Bir an, kabına sığmayana sebepsiz mutluluklarla donanır, var olan güzelliklerin hepsine sahipmiş gibi düşünür kendini. Sevimli, anlayışlı, güzel, arkadaş, dost… Dünyanın kendi etrafında döndüğünü hiç düşünmemiş olsa bile, kendi için döndüğünü düşünür o an muhakkak. Herşey o mutlu olsun, tadına varabilsin diye tasarlanmıştır sanki.
Başka bir an, kotarmaya çalıştığı her işin altında kalmış, sevimsiz, istenmeyen, sevilmeyen, şanssız biri olarak düşünür kendini. Herşey üst üste ters gider. Heyecanla beklediği anlar kabusa dönüşür. Ve bu iki durum arasındaki geçiş, kimi zaman ışık hızına bile yetişir neredeyse.
Sonra an olur, durulur, sakinleşir bir süre. Ne “herşey” olmak için çabalar, ne de ”hiç” içinde yer almak için. Kendine sıfatlar yakıştırmaya çalışmadan sadece kendisi olur. Yalın ve yalansız kendi gibi. Ve sonra bakar ki, onu iki kutuba ayıran tüm o özellikler, onun içinin birer parçası. Birini yaşarken diğerini yok sayıp, kendini yaşadığı duygudan ibaret sanmanın, nasıl bir yanılgı olduğunu farkeder o zaman.
Gözleri ufuk çizgisine bakar dalgın dalgın. Ufkun kızıllığında seçim yapmaya çalışır. Mutlu-mutsuz, sevimli-huysuz, şanslı ya da şanssız olmak arasında. Hiçbirini ayıramaz ama. Herbirinin içindeki yansımalarını sahiplenir. Ufkun kızıllığına boyar içini de. Kendiyle barışıyor olmanın huzuru dolar yüreğine…
Eylül/2008
4 Eylül 2008 Perşembe
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum:
Yorum Gönder