Kara bulutlar var gökyüzünde. İçim de kararıyor gökyüzü gibi. Üşüyorum…
Kendimi, insanlardaki değerimi sorguluyorum kaç gündür. Uzaklara gitmek istiyorum aslında. Kendimle başbaşa kalmamak için, sessiz bir yere gitmek istemem de ne kadar ilginç bir durum. Yorgunum…
Perşembe akşamları Kadıköy’e geçeceğim artık. Dönüş yolunda vapurla yolculuk edeceğim için hayli keyifliyim. Dün akşam bu keyfimi yine dışarıda sürdürmek istedim. Sağlam bir rüzgar arıyordum zaten. Bu aralar vapurda dışarıda oturursanız çok sağlam rüzgar bulabilirsiniz. Dövüyor adeta esen rüzgar. Benimle beraber dışarı oturan iki kişi, ilk beş dakikada içeri geçtiler. Bense oturdum inatla. Kadıköy’den uzaklaşırken vapur, denizle gökyüzünün karanlığının birbirine karıştığı yere baktım.
Memleketimin akşamlarında, sahilden denizi izleyişimi hatırladım. Önünüzde uzanan uçsuz bucaksız bir karanlık. Gökyüzü ile deniz ayırt edilemiyor birbirinden. Öyle derin, öyle ürkütücü ki. Ne kadar seviyorsam, en az o kadar da korkuyorum denizden. Titanic’i düşündüm bu yüzden. Kendimi öylece denizin ortasında kalmış biri olarak düşündüm. Daha bir kıymet verdim oturduğum yere.
Herhangi bir şeye kıymet vermek için kaybetmek mi gerekir illa? Ya da kaybetmenin eşiğinde mi anlaşılır size verilen değerler? Dışarıda rüzgar esiyor. Ya içimde? İçim üşüyor. Hem de çok…
Ekim/2008
24 Ekim 2008 Cuma
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum:
Yorum Gönder