi çıkardım. Sararmış bir kağıttan, küçücük bir çocuğun kargacık burgacık yazısını okudum; yaptığı resmin altında. Tülay Ablam’a diyordu. Kaç senedir saklıyorum ki bu resmi? Yedi? Sekiz? Şimdi bir genç kız olan, o küçük çocuk görse yaptığı resmi, yıllar sonra, neler düşünür acaba? Ya biz neler düşünüyoruz, hayatın ardığımızda bıraktığımız resimlerine bakınca?

05.11.2008

5 Kasım 2008 Çarşamba

Aslında...

Bir hikayenin köşe başıdır o kelime. Söyler ve dönersiniz o sokağa. Hani kaçtığınız, geçmemek için yolu uzattıkça uzattığınız o sokak, beliriverir önünüzde, upuzun. Muhtemelen bir yağmur sonrasıdır. Çünkü en çok yağmur sonraları yakışır, bu kelimenin ardından söyleneceklere. Dilediğince yağar yağmur önce. Islak kaldırım taşları kurumaya yüz tutar sonra. Gökyüzü, bir örtü gibi büründüğü beyaz bulutlar arasından görünmeye çabalar. Ve bir şiir geliverir aklınıza.

“ikimiz birden sevinebiliriz, göğe bakalım
şu kaçamak ışıklardan, şu şeker kamışlarından
bebe dişlerinden, güneşlerden, yaban otlarından
durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
şu aranıp duran korkak ellerimi tut
bu evleri atla, bu evleri de, bunları da
göğe bakalım
…”

Düşünür, düşleyiverirsiniz güzel şeyleri, gökyüzünün sevinciyle. Sonra yürümeye başladığınız sokağı farkedersiniz yine. “Hiç de sanıldığı gibi değil”, diyerek devam edersiniz sözünüze. Nasıl anlatacağınızı bilemediklerinizi, bir ucundan tutup dillendirmeye başlarsınız. Susup sakladıklarınız, birer dinamit gibi durur, aranızdaki her ne ise onun ayak ucunda. Karşı taraf da kendi yolunda bir sokağa dönüverir belki; katılır size. Herkes kendi yolunun ıslak kaldırım taşları üzerinde yürürken; yollar, dönemeçler, sokaklar bile başkayken, bakarsınız ki aynı istikamete yolculuğunuz. Ya da en azından bir ana caddeniz var ortak. Sonra pek çok şey konuşulur. “Aslında” diye söze başlamayı gerektirecek kadar beklemeden konuşulması gerekenler, içinizin muhtelif köşelerinde muhafaza edilmiş, itinayla tozu alınmış söylenecekler dökülüverir dilinizden. Konuştukça farkedersiniz, hiç de zor değildir aslında…

Kasım/2008

3 Kasım 2008 Pazartesi

Soru

Yazmak için mi yaşıyorum, yaşamak için mi yazıyorum? soru bu.

Lisede kompozisyonlar yazardım. Önceleri ödev olduğu için yazmaya zorlardım kendimi. Sonra sonra yazmaktan keyif almaya başladığımı farkettim. İlerleyen zamanlarda okuduğum kitapların sonuna notlar almaya başladım. Günlükler tuttum bu notlarla eş zamanlı. Sevincimi, üzüntümü paylaştım. Yeri geldi kimseye anlatamadıklarımı anlattım. (Bu son cümle bana bir Bülent Ortaçgil şarkısını hatırlattı. Dinlemek isterseniz tavsiyedir. “Kimseye Anlatmadım”

Kimi zamanlar farkında olmadan, geri kalanında da bilerek, isteyerek hayatımda var oldu yazı yazmak. Yazmak için yaşadığım oldu. Hatta bazen yaşadığım bir an öyle etkiledi ki beni, “bunu mutlaka anlatmalıyım” dedim. Ve o an düşünmeye başladım yazacaklarımı. O an ne kadar mutlu olmuşsam, bunu aynı başarıyla anlatabilmek de, en az o an kadar mutlu etti beni.

Peki yaşamak için yazmak? Doğum günü kartları, mektuplar yazarım bazen. Ve onu bizzat kendim teslim etmişsem, karşımdaki insanın yüzündeki mutluluğu yaşamak için bir araya getiririm kelimeleri. Onun mutluluğundan payıma düşeni almak için.

Galiba ben ikisini de birbirinden ayıramam…

Kasım/2008

Güne gülerek başlayın

Hani böyle yazılar vardır. Güne gülümseyerek başlayın, şunu yapın, bunu yapın, diye öğütlerde bulunan. Bizim ülkede bu durumlara hiç gerek yok. En kötü ihtimalle gülersiniz ağlanacak halinize olur biter.

Nihat Sırdar’ı dinliyordum işe gelirken. Gün içinde gazete okumak gibi bir imkanım olmadığından, genel hatlarıyla gündemden haberdar oluyorum en azından. Kürşat Tüzmen doğalgaz zammı ile ilgili bir açıklama yapmış. Ne demiş peki? “4 aya kadar doğalgaza indirim olur.” Siz de takdir edersiniz ki bu açıklamaya ancak gülünür. Bu bile sizi güldürmeye yetmediyse, şu cümle var mesela. Ankara’da doğalgaz ücretlerini peşin alan yönetim, Botaş’a borçlu. Ve Melih Gökçek açıklama yapıyor: “Botaş’ın alacağı olan 4 milyar YTL’nin yanında, bizim 500 milyon YTL’nin lafı olmaz” Bahsedilen bu açıklamaları yapanların devlet yönetiminde olduğunu, bilmem hatırlatmama gerek var mı?

Az kalsın en gülüncünü unutuyordum. Abdullah Gül’ün, zaten evinde çekeceği cezasını affettiği Erbakan, durumunun kötü olması sebebiyle icra takibini durdurması için, Erdoğan’a ricacı gönderiyor. Sizce de fıkra gibi değil mi? Daha fazla ne kadar aptal yerine koyabilirler bizi, kestiremiyorum ben.

Zaten yeterince gülmüştüm bu haberleri dinlerken ama yetmemiş. Otobüsten inip, ofise doğru yürürken bir turist kafilesi ile karşılaştım. Bir binanın önünde durmuş fotoğraf çekiyorlardı. Neyin fotoğrafını çektiklerini görünce insan ister istemez gülüyor. Çünkü bina Vergi Dairesi binası. Bu binalardan bizim ülkede çok var. Ama o kadar çok olmasına rağmen, yapılması zorunlu şeyler bile ötelendikçe öteleniyor. Bu da bizim ülkenin gerçeği.

Nihayet ofise ulaşabildim bunca komedi öğesi arasında. “Tülay bu paket sana gelmiş” dedi arkadaşım. Yaşasın kitabım gelmiş. Çantamı bile bırakmadan paketi açmaya başladım. O da ne, iki kitap gelmiş? Halbuki ben ikisi arasında seçim yapıp alır diye iki kitap ismi vermiştim. Galeni, yolladığın kitaplar geldi. Güzel bir güne başladım sayende. Evet, güne gülerek başlamak gerek. Çoook teşekkür ederim. Kitap sponsorum olmaya ne dersin? Şaka şaka. Sen de gül diye yazdım. :) Güne gülerek başlayın, demiştim dimi en başta?

Kasım/2008

1 Kasım 2008 Cumartesi

Nefes alamıyorum

Bugün Cumartesi. Pastırma yazının tam karşılığı bir gün var dışarıda. Ama içim öyle demiyor. Gazetenin sayfalarını çevirdikçe, daha da kararan bir gökyüzü görüyorum ben.

B.Ç.’ye rapor veren Adli Tıp Kurulunda bulunanların daha önce yediği naneler yazılmış. Raporun bu kadar erken verilmiş olması da cabası. Böyle bir raporun altı ila on iki ay arası bir zamanda hazırlanabileceğini yazıyor haberde. Tahliye olduğu gün, yaptığı pişkin açıklamalar geliyor aklıma. Ve onu dışarıda bekleyen kadının rahat tavırları. İkinci kasklı sanık vakası diye bir karikatür de mevcut gazetede. Hüseyin Üzmez’in kaskı, Adli Tıp raporu.

On iki yaşında bir kız çocuğu kaybolmuş okul dönüşü. Ertesi gün cesedi bulunmuş. O yaşta bir kız çocuğu sizce neden öldürülür? Kim bilir nasıl saklıyor kendini, olayın faili. Kim bilir kim çıkacak, nerelerden ne bağlantılar bulunacak?

Erzurum Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Küçükler, kestirdiği 11 ağaç ve dahası genişlettiği kesim alanı için açıklama yapıyor. “Şimdi açıkça meydan okuyorum. Suçsa bu suçu işliyorum. Yakutiye Medresesi ile Lalapaşa arasındaki tüm ağaçları keseceğim. Haydi şimdiden herkes önlem alsın.” Siz bu adamlara ne zaman bu kadar yetki verdiniz? Ama bu konuların da ağaları var tabi. Mesela yurt dışındaki kayıt dışı paraları ülkeye getirtme kapsamında bir af çıkarılması gündemde. Naylon fatura işlerinden dolayı açılan dava, dokunulmazlığının kapısında bekleyen Maliye Bakanımız var mesela. Affedecek kendini. Aman canım, herkesi de Cumhurbaşkanımız affedemez ya. Kendi işlerini kendileri görsünler birazda.

Doğalgaz’a %22,5 zam geldi bugünden itibaren. Televizyonda Rize’yi gösteriyorlar. İki ay önce doğalgaz’a kavuşan Rize’li vatandaş, ”Rize’ye doğalgaz getirdi Başbakanımız. Çok yaşasın! Doğalgaz’a kavuştuk ya, zam da önemli değil.” manasında birşeyler söylüyor. Duyduklarıma inanamıyorum. Gerçekten aklım almıyor. 600 lira parayla ev geçindireceğim diye kendini paralayan insanların, bunca şeyi içlerine sindirmelerine anlam veremiyorum. Nasıl bir ülke olduk biz? Artık nefes alamadığımı hissediyorum. Boğulacak gibi oluyorum…

30 Ekim 2008 Perşembe

Uzun bir yol

Dün 29 Ekim 2008′di. Cumhuriyetin 85. yıl dönümü. Yaşamlarını Cumhuriyet’e borçlu olduklarını unutan kendini bilmezlerin, görmek istemedikleri o önemli gün. Onlara rağmen kutlu olsun. En çok da onlara rağmen.

Bayram nedeniyle hazır işe gitmemişken, uzun zamandır başlamak niyetinde olduğumuz İstanbul turuna başladık Gülüş’le. Sabah saat 8′e geliyordu ben evden çıkarken. 08:30′da Eminönü’nde buluşup, Eyüp’e geçtik. Kahvaltı için Pierre Loti’ye gidiyorduk. Yürüye yürüye çıktık tepeye. Hava biraz sisliydi ama güneş ısıttı içimizi. Manzara güzeldir oradan, bilenler bilirler. Biz çok erken gittiğimizden tenhaydı da. Çaylarımızı rahat rahat içtik, manzara eşliğinde. Dönerken teleferikle indik Eyüp’e. Vurduk kendimizi yollara, önce Balat’a. Eski binaların olduğu sokaklarda, karşılıklı binalar arasına gerilmiş iplere asılı çamaşır manzaralarını, küçük çocukların oyunlarını izledik. Yıkık, virane evlere bakındık. Gülüş fotoğraf çekti ben bakınırken. Balat’tan sonra Fener’e geçtik. Cibali’yi gezmeyi de planlıyorduk fakat, yürürken yaptığımız sohbet esnasında kaçırmışız Cibali’yi. Taksim’e geçtik sonra. Tarlabaşı’nı görmek istiyorduk ne zamandır. Bir sokaktan daldık içeri. Yalnız içerileri doğru girdikçe, bize bakan insanların yüzünde bir gülümseme görüyorduk hep. “Ne işiniz var sizin burada?” bakışı vardı yüzlerinde. Fotoğraf bile çekemedik, hızlı hızlı dolaşmaktan. 7-8 yaşlarında bir çocuk, bir elinde sigara, dolaşıyordu sokaklarda. O kadar çok çocuk vardı ki. Baktık istediğimiz gibi dolaşamayacağız, çıkışı aramaya başladık. Biraz zor oldu ama bulduk nihayetinde.

Eyüp’ten Taksim’e kadar yürümekten yorulan ayaklarımız isyan ediyordu ki, Yeni Melek Sineması’nın sokağında soluklanıp, Cihangir’e doğru yol aldık. Firuzağa’da oturup çay içtik. Dolaşa dolaşa Galata’ya indik sonra. Köprünün altında oturup balık ekmek yedik, deniz manzarası eşliğinde. Sabah güneşinin ısıttığı içimiz üşüdü denizin rüzgarıyla.

Sonra Taksim’e çıktık yine yürüyerek. Orada ayrılmayı planlıyorduk artık. Ama olmadı. Cumhuriyet Kutlamaları kapsamında Taksim’de verilecek konser yüzünden yollar kapatılmış, otobüsler yol bulamaz olmuştu. Tek çare kaldı bize; yürümek. Kendimize inanamadık ama Taksim’den Beşiktaş’a kadar yürüdük yine. Vapur’a umut bağlayan Gülüş’ün umutları, Beşiktaş’a geldiğimizde söndü. Deniz trafiği de kapalıydı. Şansımıza Ortaköy’e giden bir otobüs geldi. Ama otobüse binmesek de olurdu. Trafik olabildiğince tıkalıydı çünkü. Ne yapalım, indik yürüdük. Ortaköy Sahiline gezmek için ne zamandır inmiyorum hatırlamıyordum bile. Sahili de bir dolaştık bu vesileyle.

Eve vardığımızda yorulmuştuk epey. Uzuuun bir yol, güzel bir gezi ve gün oldu bizim için. İstanbul’u keyfince gezmenin tadı başka nereden alınabilirdi ki? Ya da bu keyfin tadına varmışken, yolun uzunluğunun ne kadar önemi olabilirdi?

Ekim/2008

24 Ekim 2008 Cuma

İçim üşüyor

Kara bulutlar var gökyüzünde. İçim de kararıyor gökyüzü gibi. Üşüyorum…

Kendimi, insanlardaki değerimi sorguluyorum kaç gündür. Uzaklara gitmek istiyorum aslında. Kendimle başbaşa kalmamak için, sessiz bir yere gitmek istemem de ne kadar ilginç bir durum. Yorgunum…

Perşembe akşamları Kadıköy’e geçeceğim artık. Dönüş yolunda vapurla yolculuk edeceğim için hayli keyifliyim. Dün akşam bu keyfimi yine dışarıda sürdürmek istedim. Sağlam bir rüzgar arıyordum zaten. Bu aralar vapurda dışarıda oturursanız çok sağlam rüzgar bulabilirsiniz. Dövüyor adeta esen rüzgar. Benimle beraber dışarı oturan iki kişi, ilk beş dakikada içeri geçtiler. Bense oturdum inatla. Kadıköy’den uzaklaşırken vapur, denizle gökyüzünün karanlığının birbirine karıştığı yere baktım.

Memleketimin akşamlarında, sahilden denizi izleyişimi hatırladım. Önünüzde uzanan uçsuz bucaksız bir karanlık. Gökyüzü ile deniz ayırt edilemiyor birbirinden. Öyle derin, öyle ürkütücü ki. Ne kadar seviyorsam, en az o kadar da korkuyorum denizden. Titanic’i düşündüm bu yüzden. Kendimi öylece denizin ortasında kalmış biri olarak düşündüm. Daha bir kıymet verdim oturduğum yere.

Herhangi bir şeye kıymet vermek için kaybetmek mi gerekir illa? Ya da kaybetmenin eşiğinde mi anlaşılır size verilen değerler? Dışarıda rüzgar esiyor. Ya içimde? İçim üşüyor. Hem de çok…

Ekim/2008

23 Ekim 2008 Perşembe

Hüzün kovan kuşu geldi

Posta kutusundaki faturaların arasından aldım zarfı. Öyle güzel bir zarftı ki. Eve girer girmez koltuğa oturup okumaya başladım, çok uzun olmayan mektubu.

Çiya’dan beklediğim mektup gelmişti sonunda. Aslında ta yaz başında gelmesi gereken bir mektubu vardı. Gelmesi gereken diyorum çünkü, göndermesi için amcasının oğluna verdiği mektubu, yollamamış amca oğlu. Ben mektubun gelmediğini söyleyince, yollarken bir yanlışlık olup olmadığını sormuş o da haliyle. Yanlışlığa gerek yokmuş zaten. Mektup yollanmamış çünkü. “Yalan söylüyorsun, Tülay ablan’a yollamıyorsun o mektubu” demiş. Aralarında çok yaş farkı olduğunu sanmıyorum. Daha o yaşında bunları düşünüp, böyle davranmayı hak sayıyor kendine. Çiya bana bunu anlattığında, ne desem, ne yapsam bilemedim. “Boşver” dedi o. Nasıl bir “boşver” deyişti bu? Gelecek için kendine çizilmiş yolu kabullenmiş birinin “boşver” deyişi mi, yoksa kim ne yaparsa yapsın, kendi yolundan vazgeçmeyecek birinin önemsemeyişi mi, henüz çözemedim.

Babası, kısıtlı imkanlarına rağmen kızının okumasını istiyor. En azından şimdilik bu böyle. Yazın kavuran sıcağında, kız çocuklarının kısa kollu giysilerle dolaşmasını “ayıp” sayan bir ortamda, bu bile önemli bir adımdır aslında. Ama gelecek günler ne gösterir kim bilebilir ki?

Bana yazdığı mektup dışında iki mektup daha vardı zarfta. Biri Gülüş ablasına, diğeri Aysun ablasına. Ona yolladığımız paketin kimlerin yardımlarıyla hazırlandığını yazmıştım ona. Her şeyi ben yapıyorum sanmasın diye. Gülüş de yolladığı paketin içinde mektup yollamış ona. Çok mutlu etmiş bu onu, belli. İki ablasına da ayrı ayrı yazmış teşekkürlerini.

Bugün pek iç açıcı bir gün değil aslında benim için. Aklıma getiriyorum Çiya’nın yazdıklarını. Güç topluyor, o kadar da kötü olmadığımı düşünmeye çalışıyorum. İnsan tutunacak bir dal arıyor böyle zamanlarda. Ben buradayım diyor o mektup. Buradayım…

Not: Ben aslında birşeyler okurken müzik dinleyemem. Aklım dağılıyor çünkü. Ne zaman bir yazıda müziğe rastlasam; önce müziği kapatırım ki yazıyı sakin kafayla okuyabileyim. Sonra müziği dinlerim. Ama bugün, hem ben de denemek istedim müzik eklemeyi, hem de bu şarkıyı çok yakıştırdım yazdıklarıma. Ben severim bu şarkıyı. Umarım siz de seversiniz…

Ekim/2008

22 Ekim 2008 Çarşamba

Gün bitti

Çok yorgunum çok. Her şeyden elimi eteğimi çekip, bir battaniyenin içine girip kitap okumak istiyorum sadece. Sessiz, uzak bir yerde. Yeni bir hastalık dalgasının belirtileri mi bu hal, yoksa yeni bir depresyonun mu, henüz bilmiyorum. Ama bir kabuğuna çekilme halidir, sarıyor dört bir yanımı. Neyse ki bugüne planladığım işlerimi hallettim. Masamı da toparladım. En azından bir de bunun için suçluluk duymayacağım.

Uzun zamandır okumaya fırsat bulamadığım köşe yazılarını okuyup, blogları dolaştım. Okudum, okudum… Tavsiye kitaplardan notlar aldım, anlatmak istediğim fakat denesem belki de o kadar güzel ifade edemeyeceğim yazılara hayran oldum. Telefonu, msn’i kapadım; maillerime bakmadım. Sadece okumakla ve yalnızlığımla ilgiliydim. Sonunda günü de bitirdim. Ömrümden geçen bir günü daha ardımda bırakarak geçip gittim. Umarım yeni güne, tazelenmiş bir ben olarak başlayabilirim.

Ekim/2008

Hassasiyet

Erkenden yattım dün akşam. Öyle yorgun hissediyordum ki kendimi. Keşke başımı yastığa koyar koymaz uyuyabilen biri olsaydım. Dolandı durdu düşünceler aklımın içinde. Ne oldu, ne olmadı, neye kızdım, ne sebeple güldüm, hepsini düşündüm birer birer. Giderek ağırlaştı üzerimdeki yorgunluk hissi. Gözlerimi kapadım. Başucumdaki duvarda asılı saatin sesini dinledim bir süre. Kirpiklerim uzun olsun istemişimdir hep. Uzun, kıvrık. Saatin tik taklarıyla açıp kapadım gözlerimi. Saatin o tok sesi, sanki kirpiklerimin birbirine değdiği zamanın seslendirmesi gibi. Tik-tak, tik-tak…

Uyuyakalmışım sonunda. Telefonun titreşimdeki mesaj sesini duyarak uyandım. Uykumun bu kadar hafif olmasından rahatsız oluyorum çoğu zaman. Kardeşim, kulağının dibinde top patlasa duymaz. Duysa da önemsemez, onu da rüyalarına katar; uyumaya devam eder. İnsanın, kalbinin hassasasiyet dengesini koruması gerektiği kadar, diğer organlarının da o dengesini tutturması gerekli. Çok duyarlı ve hassas olmamak gerek. Neyin, nereye kadar önemseneceğinin kararını iyi vermek gerek. Bir yerde, Adalet Bakanımız misali “Bana ne yaw” demeyi de bilmek gerek. Yoksa olmuyor, böyle yaşanmıyor…

Ekim/2008

21 Ekim 2008 Salı

18:45 vapuru

İş çıkışı koştur koştur Kadıköy’e geçtim dün akşam. Aynı çabuklukla işlerimi halledip, vapura bindim dönerken. Uzun zamandır karşı yakaya geçmemiştim galiba. Geçtiysem bile vapura binmedim sanırım. Özlüyorum uzak kalınca, vapurdan denizi izlemeyi.

Dışarıda oturdum. Sağ yanıma bir çift, sol yanıma da orta yaşlarda bir hanım oturdu. Vapura bindiğimde seçilebilen ufkun kızıllığı, derin bir laciverdin içinde kayboldu zamanla. Rüzgar daha soğuk esmeye başladı. Sağ yanımdaki genç kız, atkısını doladı sevgilisinin boynuna. Sol yanımdaki hanım, daha bir sarındı paltosuna. Ben de özensizce doladım şalımı boynuma, alabileceğim tüm önlemleri almış olmak için. Rüzgarı hissetmekti zaten asıl derdim. Kollarımı kavuşturdum koynumda. Bu halimi görüp “Kısmetin kapanır!” diyenler aklıma gelince daha da bir sağlamlaştırdım kollarımın bağını. Başımı yasladım arkaya, ayaklarımı dayadım beyaz korkuluklara, kulaklıklarımı da taktım kulağıma. Değmeyin keyfime. Çok güzeldi. Bu şehri sevdiğimi söylemiş miydim hiç?

Yanımdaki hanım omzuma dokundu bir müddet sonra. Müziği durdurdum, doğruldum ve ona doğru döndüm. Vapurun gürültüsünden duymaya çalıştığım cümle çok hoşuma gitti. “Böyle mest olmuş bir halde etrafı izlemeni sağlayan şarkı nedir, merak ettim?” diyordu. Kulaklığın birini çıkarıp ona uzattım. Parmağında çok güzel mavi taşlı bir yüzük vardı. Kulaklığı alıp kulağına taktı. Bir müddet anlamaya çalıştı, tek kulaklıktan yayılan müziği. “Hakkın varmış.” dedi sonra. Kulaklığın diğerini de çıkarıp ona uzattım.

-”Yok yok, keyfini bozmayayım senin. Hem bu rüzgar, benim burada daha fazla oturmama engel. İçeri geçeyim ben. Hem sen de dikkat et. Rüzgardan korunsan da, dinlediğin şarkılar çarpar seni. İyi akşamlar.”

-”Ben alışkınım” dedim. “Size de iyi akşamlar.”

Kalabalıklar içinde yalnızlığa, yalnızlığın içindeki kalabalığa alışkındım. Dışarıdan nasıl görünüyordum bilmiyorum ama rüzgarın da, şarkıların da alt edemeyeceği kadar sağlam hissediyordum kendimi. Ama belki de öyle değildim, kimbilir?

Ekim/2008

20 Ekim 2008 Pazartesi

Yeni bir hafta başlıyor

Telefonun alarmı çaldığında, bugünün kimliğini çözmeye çalıştım bir süre. “Bugün günlerden neydi ki?” Yatağımı düzeltirken, dün tezgahta olduğumu hatırladım. Demek ki bugün Pazartesi idi. Bilindik hafta içi sabahı telaşına esir olduk yine. Kahvaltı, hazırlık, evden çıkış. Tüm bunları yaparken telefonun kulaklığından Nihat’ı dinliyordum yine. Hafta içi olmasının en güzel yanlarından biri, sabahları Nihat’la güne başlamak. Nihat Sırdar. Alem Fm(89.2)’de 07:00-09:00 arası program yapar. Dinlemek isteyenler için tavsiyedir.

Yeni haftaya hızlı bir başlangıç oldu. Çarçabuk geldim ofise. Hay Allah, yine erken geldim. Ofisin anahtarı herkeste yoktur. Bir patronda bulunur, bir de diğer çalışan arkadaşımda. Mecbur bekleyecektim kapıda. Beş dakika kadar bekledikten sonra aklıma geldi ki, arkadaşım bugün geç gelecekti. Ve Cuma gününden anahtarını bana bırakmıştı. Anahtarı bulup kapıyı açtım. Halime gülsem mi, ağlasam mı bilemedim.

Aynı hızla çalışmaya başladım. Bugün bitirmem gereken işlerle uğraşıyordum. Ta ki bilgisayar kullanırken takmak zorunda olduğum dinlendirici gözlüğümü kaybedene kadar. Hırkamın yakasına takıp, fakat bunu da unutup, dakikalarca etrafta gözlüğümü aradığımdan bahsetmiyorum tabi. Bahsetmeyi de düşünmüyorum; halimden kuşkuya düşen sadece ben olayım diye.

Yeni bir hafta başladı. Umarım başladığı gibi geçmez benim için. Ve umarım, güzel bir hafta olur sizin için.

Ekim/2008

Her şeyin bir anlamı vardır.

Bir toplantıya katılmıştım dün. Eve döndüğümde yorgun hissettim kendimi. Zaten evde geçirebileceğim birkaç saat vaktim vardı. Onu da hiçbir şey yapmadan geçirmeye karar verdim. Biraz televizyona bakındım. Sıkılınca kapayıp, biraz da bilgisayarla vakit geçirmeye karar verdim. Ama bilgisayar açılmadı. Anladım ki, televizyonu kapamamla eş zamanlı olarak elektrikler kesilmiş. Pencereyi açtım, bahçedeki erik ağacına baktım. Pencere önündeki çiçeklerin susuzluklarını farkettim sonra. Su verdim.

Bir hikaye geldi aklıma. Yoksa bir fıkra mıydı bu acaba? Doktora gitmiş bir adam. “Dokunduğum her yerim ağrıyor” diye şikayetini dile getirmiş. Doktor da teşhiste bulunmuş bunun üzerine. “Parmağı kırık.” Gözlerim, kollarım, başım ve kalbim ağrımakta yarışıyorlardı dün. Kavgalardan, saçmalıklardan, yalanlardan, çevirilen dolaplardan çok sıkılmıştım. Yorgundum. Kendime yeni, yepyeni bir hayat kurmak istiyordum. Bütün bu saçmalıklardan arınmış, gereksiz insanlara geçit vermediğim, insanların yüzlerinin de kızarabildiği yeni bir hayat; hala değerlerin varolabildiği. Bu neden bu kadar zordu ki?

Yürümeyeceğini bile bile devam ettirmeye çalıştığım bir şey var. Yani vardı. Farklılıklarını bile bile elinden tutmaya çalıştığım biri. Ama olmayacaktı, olmadı. Kırklarına henüz varmış bir bey, sakin geçirdiği onca yılın ardından yakalandığı aşktan bahsederken, kendimi düşündüm ben. “Aşk’ı da yaşamadım demeyeceğim.” diyordu; onu yoran, kendisi olmaktan çıkaran zamanları anlatırken. “Ben hayatımda hiç böyle olmamıştım.” dedi. Üzülerek dinledim onu. Yorumlar yaptım, yaşadıklarına etki etmeyeceğini bile bile. Kendi mantığının bile etkisi yoktu ki kendine. Söylemek ne kadar kolaydı. Keşke uygulamak da bu kadar kolay olsaydı.

İyi ya da kötü yaşadığımız her şeyin bize katacağı bir şeyler vardı. Tatmamız gereken duygular, öğrenmemiz gereken bilgiler; olmazsa eksik olacağımız. Yaşarken buna kanaat getiremesek bile. İçimde nedensiz bir sevinç belirdi sonra. Yaşadığım ya da bana anlatılan olaylar; galiba hepsinin bir anlamı ve nedeni var…

Ekim/2008

17 Ekim 2008 Cuma

Dişçi koltuğu

Bir haftadır dişçiye gidiyorum. Dün yine oturdum o koltuğa. “Şimdi sinirlerini alacağız” dedi dişçim. Dişimin sağında-solunda pamuklar var. Konuşamıyorum haliyle. Ancak gözlerimle ya da başımı sallayarak tepki verebiliyorum. Dişçim gerekli işlemleri yapmak için yanımdan ayrıldığında, başka şeyler düşünmeye başladım ben de.

Seneler önce bir ablam, dişçide ne yaptıklarını anlatıyordu küçük kızına. “Dişimin sinirlerimi aldılar” dediğinde, üç gün içinde aldırmak istediği ikinci ayakkabı için, annesinden izin koparamayan küçük kız, “Yani artık sinirlenmeyecek misin?” diye sormuştu. Çocukların olayları algılayışına ve yorumlayışına hayran olmuşumdur hep.

Sonra geçen akşam otobüste yanına oturduğum amca geldi aklıma. Sanki tanışıyormuşuz gibi yüzüme gülümseyerek bakıyordu ben otururken. Ben de gülümsedim. Trafikte bir saattir takılı kaldıklarından, kimsenin kurallara uymadığından bahsetti. Anlatacakları bitince de sanki unuttuğu bir şeyi hatırlamış gibi dönüp, “Nerelisin sen?” diye sordu. ”Giresun” dedim. ”Yaa bak işte. Kan çekiyor dedi. “Zaten bizim memleketin insanları güler yüzlü olurlar, belli.” Birden bire nerelisin konusuna girince, biraz şaşkın bir ifadeyle dinliyordum amcayı. O da bu şaşkınlığıma anlam veremedi herhalde ki, ”nüfus cüzdanıma bak istersen.” dedi. “Yok” dedim, bu sefer gülmeme engel olamayarak. Tepemdeki ışığa bakarken gülümsedim, hatırladıklarımla.

O arada işlerini bitirip yanıma gelmişti dişçim. Tam da ben gülümserken. “Bu koltuğa oturduğunda gülene de ilk defa rastlıyorum.” dedi, o da gülerek. Kimbilir ne kadar komik görünüyordum. Şu durumda olan birinin gülüşünün fotoğraf karesi, çok rahat güldürebilir aslında o koltuğa oturanları. Konuşabildiğim ilk an, söylesem mi acaba bunu?

Beklerken neler düşünüyor insan, neler geliyor aklına. O zamanı nelerle dolduruyor farkında olmadan. Hele de benim gibi beklemekten hoşlanmayan biri için, çok oyalayıcı oluyor, hatırlanan anılar. Yoksa geçer mi zaman, aklında “daha bekleyecek miyim?” diye dolanırsa sorular?

Ekim/2008

15 Ekim 2008 Çarşamba

Keşke

Hepimiz istediğimiz yerlerde olsak şu an. Yarım kalan bir konuşmanın masasında, bir eğlencenin tam ortasında ya da bitmesini istemeyişimizi kendimize bile itiraf edemediğimiz zamanların arasında. Yollarda yürüsek. Durmadan, hesap etmeden. Aklımız boşalana dek.

Ve ağlasak sessiz hıçkırıklarla. Biri ne olduğunu sorduğunda, “hiçbir şey” diye yanıtlasak onu. Yaşanmış, yaşanmamış herşeye ağladığımızı açık etmesek. Sadece sevgi yeter sansak. O kadar saf olsak yani. Sevginin de can acıtıcı olabileceğine dair tecrübelerimiz olmasa. Sevsek yalnızca. Düşünmesek, üzülmesek. Sevginin sevinciyle sarsak ruhlarımızı. Sonsuz bir mutluluğu yaşıyormuşçasına umursamaz olsak. Sonuna kadar yaşasak. Ta ki bitişindeki acıyla yüzleşene kadar.

Hırçınlıklarımıza anlayışla karşılık veren dostları hiç kaybetmesek. Üzüntüsüne el uzattığımız sevgilinin iyi dileklerinden nasibimizi alsak. Yan yana durmanın, el ele olmanın mutluluğunu ulaşılmaz bulmasak. Bu duyguları uluşılmaz saymayacak kadar güvensek insanlara. Her kırgınlığımızda yenilenebilmek, içimizdeki kederi silebilmek çok daha kolay olsa…

Ekim/2008

14 Ekim 2008 Salı

Yoksunuz

Aysema yani öğretmenim, 15 Ekimde dünya bloglarında yoksullukla ilgili yazı yazılacağı duyurusunu yapmış. Önce onun o güzel yazısını okudum. Sonra birkaç satır da ben birşeyler yazdım. Kendisinin yazısını tavsiye ederim öncelikle

Aktütün’deki çocukları izlerken televizyonda, Çiya geldi aklıma hemen. Hiçbir kan bağımız olmamasına, hiç görmemiş olmama rağmen, kardeşim olan Çiya. Televizyonda yüzlerini gördüğüm o çocuklarla, hemen hemen aynı kaderi paylaşıyordu o da. Ama buna rağmen, “İstediğin birşey var mı?” dediğimde, “yok” derdi. “Yok” diyen dilinin, hangi ihtiyaçları sakladığını tahmin edebiliyordum az buçuk da olsa. “Çocuk” olmak isteyen, okumak isteyen onlarca çocuk var görmediğimiz. Çoğunlukla da görmezden gelinen.

İhtiyaçlarına çare bulamayınca, tası tarağı toplayıp, bin bir umutla başka şehirlere göç ediyor kimileri. O ailelerden biri de bizim sokakta oturuyor. Oturacak yerleri var mı o virane yerde bilemiyorum ama. Yıkılmak için boşaltılmış, eski, yıkık bir evde kalıyorlar. Kapı yok, pencere yok. Yerlerine astıkları örtüler var. Sayısı kaçtır bilemediğim çocuklar dolaşıyor sokakta, kimi zaman yalın ayak. Kimisi çocuk, kimisi genç.

Bayrama yakın zekat verilmesi konu olunca, aklıma ilk onlar geldi. En azından bayramı biraz sevinçle geçirmeleri sağlanabilirdi. “İpini koparan İstanbul’a geliyor!” dedi biri, benim düşünceme karşılık. “Memleketlerinde otursalarmış ya!” diye de devam etti. Neyi, nereden başlayarak anlatsaydım ki? Yokluğu, çaresizliği, cahilliği nereden başlayarak anlatsaydım? Evet, o yoklukta onca çocuğu dünyaya getirerek, öncelikle o çocuklara, sonra kendilerine, cahilliklerinin cefasını çektiriyorlardı. Ama iş bulamamak, eve birkaç parça yiyecekle dönememek de, sadece onların suçu muydu? Yoksulluk dediğimiz şey, yaşayanın üzerine yüklenilecek kadar önemsenmez bir durum muydu?

Yönetenler iki torba kömür, bir paket mercimekle iktidarlarının devamlılığı peşinde iken, birileri ihtiyacı olanların ve dahası hepimizin haklarını gasp ederken ve çoğumuz bu duruma ses çıkarmazken, “gelmeselermiş” deyip kenara geçivermek, insanlığın hangi duygusunun tanımı acaba??? Yoksulluk, yaratılan bir durum. Gittikçe de artışı körüklenen. Ve ne yazık, birileri bu hali görebilecek duygulardan bile yoksun…

Ekim/2008

9 Ekim 2008 Perşembe

Bugün

Kaç gündür üzerimdeki yorgunluğun nedeni, bugün belli etti kendini. Soğuk algınlığı. Daha bir hafta önce kurtuldum halbuki, üç hafta boyunca beni süründüren diğerinden. Bu sene, böyle bir hafta arayla hasta olacaksam, işim var vallahi. Ben ki grip olduğumda ayakta atlatırım; ağlayıp, sızlanmam. En fazla 2-3 günde de geçer gider zaten. O zamanların acısını mı çıkarıyor acaba bünyem? Yoksa yaslanacak bir omuz düşlediğimde oluşan kırıklardan mı sızıyor hastalık daha da içeri? Ben yine inatla direniyorum hasta gibi davranmamak için. Öyle davranmaya başlayınca daha çabuk etkisi altına alıyor insanı, hastalık. O yüzden bu akşamki programımızı da bozmadım. Marsis’i dinlemeye gidiyoruz Studio Live’a.

Hazır işlere ara vermişken, Çiya’yı aradım. Annesi çıktı telefona. Türkçe bilmiyor hiç. Ben olduğumu da, sanırım Çiya’yı istememden anlıyor. Ben de onun söylediklerinden bir tek “mektep” kelimesini anladım. Aynı dili konuşmuyoruz ama bu anlaşmamıza engel değil yine. Anlattıklarımız kısa cümleler olsa bile.

Ara sıra bir yorgunluk hissi yoklayıp geçiyor bedenimi. İlaçlar da etkisini göstermeye başladı tabi. Bu ilaçlar uyku da mı yapıyorlar ne? E bütün gece neredeydiniz yahu? Dön o yana, dön bu yana, sabahı sabah ederken neredeydiniz yan etkiler? Neyse, yavaş yavaş toparlanıp, çıkayım artık. Bu yorgunluk hissini de kapıdan çıkarken burada bırakmayı umarak…

Ekim/2008

8 Ekim 2008 Çarşamba

Ne zaman zengin oluyoruz?

Dün yoğun ve karmaşık bir gün geçirdim. Akşam bir de dişçi koltuğundaydım, tüm bunların üzerine. İğne bile vuruldu dişetime ama bana mısın demedim. Kuaförlerdeki bekleyişlerden bile sıkılan biri olmama rağmen, bazen çok munis olabiliyorum bu konularda. Mesela başımı yaslayıp, gözlerimi kapatsam ve ninni dinler gibi öylece kalsam diyebiliyorum, dişçi koltuğu gibi bir yerde bile.

Eve gittiğimde yorgundum. Annem nar almış. Oturup nar ayıkladım. Terapi gibi geldi. Elimde eldivenler, çarşıdan alınmış bir tane narı, evde bin taneye dönüştürmeye uğraştım durdum. Biraz kitap okumaya çalıştım sonra. Garip bir yorgunluk vardı üzerimde. Vazgeçip, yatıp dinlenmeyi denedim. Yastığa başımı koyduğumda, içeriden gelen sesleri dinledim. Annemin, kardeşimin, açık televizyonun sesleri doldu odaya. Huzur doldu benim de içim. Biryerlerde çocuklar, huzursuzca kıpırdanırken yataklarında, belki de gözlerine uyku girmezken, duyduğum huzurdan utandım ben.

Bütün gün yaşadıklarımı düşündüm. İşle ilgili problemleri, şunları, bunları. Nüfus cüzdanını bile kasada saklayan patronumu, paranın insanı nasıl hastalıklı bir kimliğe büründürebileceğini. Nüfus cüzdanını kasada saklar mı bir insan? Yaşamaktan korkmanın bu kadar belirgin bir anlatımı olabilir mi? Yaşamlarına tehdit oluşturabilecek onlarca şey bulunmasına rağmen, yaşamaktan korkmazken insanlar, onun bu haline anlam vermek imkansız.

10 Ekim Dünya Ruh Sağlığı günüymüş. Elimizden kayıp giden onca şeye rağmen, dilerim akıl ve ruh sağlığımız hala yerindedir. İşte asıl o zaman zenginizdir.

Ekim/2008

6 Ekim 2008 Pazartesi

Dün yağmur vardı İstanbul'da

Fırtınanın ardından başladı yağmur. Tenteleri açmaya uğraşıyordu herkes, aceleyle. Yağmura yakalanmamak, tezgahtaki mallarını ıslatmamaktı dertleri. Pazarın tezgahçıları, karınca gibi çalışıyorlardı; bir an önce işlerini halletmek için. O alelacele yapılan işe rağmen, iyi kötü açıldı tenteler; tezgahların üzerine.

Tentenin kenarından süzülen damlalar, belirli aralıklarla, birkaç adım ötemdeki iki kaldırım taşının arasına düşüyor. Az ileride ise, bir su birikintisinin üzerinde dalgalar oluşturuyor. Yağmur tüm haşmetiyle yağıyor İstanbul sokaklarına. Bense elimde bir fincan çay, az evvel yaşanan kavgayı düşünüyorum. Kötülüğün nasıl geçerli bir dil olduğuna şaşırıyorum. Ne gereksiz oysa, bu şaşkınlık hala.

Çirkefliğin insana nasıl bir dokunulmazlık kazandırdığına, sinirlerime hakim olmaya çalışarak tanık oldum. Çirkef olduğun vakit, ”aman yeter ki konuşmasın” mantığıyla, herşeyi hak görüyor insanlar. Ama artık dolup taşan sabrım, aynı üstünlüğü sürdürmek isteyen birine patladı dün. Derdimi bile anlatamamak nasıl sinire boğdu beni. “Aman sus. Deli işte, uyma sen.” İyi de nereye kadar? Her susuşumuzda daha da haklı görmüyor mu kendini bu insanlar? Susmak istemiyorum ki, rahat bırakın beni!

Ben kendi içimde sinirimle mücadele ederken, o, kendisine sağlanan üstünlüklerin farkında olarak, dilediğince konuşuyordu. O konuşurken, üstelik de haklı olduğum bir konuda, nasıl susmamı istersiniz benden? Hoş, söylesem laftan da anlamıyor ama. Üstünlüğü var ya, ne söylese haklı nasıl olsa!

Bu “aman idare edelim” mantığından çok sıkıldım. İdare etmeyelim! Herkes ne olduğunu, ne yaptığını, hatta haddini bilsin. Yağmur sadece sokakları değil, insanların içindeki kötü niyetleri de temizleyebilsin. Ah keşke, çok isterim…

Ekim/2008

3 Ekim 2008 Cuma

Hiçkimseye

Aradan geçen zamanların sonrasında yüzüne bakarken öylece, “ben neden üzülmüştüm?” diye sordum kendime. Çoğu zaman söylediklerinden kendisi de bihaber biri için mi, yoksa böyle birine inanmayı denediğim için mi?

Her cümlenin ardına hikayeler eklemek marifet miydi? Hangisi gerçek, hangisi yalan kestiremediğim onlarca şey anlatırken, benim tek gerçeğim vardı sana dair. Tek ve yüzüne söylenebilecek kadar cesaretli bir gerçek. “Sana inanmıyorum!” İçimde hala varolduğuna inandığım cam kırıklarının, aslında çoktan yok olup gittiklerini farkettim seninle konuşunca. Konuşmamak, senden yüz çevirmek, sana planlanmış bir ceza olmaktan çıkıp, kendime çektirdiğim bir ceza olmuş. İçimin sensizliğinden haberdar olmamı geciktirmiş. “Bana bunu yapmaya hakkın yok!” dediğinde, haklılığımı bir kez daha farkettim ben. Seçimler yaptık ve herkes payına düşeni aldı. Haksızlığa neden ne olabilirdi ki?

Sen, beni incitmek pahasına başka yollar seçtin. Ben de seçtiğin yollarda rahatça yürümen için selamımı bile sakındım senden. Haklılığımı kabullenirken sen, ne bir son, ne de bir başlangıç olamayacak kadar sıradan buldum o konuşmayı. Bildiğin bir şarkının, mırıldanılan mısrasının devamını getirmek kadar olağandı işte. Satır aralarında mesajı yok hiçkimseye…

Ekim/2008

30 Eylül 2008 Salı

Bayram

Bir bayram daha gelip geçiyor sensiz. Ne zaman içimi acıtmayacak kadar yakın ya da uzak olacaksın bana? Ne zaman içim acımayacak seni düşününce? Her birimizin yüreği, en az diğerininki kadar uzak mı bayramlara?

Aslında susmak istiyorum. Kimse sormasın, ben de söylemeyeyim seninle ilgili duygularımı. Ama olmuyor işte. Her seferinde yeniden tazelenen acıyı, bir suçlu gibi içimin kuytu köşelerinde yaşıyorum. Suçlu muyum? Bilmiyorum… Ortada bir suç var mı? Onu da bilmiyorum.

Seni hatırlatan tüm karelerde, sana mı ağlıyorum, kendime mi; bilmiyorum. Beni ağlatan özlemin mi, yaşanmayanların içimdeki eksikliği mi, onu da bilmiyorum. Bunca bilinmezliğin içerisinde, sadece adı bayram olsa da günlerin, yine de kutluyorum. Hiç saçımı okşamayan ellerinden öpüyorum. Bayramın kutlu olsun.

Eylül/2008

Babam'a...

25 Eylül 2008 Perşembe

Günce

Dün akşam eve gittiğimde, kendinden büyük yiyecekleri taşımaya çalışan karıncalar gibi, hazırladığım koliyi alıp kargoya götürmeye çalıştım. Hazırlarken gözüme o kadar büyük görünmemişti. Evden çıkıp elli metre gidebildim ancak. Kolum ağrımaya başlamıştı. Ama inat ettim ya, sürükleyerek de olsa götürecektim. Neyse ki ben kendimle inatlaşırken komşumuzla karşılaştım. Oğlunu yolladı yardıma. Birer yanından tutup taşıdık kargoya kadar. O halde bile hala ağrıyor kolum. Ya tek başıma götürmeye çabalamış olsaydım…

Geçen sefer kargo yollarken, şubede tanıdık bir yüzle karşılaşmıştım. “Seni nereden tanıyorum?” dememe kalmadı, lise arkadaşım olduğunu keşfettim. Sağolsun geçen gönderimde bana çok yardımı dokunmuştu. Dün zar zor koliyi içeri bırakırken gördü beni. “Arasaydın evden aldırırdık. Kendine niye eziyet ediyorsun?” dedi. Hakikaten hiç aklıma gelmemişti evden aldırmak. Neyse bu da bir ders olmuş oldu bana. Cuma teslim edileceğini söyledi. Bayram öncesi teslim ediliyor olmasına sevindim. Çiya da mektup yollamış bana. Merakla onu bekliyorum şimdi.

Öte yandan geçen akşam aldığım iki kitabın heyecanı var içimde. Başlamak için sabırsızlanıyorum. Ne zaman kitap alsam böyle bir heyecan kaplıyor içimi. Çocukken yeni kıyafetlerin sevinci olurdu ya, sanırım şimdi onun yerinde yeni alınan kitapların sevinci var. Masada birikmiş evrakları bir kenara itip okumaya başlamak istiyorum. İstiklal’de bir kitapçının camekanında, ayaklarını uzatmış kitap okuyan bir hanım vardı bir süre önce. Onun gibi olmak istiyorum. Ama heyhat, evraklarla muhabbetime başlamak zorundayım. Kendime güzel bir müzik listesi yapıp başlasam iyi olacak. Ne de olsa “Erken kalkan yol alır.”

Eylül/2008

24 Eylül 2008 Çarşamba

Yol arkadaşım

Dün akşam yemek yerken dizilerden konuşuyorduk. Kim neyi izliyor, neyi beğeniyor? Düzenli bir şekilde izleyebildiğim dizi pek yok aslında. Annemle izlediğimiz “Yaprak Dökümü” dışında. Ama anlatımını sevdiğim, söyleyecek sözleri olduğuna inandığım, içten olduğunu düşündüğüm bir dizi var. “Yol Arkadaşım”

Sonuna kadar izleyemiyor olsam da, izlediğim zaman zarfında beğenim karşılığını buluyor. Hele de o küçük kızı gördükçe. Allah nazardan saklasın onu. Her gördüğümde, “benim de böyle bir kızım olsun” diye geçiriyorum içimden. Bu dünyada kadın olarak yaşamanın zorluklarını bilirken hem de.

Konu belki çok sıradan, çok olağan. Aldatılmış bir kadın. Sıradan olmayan, o kadının durumu kabullenmeyerek, kendini yok saydırmadan, ezdirmeden evliliği bitirmeyi denemesi. “Çocuğum için” deyip sineye çekmemesi. Çocuğa durumu anlatmanın; aldatan kocanın “ben ayrılmak istemiyorum, annen ayrılmak istiyor” tavrına karşılık, sakin, mantıklı davranışlar sergilemenin zorluğunu gögüslemesi. Müstakbel dul bir kadının, kimsenin sözüne maruz kalmadan hayatını idame ettirmeye çalışması.

Öyledir ya hep. Erkek, çocuklu ya da çocuksuz, yeni başlangıçları çok kolay yapar. Sakınmaz, çekinmez. Oysa kadın potansiyel bir suçludur. İrdelenir, incelenir. Her hareketine olmadık anlamlar yüklenir. Erkeğin kılını kıpırdatmadan sahip olduğu yaşam haklarına kavuşmak için, çalışır didinir. Hiçbirşey kolay olmaz. Hatta gittikçe daha da artan engellerle baş edilmeye gayret edilir. Kadın olmak bir cezaymış gibi, o cezanın günahı çektirilir. Neresinden tutsak elimizde kalıyor, kadın olarak varolmayı. Ve birileri kulağından çekiştiriyor sadece, hayatını yaşamak isteyen kadınları.

Eylül/2008

Cizre'ye mektup var!

Bir yaz geçti. Şırnak’taki kardeşim Çiya ile iletişim kuramadığım bir yaz. Mevsimlik fındık işçiliği için başka bir şehre gitmişlerdi. Geçen perşembe günü aradığında iki gün önce yeni geldiğini söyledi. Okullar başlayalı iki hafta olacaktı neredeyse. Onunla konuştuktan sonra, göndermeyi düşündüğüm paketin artık yola çıkma vaktinin geldiğine karar verdim.

Dün akşam Taksim’e gittim. Aysun topladığı eşyaları getirdi sağolsun. Onlar bir koli halinde gidecek. Gülüş de evinde başka bir koli hazırlamakta. Aysun’un getirdiği eşyalara, kendi hazırladıklarımı ve aldığım kırtasiye malzemelerini de ekleyeceğim. Kırtasiye malzemeleri ile ilgilenirken, çocuk okutan ailelerin ne kadar zorluklarla başa çıkarak, nasıl da imkansızı başardıklarını bir kez daha anladığımı belirtmeden geçemeyeceğim. Fiyat sorduğum birkaç yere oranla, daha uygun fiyatlı bir yerden alışveriş yapmama rağmen, fiyatlar el yakıyordu. Bu ülkede insanlar bir mucizeyi gerçekleştiriyorlar. Ama kendi mucizelerinin kendileri bile farkında değiller. Ne acı…

Aysunum’un bir sırt çantasına, bir de poşete doldurduğu eşyalarla, bir aşağı bir yukarı dolaşıp durduk bütün akşam. Yükü sırtında kaplumbağalar gibi. Meydana doğru yola çıkmışken, gittikçe hızlanan yağmurla ıslandık biraz. Otobüse bindiğimde daha da hızlanmıştı yağmur. Taksim’in meydanındaki o koca sokak lambasının ışığında, yağan yağmurun şiddetini gördüm. Korunaklı bir yerde camdan izlemek için güzel bir manzaraydı. O yağmurun altında, o saatte, yaşı daha on beşe bile varmamış küçük çocuklar su satmak için mücadele veriyorlardı. Otobüs ilk kırmızı ışıkta, çalışarak alınamayacak kadar pahalı bir arabanın direksiyonunda ritim tutan, benim yaşlarımda bir gencin arabasıyla yan yana durdu. Camlar buğulandı sonra. Ama silmedim. Hayatın daha fazlasını görmek istemedim belki. Yorgundum. Bir elimdeki çanta ile diğer elimdeki poşeti taşımanın yorgunluğu olsaydı keşke hissettiğim. Gördüklerinden yorulan ruhum olmasaydı.

Eve varır varmaz geç kalınmış bir şeylerin telaşına kapılmış gibi, başladım eşyaları kolilemeye. O yağmurda korunmasız, yaşam mücadelesi veren çocuklara geç kalmışlığın telaşı vardı belki üzerimde. Yapmaya çalıştıklarımız yetecek miydi? O çocukların aydınlık yarınları olmasına yetebilecek miydik? Bu ülkede çocuk olmak, çocuk yetiştirmek, bir kürsüye çıkıp “üç çocuk yapın!” demek kadar kolay değil! Bunu göremeyenlere, göz ardı edenlere, Kemal abi kaynaklı bir cümle ile seslenmek istiyorum. “Hesap mı bilmiyorsunuz, dayak mı yemediniz?”

Gülüş, Aysuniçkimi, varlığınız, çabalarınız ve yardımlarınız için çok çok çoookk teşekkürler…

Eylül/2008

19 Eylül 2008 Cuma

Sevgi neydi?

Eşlerinden, sevgililerinden, onlara istedikleri gibi davranmadıkları için dert yananlar, bu davranışları başka ilişkilerde gördüklerinde, hafif bir kıskançlık hali ile kınarlar mı onları?

“Geçen gün Fatma hanımları gördüm. Sanırsınız liseli aşıklar, el ele tutuşmalar filan. Ne o öyle?”

Bir yandan sevgisizlikten, sevginin gösterilmemesinden dert yanarken, diğer taraftan gördüğü sevgi beyanlarına kulp bulur, ince bir alayla yorumlarlar o halleri. Ama her zaman bu sebepten değildir yorumlar…

Sevgililik dönemleri de dahil olmak üzere, neredeyse on yıldır birlikteliklerine tanıklık ettiğim bir çift var. İki yüz metre ilerisindeki eşine “Aşşkımm” diye seslenen, her an el ele tutuşan, her yere beraber giden ilginç bir çiftler. Güldürmekten çok uzak sitcom karakterleri gibiler. Vıcık vıcık. O kadar çok “aman insanlar bizi mükemmel çift olarak görsünler” çabaları var ki, insan kör olsa yine görür bu hallerini. Çok sevimsiz, çok samimiyetsiz…

Son zamanlarda tanımaya başladığım başka bir çift var. Görseniz ilk bakışta evli bile demezsiniz onlar için. Parmaklarında yüzükleri bile yoktur. Ama bazen öyle bir öper ki yanağından ya da elini tutar ansızın. Bakmasanız bile görebilirsiniz aradaki bağı, sevgiyi.

Sevgi sanıldığı kadar büyük ve abartılı anlatımlara ihtiyaç duymaz ki. Bazen muhatabı kişiler dışındaki kimselere anlatıma bile ihtiyaç duymaz. Gösterişe, -mış gibi yapmalara… Sevgi, bulunduğu yerde, kendi kadar gerçek olmayan hiçbirşeyi barındırmaz. Yok eğer barınıyorsa, o zaman varlığına inanılmaz.

Eylül/2008

17 Eylül 2008 Çarşamba

Elimizden kayanlar

Uzun zaman önce, Beşiktaş’tan Ortaköy’e doğru yürürken bir akşam üzeri, bir kadın yaklaştı yanıma. Yanında elinden tuttuğu altı-yedi yaşlarında bir çocukla. Temiz yüzlü bir hanımdı. Hani üst kattaki komşu abla gibi biri. Yolda kaldığını, eve dönecek parasının olmadığını söyledi. “Bir otobüs parası…” dedi. Bozuklarımı çıkardım verdim. Dua etti, teşekkür etti.

Bir hafta sonra başka bir akşam, aynı yolda, elinden tuttuğu çocukla birlikte yine bana doğru yaklaşırken gördüm aynı kadını. O aynı cümleleri sarfederken, yolda kalmış ve çaresiz biriymişim gibi hissettim kendimi. İyi niyeti ayaklar altına alınmış çaresiz biriydim halbuki.

Bugünlerin ayyuka çıkan Deniz Feneri yolsuzluğu da, bu insanların örgütlenmiş hali değil mi? Dilenciler de, ihtiyacı olanlar için yardım topluyoruz kisvesine bürünenler de aynı şeyi yapıyorlar. Duygularımızı sömürüyorlar. “Biz iyi niyetle başlamıştık bu işe. Olay buralara geldi. Özür dilerim.” manasında bir savunma yapmış, Almanya’da yargılanan Mehmet Gürhan. İyi niyet… Farzedelim ki samimisiniz! Bu bahsettiğiniz iyi niyeti hiç mi yoklamaz insan arada sırada? Hiç mi sormaz kendine, “ne yapıyorum ben?” diye. Bu insanlar nasıl çıkabiliyorlar bu kadar insanlıktan aklım almıyor. Riyakarlıktan nasıl da hoşnutlar. Böyle şeylere tahammül edemediğim için “ukala” oluyor ya adım. Arkamdan konuşan bed yüzlerin yüzüme gülüşüne tahammül edemediğim için.

Riyakar demişken… Mali müşavirimizin beni patronumuza şikayet ettiğini öğrendim bu sabah. Geçen hafta tartışmış, bana fazla yüklendiğini kabul edip, benden de anlayış istediğinde ise yoluna koymuştuk herşeyi. Yani bana öyle yansıtıyordu. Ne bilirdim, “ayşe saçımı çekti” diye şikayet eden bir ilkokul talebesi gibi davranacağını. Hem de elli beş yaşında bir kadının.

İster maddi olsun bizden almak için uğraştıkları, ister manevi, asıl amaçları insanlığını kaybetmiş bireyler. Ve böylece insanlar, birer robot gibi itaatkar ve daha kolay idare edilebilir olsun istiyorlar.

Eylül/2008

16 Eylül 2008 Salı

Tereddütler

Bir amaca tutunmuş olmanın tatlı huzuru sardı ruhumu. İhtiyacım olan şey buydu galiba. Bir de o huzuru dürtükleyen kaygılar olmasa…

Araştırmalarımın dökümleri var elimde. Kiminin altını çiziyorum, kiminin yanına notlar alıyorum. Ama laf aramızda hala korkuyorum. Başarabilir miyim? İstediğim gibi olur mu? Okudukça kendimi yetersiz hissediyor olmam normal mi? Sürprizleri neden severim ben? “Belki yapamam söylemeyeyim. Olursa da sürpriz olur zaten.” düşüncesi mi acaba beni sürprizlere yönelten?

Sultanahmet’e gitmiştik cuma akşamı. Kalabalığın arasına karıştık. Bir ellerinde çekiştirdikleri bavulları ile buraya aitmiş gibi dolaşıyordu turistler. Sanki yabancı olan bizdik. Herşeyden soyutlanmış, yaşadığı yerlere yabancıydı bu ülkenin insanları. Savruk, önemsemez…

“Niye böyle oldu?” ve “ne olmalı?”nın cevaplarını aradık yürürken. Aslında bir cevaba ihtiyacımız yoktu. Cevap bizdik. Bunu da yeni keşfetmiyorduk. Hayallerimi seslendirdim yeniden. Ceplerimde kalmasınlar istedim. Var oluşlarına tanık olmak istedim. Yeniden cesaret toplayıp “hayde” dedim, tereddütün mevsimi geçti…

Eylül/2008

Can Tatlı

Annemi iki kez ameliyatlı gördüm ben. Görmekten ötesi, ameliyattan çıkışlarında yanında sadece ben vardım. Yatağa yatırdıkları başka biri gibiydi. Yüzü gözü şişmiş, kendinden habersiz yabancı biri gibi. ”En çok ne zaman telaşlandınız?” deseler, herhalde o anlar aklıma gelir. Ne yapacağımı bilemez bir halde, birşeyleri kotarmaya çalıştığım o zamanlar.

Sonra anneannemin ameliyat olduğu zamanlar. Onun ameliyat çıkışında yanında yoktum. Ama bir genç kız kadar atik, canlı bir kadının, dahası anneannemin, beyin tümöründen ameliyat olup eve geldiği o zamanları da unutamam. Çok hassas noktalardaki bölümlerine dokunmadıkları tümörün ameliyatı, başka biri yapmıştı anneannemi. Kendi kendine konuşuyor, düzgün başladığı bir cümlede başka başka şeyler anlatıyordu. Ameliyat olması gerektiğini anneanneminde olduğu bir ortamda söylemişlerdi. Kendisinden gizledikleri şeyleri ben de bilmiyordum henüz. Dayımlara gideceklerdi. Dışarı çıkıp arabayı çalıştıracaktı dayım. Neden bilmiyorum, peşinden ben de çıkmıştım dışarıya. Arabanın koltuğuna oturmuş ağlarken görmüştüm dayımı.

Dünü soğuk algınlığım nedeniyle evde dinlenerek geçirdim. Boğazım şişmişti, yutkunmak eziyetti benim için. Öyle bir can acısıydı ki, “keşke yutkunmadan durabilsem” dedirtiyordu insana. Gerçi hala tam olarak geçmiş sayılmaz ya. İnsan hasta olunca canı öyle tatlı oluyor ki. Ama sevdiğin insanların can acısını, hastalıklarını görünce, bunları düşününce, tadı kalmıyor kendi canının bile…

Eylül/2008

13 Eylül 2008 Cumartesi

Şeker

Birkaç ay önce bir sabah, işe geç kalmıştım. Alelacele giyinip çıktım. Benim kadar aceleci değildi otobüsler. Uzunca bir zamanda otobüs bekledim. Beklediğim otobüse de kavuşunca, cam kenarında bir koltuğa oturup kulaklığımı taktım. Başımı cama yaslayıp yolu seyre daldım. Yanıma bir hanım oturdu. Birkaç durak gittikten sonra omzuma dokundu…

Birkaç sene evvel bir akşam, iş çıkışı alışveriş yapmış, elimdeki poşetlerin ağırlığından bezmiş bir şekilde otobüs bekliyordum durakta. Akşam saati nasıl kalabalık olur otobüsler. Yol öyle gözümde büyüyordu ki. Neyse ki gelen otobüs çok kalabalık değildi. Hatta bir boş koltuk bile vardı. Bir hanım cam kenarına oturmuş, poşetlerini de yan koltuğuna yerleştirmişti. Aslında otobüste illa oturma derdim yoktur. Ama bir yandan yorgunluk, bir yandan da elimdeki poşetlerin ağırlığı beni oturmak mecburiyetinde bırakıyordu. Birkaç kez seslendim. Fakat hanımın yüzü cama dönüktü ve hiç tepki vermiyordu. Ben de omzuna dokundum.

-”Bu böyle söylenmez ki!” dedi bağırarak. Tepkisiyle öyle afalladım ki, beynim durdu resmen.

-”Seslendim ama duymadınız!” diyebildim sadece. Poşetlerini aldı, oturdum. Ama ellerim sinirden titriyordu resmen. Birkaç durak sonra inmek için hazırlandığını farkettim. Şeytan dedi ki, “Sen de aynı şekilde davran!” Kısasa kısas. Ama kalktım yol verdim.

Kafamı çevirdim, elindeki şekeri uzatıyordu, omzuma dokunan hanım. Teşekkür ettim, istemediğimi belirterek. Bir annenin onaylayıcı bakışlarıyla almamı istedi tekrar. Teşekkür edip kabul ettim bu sefer. Nane mentollü şeker. Çocukluğumu hatırlatır hep bana. İlkokul zamanlarımda, oturduğumuz apartmanda iki tane üniversite öğrencisi kalıyordu. Matematik dersi alıyordum birinden. Her ders bitimi masanın üzerindeki şekerlik ile, o mentollü şekerlerden ikram ederdi bana. Sonra da sınavlar gelir aklıma. Anadolu lisesi, fen lisesi sınavları, üniversite sınavı. Her sınavda yanımda bulunan aynı şekerler. Ve şeker gibi tadı damağımda kalan o yıllar. Bir sabah vakti ikram edilen bir şekerle hatırlandı tüm bunlar…

Eylül/2008

11 Eylül 2008 Perşembe

Ablama

On sene önce bu zamanlar, işine ve çalışma hayatına alışmaya çalışan üç aylık bir eleman, bir küçük çocuktum ben. Ne kadar sıkıcı geliyordu ilk zamanlar. Birbirimizi tanıdık sonra. Oturup sohbet etmeye, birşeyler paylaşmaya başladık. Çok fazla gülüştüğümüzde oldu, birbirimize kızıp küstüğümüzde. Bir insanla tartışmanın, onu sevmediğin anlamına gelmediğini o zamanlar anladım ben.

Çok şey öğrendim senden. Hem meslekle, hem de hayatla ilgili. Evliliklerin sadece mutsuzluk ve umutsuzluk olmadığına inandım, sizin evliliğinize baktıkça. Bir de küçük kızın vardı, o genç yaşına rağmen. Şimdi kocaman bir genç kız oldu o da. Aşık olduğuma da tanık oldun, o aşkın acısını yaşadığım zamanlara da. Çok tatlı yedik beraber, çok da rejim yaptık sonra. Pazartesi günleri haftasonundan bahsederken de, duraklamadan çalışıp iş yetiştirirken de aynı güzellikte geçerdi zaman.

Dün, uzun zamandır görüşmemiş olmanın yüklediği özlemle, tüm bunları düşündüm. Şimdi tek başıma çalışıyor olmama hüzünlendim. Eksik ve yalnız hissettim kendimi. Herşey zamanında mı güzeldi, yoksa şimdi de olsa, aynı güzellikte kaldığı yerden devam mı ederdi bilmiyorum? Ama ben iyisiyle, kötüsüyle yaşadığım her şeye “iyi ki” diyorum. Ve iyi ki seni tanıyorum…

Kız çocuğu

10 Eylül 2008 Çarşamba

Başlama vaktidir artık!

Uzun, zorlu ve belki de bazen pes edip, vazgeçmeyi düşüneceğim bir sürece başlıyorum. Ama başlamaya karar verdim nihayetinde. Bir yap-boz tahtası kurdum hayalime. Beğenmedikçe bozup tekrar kuracağım hayallerimi.

Dün akşam kurduğumuz tüm hayaller, gerçekten ancak hayal olabilecek kadar güzel. Ve hayal kalamayacak kadar kabına sığmaz olacaklar birgün. Yani umuyorum Her vazgeçişimde hepsini yeniden hatırlayacağım inan. İnadına yeniden başlamak için.

İstanbul’da bir eylül akşamı, yanı başımızda Dolmabahçe Sarayı, önümüzde deniz, martılar. Başlamak vaktidir artık, engel olmaya çalışsa da korkular…

Eylül/2008

5 Eylül 2008 Cuma

Hayat ne garip

Birileri yarın için planlar yaparken, başka biri yarın için ancak dua edebiliyordu. Doğan çocuğunu küvezde bırakıp hastaneden çıkan bir anne gibi. Onun 20 gündür dilinde olan, yarına dair duaları gibi .

İkiz doğurmuştu kadın. Biri kız, biri erkekti bebeklerin. Umutla başlayıp hüzünle biten üç hamilelik yaşamıştı. Bu dördüncüsü sevinçle bitecekti galiba. Bir de çocuklar erken doğmuş olmasalardı. Vaktinden erken geldikleri dünyaya tutunamayacak kadar küçüktü ikiside. Erkek daha çabuk toparladı kendini, onu eve çıkardılar. Kız hala hastanede küvezdeydi. Annesi hergün gidip emziriyordu bebeği. Dün yine gitti.

Hastanede yapılan bir çocuk ameliyatından dolayı bebeği göstermemişler kadına. Zaten diken üstünde oturan kadın, çocuğa birşey olduğunu düşünmüş, fenalaşmış. Hemen acile almışlar. beş dakika sonra kapıda beliren doktor, “hastayı kaybettik!” demiş. Bebeğini eve götüreceği günün hayalini kurarken, o zamanı sabırla, umutla beklerken, kendisi çekilmiş oyundan. Herkes bebeğe birşey olacağı için endişelenirken, hatta anneannesi uygun kiloya gelip hastaneden çıkışına adak adamışken, o küçük bebeğin annesi, daha ona doyamadan veda etmişti hayata. İki bebeğini birden kucağına alıp evlat hasretini dindiremeden, henüz otuzunda genç bir kadınken, hiç beklenmedik bir anda gelip almıştı onu ölüm. Tüm sevdiklerinden, onu sevenlerden, ona ihtiyacı olan iki masum bebekten ayırdı onu ölüm.

Biz koşuşturmalar içinde gün geçirirken, olmadık şeylere kızıp dururken, bir duvara toslar gibi karşılaşıyoruz onunla. Herşeyden daha gerçek ve acı o. Can yakıyor, inanılamıyor. Eksik kalmış zamanların tarihini tutuyor. Bir ömrün “dün”lerini bırakıyor elde sadece.

Ölüm, bir sokağın köşe başında bekliyor bizi. Bir köşeden dönerken, herşeyden habersizken, pat diye çıkıveriyor karşımıza. Başka bir yolun başlangıcı oluyor. Bıçak gibi kesip atıyor yarınları. Hayat ne garip, sen istediğin kadar yap planlarını…

Eylül/2008

4 Eylül 2008 Perşembe

Ya her şeyim, ya hiçim

Bir an, kabına sığmayana sebepsiz mutluluklarla donanır, var olan güzelliklerin hepsine sahipmiş gibi düşünür kendini. Sevimli, anlayışlı, güzel, arkadaş, dost… Dünyanın kendi etrafında döndüğünü hiç düşünmemiş olsa bile, kendi için döndüğünü düşünür o an muhakkak. Herşey o mutlu olsun, tadına varabilsin diye tasarlanmıştır sanki.

Başka bir an, kotarmaya çalıştığı her işin altında kalmış, sevimsiz, istenmeyen, sevilmeyen, şanssız biri olarak düşünür kendini. Herşey üst üste ters gider. Heyecanla beklediği anlar kabusa dönüşür. Ve bu iki durum arasındaki geçiş, kimi zaman ışık hızına bile yetişir neredeyse.

Sonra an olur, durulur, sakinleşir bir süre. Ne “herşey” olmak için çabalar, ne de ”hiç” içinde yer almak için. Kendine sıfatlar yakıştırmaya çalışmadan sadece kendisi olur. Yalın ve yalansız kendi gibi. Ve sonra bakar ki, onu iki kutuba ayıran tüm o özellikler, onun içinin birer parçası. Birini yaşarken diğerini yok sayıp, kendini yaşadığı duygudan ibaret sanmanın, nasıl bir yanılgı olduğunu farkeder o zaman.

Gözleri ufuk çizgisine bakar dalgın dalgın. Ufkun kızıllığında seçim yapmaya çalışır. Mutlu-mutsuz, sevimli-huysuz, şanslı ya da şanssız olmak arasında. Hiçbirini ayıramaz ama. Herbirinin içindeki yansımalarını sahiplenir. Ufkun kızıllığına boyar içini de. Kendiyle barışıyor olmanın huzuru dolar yüreğine…

Eylül/2008

3 Eylül 2008 Çarşamba

Bir kadın, bir adam, bir çocuk

Ortalığa dağılmış giysiler, ıvır zıvır eşyalar arasında oturuyordu küçük çocuk. Karyolanın üzerinde oturmuş hıçkırarak ağlıyordu annesi. Bir elini kırmızıya boyamıştı kan. Az ilerisinde karyolanın üzerine fırlatılmış bıçak duruyordu. Bıçağın metal yüzeyini görünce belli belirsiz bir ürperme hissetti vücudunda. Sıtmaya tutulmuş gibi titremeye başladı. Küçük çocuk hala aynı yerde, sanki herşeyden habersizmiş gibi öylece oturuyordu. Açık kapıdan koşarak içeri giren üst kat komşusu Arzu, hiçbirşey sorup sorgulamadan kaldırdı Servi’yi karyoladan. Hastaneye gitmek için bir an evvel çıktılar evden. Giderken de kızına, Cem’i evden çıkarmasını tembihledi. Hiç tepki vermedi Cem ona söylenenlere. Sanki nefes bile almıyordu. Onu kucağına alarak çıkardı evden Sedef.

Uyumsuz evliliklerini taşıran son damla ”para” oldu. Ve kabından taşmış mutsuz evliliğin bu görüntülerine, ilk kez tanık oluyordu Cem. Tartışmalar, kavgalar hep ondan gizlenmişti bugüne kadar. Sadece ondan değil, herkesten gizliyordu yürümeyen evliliğindeki sıkıntıları Servi. Kazandığı üç kuruşu yetiştiremiyordu hiçbirşeye Salih. Ama Servi’nin çalışma isteğine de karşı çıkıyordu. Bu yokluk onları zorlamıştı yıllardır. Ama Cem büyüyordu. Yakında okula başlayacak, istekleri, ihtiyaçları altından kalkamayacakları bir boyuta ulaşacaktı.

-”Bırak artık inadı!” dedi Servi. Cümlesini tamamlarken yüzünde patlayan tokatla irkildi. Bütün eksikliklerin, elde edemediği herşeyin acısını Servi’den çıkarmaya çalışır gibiydi Salih. O can acısıyla sağlam bir tokatta Servi patlattı. Neye uğradığını şaşırdı Salih. Tek atımlık barutunu tüketmiş olduğunu, Salih’in yüzündeki öfkenin izlerinden anladı Servi. Kötü birşeyler olmasından, daha da kötüsü bunların Cem’in gözlerinin önünde olmasından korkuyordu. Yatak odasına kaçtı. Arkasından gelen Salih, kapıyı kapamasına fırsat vermeden dayandı kapıya. Var gücüyle itti. Kapı ile birlikte Servi de gardırobun kapağına kadar savruldu, başını çarptı. Mutfaktan kaptığı bıçakla yanına geldi Salih.

-”Bıktım artık! Yıllardır size bakmaya çalışmaktan, sizin için çabalamaktan bıktım artık! Yeter, çıkın hayatımdan!” Önce Salih’in elindeki bıçağa, sonra kapının önünde duran Cem’e baktı Servi.

-”Bırak şu bıçağı. Beni düşünmüyorsan, çocuğunu düşün!” Sadece başını çevirdiği an kadar baktı Cem’e Salih. Sanki bir yabancıya bakar gibi. Sonra bıçağı karyolanın üzerine fırlattı. Yan tarafında yığılı, Servi’nin çeyizinin yatak yorganlarını dağıttı yere. Çekmeceleri çekip boşalttı. Gardırobun içindeki herşeyi yere saçtı.

-”Yeter artık! Yeter artık, çıkın hayatımdan!” Kapının dibinde donmuş gözlerle olanları izleyen Cem’e bile bakmadan çekip gitti evden.

Doğruldu Servi, elini kafasına götürdü. Kan bulaştı eline. Karyolasının üzerine oturdu. Bir zehiri içinden akıtır gibi ağlamaya başladı, yıllardır biriktirdiklerini. Artık hiçbirşeyi saklamaya gerek kalmamıştı. Komşular bunca bağırışmayı duymuşlardı elbet. Annesine de bu durumu açıklamak zorunda kalacaktı nasılsa. Ve en önemlisi, Cem, tüm bu olanların birebir tanığı olmuştu. Şimdi bu enkazın arasında, dizleri üzerine çökmüş beş yaşında bir çocuk vardı. Bu olanların hangi birini anlayabilirdi ya da tüm bunlar ona nasıl anlatılabilirdi? Nasıl silinirdi bunca şeyin izi belleğinden. Cana kıymak, can yakmak bu kadar kolay mıydı? Bu kadar kolay mıydı herşeyi hiçe saymak? Ya da sanıldığı kadar zor muydu, masum çocuklara eli uzanmayan başka bir hayat kurmak?

Eylül/2008

30 Ağustos 2008 Cumartesi

Küçük mutluluklar

Eline aldığı televizyon kumandasını elinde evirip çevirdi. Açıp-açmaması konusunda bir karar vermeye çalışıyor gibiydi. Saate baktı. 11:11. Sabah kalktığında kendini çok halsiz hissetmiş, işyerini arayarak bugün işe gelemeyeceğini haber vermişti. Bugün, bu saatte evde olmak çok garip geliyordu ona. Televizyonu açtı. Eski bir Türk filmi bulmak ümidiyle dolaştı kanalları. Bir kanalda bir tanesine rast geldiyse de beğenmedi. Sonra kadınlı-erkekli birçok kişinin katıldığı bir programa rastladı. Ortada tüm mekana hakim bir noktada, giyiminden ve konuşmalarından anlaşıldığı kadarıyla, konu ile ilgili uzman bir konuk vardı. O konuğun sağında bir bayan, solunda da bir erkek konuk daha vardı. Ne konuştuklarını anlamaktan uzak bir bakışla ekrana baktı bir süre. Bir hanım söz aldı o sıra. Ekrandan izledikleriyle kafi derecede öğrenilmiş bir havayla tuttuğu mikrofonu, konunun uzmanından bahsederken ona doğru sallıyordu. “Benim beyim, eve lazım olanı söylemezsem, şu da eksiktir deyi birşey alıp da gelmez. Ama geçen gün nerden estiyse, bir kilo salatalık alup da gelmiş. Çok mutlu oldum yani” dedi. Bütün konuklar ile birlikte kendi de kahkahayı basmıştı. “Nerden esti?” diye sordum. “içimden geldi.” dedi.” Gülüşmeler dindikten sonra uzman bey;

-”Şunu bilmemiz gerekir. “İçimizden geldi” cümlesi, ancak bunu öğrendikten sonra söylenebilir. Biz yürümeyi bile öğreniyoruz. İçimizdekileri bu şekilde ifade etmeyi öğrenmeden, içimizden neyin geldiğini de bilemeyiz. Küçük şeylerden mutlu olmayı da, mutlu etmeyi de öğrenebiliriz.” dedi.

Annesine uzun zamandır uğramadığını düşündü. Dün öyle hal-hatır sormak için aramıştı ama pek gönülsüz konuşmuştu. Annesinin bunu farketmemiş olmasını umdu. Aslında bugün kalkıp gitse ne kadar sevinirdi annesi. Ama hiç içinden gelmiyordu. Soru üstüne soru soracak, biriktirdiği onca şeyi anlatmaya başlayacaktı. Onun ise bunlara tahammül edebilecek bir ruh hali yoktu. Anlattıklarını dinliyormuş gibi geçiştirmeye çalışsa, annesi mutlaka farkecek; “Sen beni dinlemiyor musun?” diye didikleyip duracaktı. Es kaza ters bir cevap verse, yanına uğramadığı zamanlardan da fazla mutsuz edecekti onu. Bu durumda annesine gitmenin pek akıl karı olmadığına karar verdi. Evde kalıp, boş boş oturup, bu boşluğun yarattığı sıkıntıyla geçirecekti gününü. Belki akşam arkadaşlarıyla dışarı çıkar biraz eğlenirdi. Annesine gitmekten kaçınıp arkadaşlarıyla buluşacak olmanın suçluluk duygusu da, bu düşünceyle birlikte belirdi içinde. Anlaşılan, arkadaşlarıyla eğlenceli bir akşam geçirebilmesi için, önce annesine düşecekti yolu. Televizyonu kapatırken uzman bey hala konuşuyordu.

Uzandığı koltuktan kalktı. Önce akşamki plan için Sezen’i aradı. O nasılsa herkesi haberdar ederdi.

-”Ben de tam seni arayacaktım.” diye açtı telefonu Sezen. “İşyerini aramıştım, akşam birşeyler yapalım demek için. Ama rahatsız olduğunu ve bugün gelmeyeceğini söylediler. Hayırdır neyin var?”

-”Sabah kendimi biraz halsiz hissetmiştim. Ama şimdi daha iyiyim. Aslında ben de seni aynı şeyi söylemek için aramıştım. Sen planı yapar mısın?”

-”Tamam canım. Saat 20:00 iyi mi?”

-”İyidir. Ben önce karşıya, anneme geçeceğim zaten. Konuşuruz yine.”

-”Tamam canım. Seher teyzeye selam söyle benden de. Şimdi bir toplantıya gireceğim. Ben seni ararım.”

-”Söylerim. Kolay gelsin sana.”

-”Sağol.”

Duş aldı, hazırlandı. Saat 13:00′di evden çıktığında. Bir buçuk saatlik bir yolculuğun sonunda ulaştı Çengelköy’e. En son gidişinde, annesinin patlıcan kızartırken bahsettiği o tavalardan gördü bir dükkanın vitrininde. Salatalık alan kocasının mutlu ettiği kadını düşündü. On beş dakika sonra, o tavanın üçlü setinin paketi elinde, çıktı dükkandan. Dondurmasına bayıldığı o dondurmacıdan, annesi için vişne, limon; kendisi için çikolata, karamel dondurma aldı. Bir de kağıt helva. Annesi kağıt helva arasında dondurma yemeyi çok seviyordu. Evine eli kolu dolu gelen bir damat bulamamıştı annesine ama, eli kolu dolu gelebilen bir evlat oluyordu arasıra.

Sokağa girdiğinde annesini camda gördü. Onu görünce içeri girdi. Kapıyı açmaya gitmişti muhtemelen. Dış kapı açılmıştı bile tahmin ettiği gibi. Şimdi de daire kapısını açmış, girişe de terlik çıkarmış olduğundan emindi Mine. Yürüyerek çıktığı dördüncü katta, açık kapının girişindeki terlikleri görünce, annesine sık sık gelmediği için büyük bir suçluluk duydu.

-”Hoşgeldin kızım.”

-”Hoşbulduk anne. Nasılsın?” dedi poşetleri yere bırakırken.

-”Ben iyiyim çok şükür kızım. Hayırdır işe gitmemişsin sen bugün? Birşeyin yok ya?”

-”İyiyim annecim. Sabah biraz halsizdim sadece. Gitmedim işe. Ama iyiyim şimdi.”

-”Tabi, doğru düzgün yemek mi yiyorsun ki! Kaşık kadar kalmış yüzün yine! Bu poşetlerde ne var?” Konunun değişmesinden hoşnut olan Mine;

-”Birinde dondurma var. Ben onu dolaba koyayım. Sen de diğer poşete bak bu arada.”

-”Aaa! Isındığını belli eden tavalardan. Demek beni dinliyordun o gün. Ben yine dinliyormuş gibi davrandığını düşünmüştüm!”

-”Olur mu anne. Tabiki dinliyordum!” dedi, “Annelerden de hiçbirşey saklanmıyor gerçekten” diye düşünürken.

-”Kevser hanım da almış bu tavalardan. Geçen gün patlıcan, biber kızartmıştı..” diye başlayan konuşmanın, daha kimbilir neleri kapsayacağını tahmin bile edemiyordu Mine. “Küçük mutluluklar” diye geçirdi içinden. Sorular sorarak konudan kopmamaya çalıştı. Bir kilo salatalıkla bile mutlu olabiliyorsa insanlar, bu mutluluğu onlardan esirgemenin zalimlik olduğunu düşündü. Yeni tavalarını yıkayan annesinin konuşmasına ara verdiğini görünce, yeniden anlatmaya başlaması için;

-”Deste teyze nasıl?” diye sordu Mine. Küçük mutluluklara biraz olsun katkısı olur diye.

Ağustos/2008

28 Ağustos 2008 Perşembe

Aşk olsun

Yazdıklarımın çoğu kendimden. Kimi hatıraları, kimi yeni yaşanmışlıkları, kimi ise dostlara, arkadaşlara dair duyguları anlatıyor. Bazıları ise kurgu. Ama içlerinde aşk yok pek. “Niye yok?” diye soruldu bugün. “Çünkü aşk gerçekte de yok hayatımda.” Kurgu ile anlatmanın da çok denenmiş bir durum olduğunu düşündüğümden, yazmaya yeltenmedim. Ama bugün, “bir aşkı kurgulasam nasıl olur?” diye düşünerek başladım yazmaya. Adına da “aşk olsun” dedim. Umarım hayatımda da artık aşk olur.

Bir kuş kadar hafif uyandı bu sabah. Kalkıp pencereleri açtı. Pırıl pırıl bir gökyüzüyle karşılaştı. Bahçedeki ağaca kuşlar doluşmuştu. Sanırdınız ki bir ormanın ortasındaydı ev. Temiz hava ile birlikte kuş cıvıltıları da doluştu odaya. Saat daha altıydı. Sekizde buluşacaklardı. “Uyanmış mıdır acaba? Arasam mı?” diye düşündü. Telefonu aldı eline, gelen bir mesaj vardı. İçinden dolup taşan bir sevinçle açıp okudu mesajı. “Bir an önce sabah olsun da sana kavuşayım diye, hemen uyumak istiyorum. Ama göz kapaklarımın içinde de sen varsın.” deyip, bir de gülücük kondurmuştu mesajın sonuna. Yüzüne yayılan gülümsemeyle aynaya koştu hemen. Gerçekten güzel mi görünüyordu gülünce? Aman ne önemi vardı zaten. Yüzünde engel olamadığı bir gülümseyişle dolaşıyordu nicedir. “Aşık mısın?” diye sorup duruyordu, ondaki bu hali farkeden herkes. Çoğu aslında laf olsun diye söylüyordu bunu. Ama o, yüzüne daha da yayılan bir gülümsemeyle, “evet aşığım!” dercesine bakıyordu istisnasız hepsinin yüzüne. Geçen gün Mert’in ona söylediği o şarkıyı mırıldanmaya başladı. “Bak şu kalbimin işine, saldı sevdayı başıma. Gece gündüz aşk ateşine, yanarım yanarım kimse bilmez.”

Yüzünü yıkadı. Kurulamadan, bir süre öylece kendine baktı aynada. Kendinde beğendiği birşeyler vardı. Yüzüne bile renk getiren bu mutluluğu beğeniyordu galiba. Bu sefer başka birşeyler vardı yaşadıklarında. Korkmuyordu. Yaşadığı mutluluk bir endişe yaratmıyordu içinde. Savunmasız yaşıyordu sevgisini, ona sunulan sevgiyi. O sevgiyi haklı çıkarmak için nedenler aramıyordu. Doğruluğuna inandırmaya çalışmıyordu kendini. Kendi sevgisine, mutluluğuna inanıyordu. “Bu bile yeter bana.” diye düşünüyordu. En beğendiği tşörtü ile bir eşofman giyip hazırlandı. Saçlarını taradı. Kalem çekti gözlerine. Spor ayakkabılarını da giyip çıktı evden. İçinde tek değişmeyen şey, sevgilinin yanında çıt kırıldım olma gayretlerine karşı duruşuydu galiba. Yanında rahat edemeyeceği, kendi gibi olamayacağı birini istemiyordu hala hayatında.

Saat 7′ye geliyordu. “Biraz yürümeli en iyisi.” deyip, sahil boyunca, Arnavutköy’e doğru yürüdü. Hafif hafif bir rüzgar esiyordu. Denizin yüzeyindeki kıvrımlar küçük çocuklar gibi oynaşıp duruyorlardı. Arnavutköy’e vardığında saat yedi buçuğa geliyordu. Arnavutköy’den bir otobüse binip, Rumeli Hisarı’na geçti. Otobüsten inip, sabahın tenhalığında, ayaklarını sarkıtıp oturdu deniz kenarına. Bir mesaj sesi duydu. “Biraz gecikeceğim. Yarım saate kadar oradayım.” Sevmiyordu beklemeyi ama düşünmedi bunu. Denize doğru sarkıttığı ayaklarını sallamaya başladı. Tam o sırada, sağ eliyle gözlerini kapatıp, sol elindeki çiçek buketini yakınına yaklaştırdı sevgilisi. Mis gibi bir çiçek kokusu geldi burnuna.

-”Bil bakalım ben kimim?” dedi, o duymayı çok sevdiği ses.

-”Bir düşüneyim… Sabahın kör vakti bir çiçekçiyi yatağından kaldırmış bir deli olabilir misin?”

-”Dııtt. Yanlış cevap. Kendi bahçesinden aşırdığı çiçeklerle sana “günaydın” demeye gelen bir deli olabilirim ama.” Sarıldılar birbirlerine. Ellerinden tutup kaldırdı sevdiğini. Elindeki çiçek demetini tekrar koklarken farkettiği, bir çiçeğin yaprağına zımbalanmış küçük not kağıdında;

“İçimde ikinci bir insan gibidir

Seni sevmek saadeti.” yazmaktaydı. Kız, yaşattıkları için usulca teşekkür eder gibi tuttu çocuğun elini. Aşkla…

Ağustos/2008

27 Ağustos 2008 Çarşamba

Giden değil, kalan olmak

Ne zaman biri yolculuğa çıksa ev ahalisinden, yokluklarıyla imtihan eder kendini ruhum. Bir hüzün kaplar içimi. Boşluklarını önce geçiştirmeye, sonra o boşluklara anlamlar yüklemeye çalışır aklım. Yokluklarının B planını hazırlamaya başlar. Hayata devam edip edemeyeceğimi bilmek, yüreğe çöreklenen bir duygu olur. Aklın serbest bırakılmasının kefaleti olur.

Yapılmasına en sinir olduğum şeyleri bile arar olurum evin içinde. Hayatın aynı akışı içinde devam ettiğini anlatsınlar bana diye. Televizyonun sesi çok açıldığı için rahatça kitap okuyamadığımda mesela. Ya da annem, herhangi birşeyden söylenmeye başlayıp, içindeki herşeyi ortaya döküp beni bunalttığında. Bunları bir kalemde sıralayıp, bu evin yaşam belirtisi olduklarını kabullendim. Oflayıp söylendiğim çoğu şeyin, yalnızken ve istediğim gibiyken de sıkıcı olabildiğini farkettim yeniden.

Ne yerin, ne zamanın, ne de yaşananlarındır suç ya da sorumluluk. Onları algılayamayan, bunalan ve bundan sıkıntı yaratan insanoğlunundur. Herşeyi istediğimiz gibi görmeye, öyle algılamaya ve yaşamaya muktedir bir güç var içimizde. Galiba birçok şeyi değiştirebilmenin sırrı da, elimizden geldiğince gayret gösterebilmekte.

Ağustos/2008

Her bitiş, yeni bir başlangıçtır.

Yılların eskitemediği iki arkadaş, aradan geçen zamanın değiştiremediği bir sevinçle karşıladılar birbirlerini.

-”Yeniden İstanbullu oldun demek…” dedi Eren.

-”Ben hep İstanbulluydum.” diye karşılık verdi Fırat, yüzüne yalancı bir kızgınlık yerleştirerek. “Eee nereye götürüyorsun beni bakalım?”

-”Dolmabahçe’ye gidelim. Sen seversin orayı.”

Beşiktaş’tan Dolmabahçe’ye yürüdüler birlikte, dünün çocukluk, bugünün kader arkadaşları. Mahallerlerinden, çocukluklarından, kaybettikleri annelerinden, bitirdikleri evliliklerinden, hayatın bir verip, bir aldığı güzelliklerden konuştular.

-”Ne güzelmiş gençlik be.” dedi Eren. “Hatırlar mısın, biz hiç evlenmeyeceğiz dediğimiz zamanı. Rüya vardı hani, üst mahallede otururdu. Sen onu seviyordun. Ama o mahallenin uğursuzlarından Fehmi ile beraberdi. Seni istemediğini kabul edince, “Bu kızlar sevgiden, kadir kıymet bilmekten, değer vermekten anlamıyorlar. Ben evlenmeyeceğim Eren!” demiştin. E ben de durur muyum? “Sen evlenmeyeceksen, ben hiç evlenmeyeceğim.” demiştim.” Güldüler bu gençlik anısına.

-”Aslında bırak gençliği, çocuktuk be Fırat. Kendimizi genç sanan çocuklardık. Güzel günlerdi ama.”

-”Evet öyleydi. Keşke herşey, o zamanki kadar doğru kalabilseydi.”

-”Keşke…”

Masalarına otururken serin bir rüzgar karşıladı onları. İstanbul’un bu saatlerde ayrı bir güzelliğe büründüğünü düşündü Fırat.

-”Biliyor musun, İstanbul kendine bağlıyor insanı. Sonra nereye gidersen git, hep bir yanın eksik kalıyor. Hep arıyor, özlüyorsun. İster istemez her gittiğin yeri kıyaslıyorsun onunla.”

-”Senin İstanbul’dan gidişine hiç inanamadım ben zaten.” dedi Eren. “Öyle apar topar gidişler sana göre değildi hem. Zamana yayarsan bu gidişi, vazgeçeceğinden mi korktun?”

-”Belki de. Aslında ben, verdiğim sözden dönmemek için gittim İstanbul’dan. Vildan’a söz vermiştim. Onu yalnız bırakmayacağıma, kaybettiği ailesiden kalan işleri beraber yürüteceğimize dair söz vermiştim. Şimdi düşünüyorum da, bizimkisi en başından beri bir sözleşme gibi olmuş. İki tarafın karşılıklı kabul edip, imzaladkları bir sözleşme.”

-”Mutlu değil miydin?”

-”Mutluluğun tanımına göre değişir cevabım. Ne bileyim… İsteyebileceğim herşey vardı hayatımda. İyi bir iş, iyi bir gelir, güzel bir eş, dünya tatlısı iki çocuk. Hayatımda herşey bu kadar tamamken, ben hep eksiktim Eren. Vildan’ın büyüdüğü yerde, Isparta’da olan mutluluğuna da kıyamadım. Direndim kendime senelerce. Ama bir yerden patlak verdi işte.”

-”Sahi Vildan nasıl?”

-”İyi, bu sabah konuştum. Çocuklarla Antalya’ya yazlığa gidecekler. İkimizde sırtındaki yüklerden kurtulmuş gibi hafif ve birer kuş kadar özgürüz. Onca yılın karşılıklı emeklerinin helalliğini verdik birbirimize. Karşılıklı fesh ettik sözleşmemizi yani.” Masalarındaki peçeteleri uçuran bir rüzgar esti. Gözlerini kapatıp, rüzgara teslim etti tenini. Tüyleri ürperdi.

-”Ne zamandır rüzgara hasrettik biz. Sana kısmetmiş bak.”

-”Kısmetimle geldim desene.” dedi Fırat gülümseyerek.

-”Aman deyim, kısmet filan hiç karıştırma şimdi. Güzel güzel konuşuyoruz şurada.” dedi Eren de gülerek.

-”Bekarlığın tadını çıkarmak gerek diyorsun yani?”

-”E o kadarını da demeye hakkım olsun değil mi?”

-”Olsun olsun. Sevim nasıl peki? Hep ben anlattım.”

-”Sevim iyi. O da senin gibi bildiği topraklara, Ankara’ya döndü dava sonuçlanınca. Biz bırak helallik almayı, birbirimizi haddinden fazla hırpalayarak bitirdik evliliğimizi. İsimlerimizi duyduğumuzda bile yorgunluk hissediyoruz. O yüzden konuşmuyorum.” Dalgın dalgın uzaklara baktılar sonra, geçmişi arar gibi.

Kalktıklarında hayli geç olmuştu saat. Yürüdüler Beşiktaş’a doğru. Vedalaşıp ayrıldılar. Uzun zamandır uzak kaldığı manzarayla sarhoş olmuş gibiydi Fırat. Eve geldiğinde saat gece yarısını çoktan geçmişti. Babası küçük horultularını gecenin sessizliğine salarak uyuyordu. Annesinin vefatından sonra babasının tek başına yaşayamayacağını sanmıştı. Yanlarına, Isparta’ya gelmesini istemişti. Ama babası İstanbul’dan ayrılmak istememiş, hayatını da çok güzel idame ettirmişti. Odasına geçti. Sanki dün çıkıp gitmiş gibi herşey yerli yerindeydi. Yatağına uzandı. O, gençlik yıllarının yatağına uzanırken, o yaşlarının dengi çocukları, başka bir şehre doğru tatil yolculuğundaydı. Artık beraber yaşayamayacakları bir hayatın başlangıcındalardı. En az onlar kadar içi buruktu ama bir yanı da bir o kadar mutluydu. Bu tatil yolculuğunda, onların da aynı duygu karmaşasında olduğunu düşündü.

Hayatınızın gerçekten size ait olması için bazen parçalanışlara gerek duyar insanoğlu. Parçalanmışlıklarda benliğinin saklı kalan yanlarını bulur ve onu yaşatmaya çabalar. Zor ve can yakıcı olur kimi zaman. Ama bittiğini farkedip buna izin vermek ve başlamak gerek yeni bir hayata. Çok geç olmadan…

Ağustos/2008

25 Ağustos 2008 Pazartesi

Gereksiz

Çıplak ayakları, arnavut kaldırım taşlarıyla döşeli sokağı adımlıyordu. Gidebileceği en uzak yere kadar gidebilmek isterdi ama sokağın başına geldiğinde, bu isteğini çok gereksiz buldu. Daha on beş yaşındaydı ve bu yaşına kadar gerekli olan hiçbirşeyi yaşayamamıştı. Kardeşlerine, kendisine, anne-babasına birer çift ayakkabı gerekti mesela. Okul yaşı neredeyse geçmekte olan kendiside dahil, okula gitmeleri gerekti. Sadece çatıdan ibaret olmayan, kapısı, penceresi bulunan; onları gelecek kışın soğuğundan koruyacak bir yer gerekti. Babasına iyi ya da kötü bir iş gerekti. Evde kaynayan en azından bir kap yemek gerekti. Şimdi bunları düşününce, istemekte direttiği o gofret çok “gereksizdi” gerçekten.

Anlamanın, anlayışlı olmanın bir fayda sağlamadığını görmüş, her seferinde aldığı birbirinin aynı cevaplardan çok sıkılmıştı. Derdi gofret bile değildi belkide. Gofret, hayatında isteyipte yaşayamadıklarının bir kıvılcımıydı sadece. Küçük kardeşleri gibi ağlayıp zırlamamış, bağırıp çağırmıştı. Kime bağırmıştı peki? İsteğini istese de yerine getiremeyecek anne-babasına. Annesi ona bilindik açıklamaları yapıyordu. Kemal’in bağırışlarını duyunca, babası da karışmıştı konuya. “Çık git o zaman!” demişti babası, sürüp giden tartışmayı sonlandırarak. Kapısı bile olmayan barakalarından çıkıp gitmişti o da. Bahçe kapısına asılan tenteyi aralayıp bir hışımla çıktı. Önce hızlı, sonra yavaşlayan adımlarıyla sokağın başına kadar geldi. “Gereksiz” bir kızgınlığın, “gereksiz” bir tartışmanın sonucuydu burada olması.

Üç aydır yaşadıkları yerin sokağına baktı. Çok lüks sayılmasa da, hali vakti yerinde bir semtin sokağı idi burası. Yıkılmak için boşaltılan bir evin, evden bozma harabesinde yaşıyorlardı üç aydır. Yazdı, sıcaktı şimdi. Ya kışın ne yapacaklardı? Anasıda görünmüştü işte. Telaşlı adımlarıyla kendisini aramaya çıkmıştı belli ki. Bir gülme tuttu Kemal’i. Kahkahalara boğulmuşken, birden hıçkırıklara boğularak ağlatan cinsten. Ne kadar cefakar bir kadındı şu anası. Ona haksızlık etmiş olmasına rağmen, yine kalkıp onu aramaya çıkmıştı.

-”Kalk Kemal’im kurbanın olam. Kalk eve gidelim.”

“Ev.” Yaşadıkları yerin neresi eve benziyordu bilemedi ama ses etmedi Kemal. Yüzünde hala o gülümseyişin izleri duruyordu, toparladı kendini.

-”Tamam anacım. Sen git, ben de geleceğim birazdan.”

Oğlunun yüzündeki gülümseyişe anlam veremeyen Zehra ana,

-”Geleceksin değil mi ya oğlum. Kurbanın olurum başka yerlere gitmeye kalkmayasın?”

-”Yok anacığım, geleceğim. Sen meraklanmayasın. “Eve” geleceğim.”

Zehra ana “eve” doğru, arkasına bakınarak giderken, Kemal de kendi kendine tekrarlayarak önce gülmeye, sonra dizginleyemediği bir şekilde ağlamaya başladı. “Eve geleceğim”

Ağustos/2008

22 Ağustos 2008 Cuma

Ayrılık da bir durumdur neticede

Parkın arka tarafındaki, geniş, ağaçlarla kaplı yoldan gelen bir adam gördü kız. Önce parka doğru geldiğini sanmış, hatta babasının olmasını ummuştu. Ama bir banka oturdu adam. Elleri, düşmekten korkuyormuş gibi bankın tahtasından tutunuyordu.

Kaydıraktan kaymak için çıktığı merdivenlerden, yavaş yavaş aşağıya indi kız. Annesine baktı, annesi de o anda ona. Gülümseyip el salladı ve oynamaya devam ediyormuş gibi arka tarafa doğru yürüdü. Annesi de teyzesiyle konuşmaya devam etti, kızını oynarken görmenin rahatlığıyla. Yavaş adımlarla yaklaştı adamın yanına. Adam başını elleri arasına almış, birşeyler söylüyordu kendi kendine.

-”Sen de yalnız mısın?”

Yakalandığını duyumsayan çocuklar gibi kafasını kaldırdı adam. Bukle bukle siyah saçları olan, biblo gibi bir küçük kız duruyordu karşısında. Davet beklemeyen bir havayla, bankın boş kalan kısmına yaslandı küçük kız.

-”Annemle babam ayrıldı. Ben çok üzülüyorum. Barışsınlar istiyorum ama barışmıyorlar. Ayrılık demek, ben her an babamı göremeyeceğim demek mi amca?” diye sordu kız. “Senin de çocuğun var mı? Siz de ayrıldınız mı?”

Tesadüfün bu kadarı da olacak iş değildi herhalde. Afalladı, rüyada olup olmadığını anlamak için etrafına bakındı. İleride parkta oynayan çocukları gördü. Gerçek miydi bu kız? Tekrar baktı. Gözleri biraz merakla, biraz hüzünle ona yönelmiş, öylece bakıyordu hala. “Ne kadar da benziyor” diye düşündü. “Kızım hayatta olsaydı ondan asla ayrılmazdım, asla!” demeyi istedi bir an. İyi de bu ne kadar doğru olurdu? Arka taraflardan bir kadının, “Ebru, kızım nerdesin?” diyen telaşlı sesiyle, onlardan tarafa gelişini gördü.

-”Çok şükür buradasın. Kızım neden haber vermeden ayrılıyorsun? Hani anlaşmıştık bu konuda?”

-”Özür dilerim anne. Bak bu amca da babam gibi yalnız.” dedi Ebru. Onu irkilten bu cümleyle, küçük kızının bu durumun altında ezileceğine dair korkularını, yeniden hatırlamak istemedi kadın. Kızının elinden tutup ayağa kalkarken farketti, bankta oturan adamı. “Çok özür dilerim. Kötü bir dönem geçiriyor.” diye açıklama yaparken, kızının adama boş boş bakan gözlerini görünce “yani kötü bir dönem geçiriyoruz.” diye düzeltme gereği hissetti. Anlayışla gülümseyip, onaylar gibi başını salladı adam. Şu anda en son istediği, başka bir soruna sadece dinleyerek bile olsa ortak olmaktı. Başını tekrar ellerinin arasına alırken, bu davetsiz misafirlerin, bir an önce yanından uzaklaşacaklarını umdu.

-”Hadi kızım gidiyoruz.” dedi kadın.

-”Hoşçakal amca.” diyerek minicik elini sallıyordu kız. Ellerinin arasından kaldırdığı başını, küçük kızın gittiği yöne çevirdi adam. Gözden kaybolana kadar baktı ardından. 3 sene önce bugün, tatile gitmek için çıktıkları yolda kaza geçirmişler, eşi ve kızını kaybetmişti. Öyle benziyordu ki bu küçük kız, kendi kızının o zaman ki haline. ”Bizim ayrılığımız da sizinki gibi olsaydı keşke küçük kız.” diye mırıldandı. Kendi anne babasının ayrılığında, dünyasının başına yıkıldığını hala anımsar gibiydi. Ayrılığın daha zor ve dayanılmaz olduğu zamanlarla karşılaşınca, böylesi bir ayrılığa razı olur hale gelmişti. Ayrılık da bir durumdu neticede. Yeter ki giden, dönemeyeceği kadar uzak bir yer seçmesindi kendine.

Ağustos/2008