3 Eylül 2008 Çarşamba

Bir kadın, bir adam, bir çocuk

Ortalığa dağılmış giysiler, ıvır zıvır eşyalar arasında oturuyordu küçük çocuk. Karyolanın üzerinde oturmuş hıçkırarak ağlıyordu annesi. Bir elini kırmızıya boyamıştı kan. Az ilerisinde karyolanın üzerine fırlatılmış bıçak duruyordu. Bıçağın metal yüzeyini görünce belli belirsiz bir ürperme hissetti vücudunda. Sıtmaya tutulmuş gibi titremeye başladı. Küçük çocuk hala aynı yerde, sanki herşeyden habersizmiş gibi öylece oturuyordu. Açık kapıdan koşarak içeri giren üst kat komşusu Arzu, hiçbirşey sorup sorgulamadan kaldırdı Servi’yi karyoladan. Hastaneye gitmek için bir an evvel çıktılar evden. Giderken de kızına, Cem’i evden çıkarmasını tembihledi. Hiç tepki vermedi Cem ona söylenenlere. Sanki nefes bile almıyordu. Onu kucağına alarak çıkardı evden Sedef.

Uyumsuz evliliklerini taşıran son damla ”para” oldu. Ve kabından taşmış mutsuz evliliğin bu görüntülerine, ilk kez tanık oluyordu Cem. Tartışmalar, kavgalar hep ondan gizlenmişti bugüne kadar. Sadece ondan değil, herkesten gizliyordu yürümeyen evliliğindeki sıkıntıları Servi. Kazandığı üç kuruşu yetiştiremiyordu hiçbirşeye Salih. Ama Servi’nin çalışma isteğine de karşı çıkıyordu. Bu yokluk onları zorlamıştı yıllardır. Ama Cem büyüyordu. Yakında okula başlayacak, istekleri, ihtiyaçları altından kalkamayacakları bir boyuta ulaşacaktı.

-”Bırak artık inadı!” dedi Servi. Cümlesini tamamlarken yüzünde patlayan tokatla irkildi. Bütün eksikliklerin, elde edemediği herşeyin acısını Servi’den çıkarmaya çalışır gibiydi Salih. O can acısıyla sağlam bir tokatta Servi patlattı. Neye uğradığını şaşırdı Salih. Tek atımlık barutunu tüketmiş olduğunu, Salih’in yüzündeki öfkenin izlerinden anladı Servi. Kötü birşeyler olmasından, daha da kötüsü bunların Cem’in gözlerinin önünde olmasından korkuyordu. Yatak odasına kaçtı. Arkasından gelen Salih, kapıyı kapamasına fırsat vermeden dayandı kapıya. Var gücüyle itti. Kapı ile birlikte Servi de gardırobun kapağına kadar savruldu, başını çarptı. Mutfaktan kaptığı bıçakla yanına geldi Salih.

-”Bıktım artık! Yıllardır size bakmaya çalışmaktan, sizin için çabalamaktan bıktım artık! Yeter, çıkın hayatımdan!” Önce Salih’in elindeki bıçağa, sonra kapının önünde duran Cem’e baktı Servi.

-”Bırak şu bıçağı. Beni düşünmüyorsan, çocuğunu düşün!” Sadece başını çevirdiği an kadar baktı Cem’e Salih. Sanki bir yabancıya bakar gibi. Sonra bıçağı karyolanın üzerine fırlattı. Yan tarafında yığılı, Servi’nin çeyizinin yatak yorganlarını dağıttı yere. Çekmeceleri çekip boşalttı. Gardırobun içindeki herşeyi yere saçtı.

-”Yeter artık! Yeter artık, çıkın hayatımdan!” Kapının dibinde donmuş gözlerle olanları izleyen Cem’e bile bakmadan çekip gitti evden.

Doğruldu Servi, elini kafasına götürdü. Kan bulaştı eline. Karyolasının üzerine oturdu. Bir zehiri içinden akıtır gibi ağlamaya başladı, yıllardır biriktirdiklerini. Artık hiçbirşeyi saklamaya gerek kalmamıştı. Komşular bunca bağırışmayı duymuşlardı elbet. Annesine de bu durumu açıklamak zorunda kalacaktı nasılsa. Ve en önemlisi, Cem, tüm bu olanların birebir tanığı olmuştu. Şimdi bu enkazın arasında, dizleri üzerine çökmüş beş yaşında bir çocuk vardı. Bu olanların hangi birini anlayabilirdi ya da tüm bunlar ona nasıl anlatılabilirdi? Nasıl silinirdi bunca şeyin izi belleğinden. Cana kıymak, can yakmak bu kadar kolay mıydı? Bu kadar kolay mıydı herşeyi hiçe saymak? Ya da sanıldığı kadar zor muydu, masum çocuklara eli uzanmayan başka bir hayat kurmak?

Eylül/2008

0 yorum: