5 Kasım 2008 Çarşamba

Aslında...

Bir hikayenin köşe başıdır o kelime. Söyler ve dönersiniz o sokağa. Hani kaçtığınız, geçmemek için yolu uzattıkça uzattığınız o sokak, beliriverir önünüzde, upuzun. Muhtemelen bir yağmur sonrasıdır. Çünkü en çok yağmur sonraları yakışır, bu kelimenin ardından söyleneceklere. Dilediğince yağar yağmur önce. Islak kaldırım taşları kurumaya yüz tutar sonra. Gökyüzü, bir örtü gibi büründüğü beyaz bulutlar arasından görünmeye çabalar. Ve bir şiir geliverir aklınıza.

“ikimiz birden sevinebiliriz, göğe bakalım
şu kaçamak ışıklardan, şu şeker kamışlarından
bebe dişlerinden, güneşlerden, yaban otlarından
durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
şu aranıp duran korkak ellerimi tut
bu evleri atla, bu evleri de, bunları da
göğe bakalım
…”

Düşünür, düşleyiverirsiniz güzel şeyleri, gökyüzünün sevinciyle. Sonra yürümeye başladığınız sokağı farkedersiniz yine. “Hiç de sanıldığı gibi değil”, diyerek devam edersiniz sözünüze. Nasıl anlatacağınızı bilemediklerinizi, bir ucundan tutup dillendirmeye başlarsınız. Susup sakladıklarınız, birer dinamit gibi durur, aranızdaki her ne ise onun ayak ucunda. Karşı taraf da kendi yolunda bir sokağa dönüverir belki; katılır size. Herkes kendi yolunun ıslak kaldırım taşları üzerinde yürürken; yollar, dönemeçler, sokaklar bile başkayken, bakarsınız ki aynı istikamete yolculuğunuz. Ya da en azından bir ana caddeniz var ortak. Sonra pek çok şey konuşulur. “Aslında” diye söze başlamayı gerektirecek kadar beklemeden konuşulması gerekenler, içinizin muhtelif köşelerinde muhafaza edilmiş, itinayla tozu alınmış söylenecekler dökülüverir dilinizden. Konuştukça farkedersiniz, hiç de zor değildir aslında…

Kasım/2008

0 yorum: