Siyah çerçeveli gözlüklerinin altından, süzülerek inen yaşlar, bir yaprağın üzerinde kayan çiy taneleri gibiydi. Dudakları titriyordu. Duvara zar zor tutunup, ayakta durmaya çalıştı. Ne olduğunu sormaya cesaret edemedim. Onun kadar sağlam duramayacağımdan korkuyordum.
Ne zaman bir hastanenin kapısından içeri girsem, geliş nedenimi unutup, başka hikâyelerin arasında kayboluyordum. Yine öyle olmuştu. Kadınlar, çocuklar; elleri bellerinde zar zor koridoru adımlayan, her adımda duraksayarak merdivenleri çıkan yaşlılar...
Nöroloji bölümünün kapısında durmuş, bir yandan, çifter çifter dağıtılmış sıra numaralarının karmaşasından kurtulmaya çalışırken, diğer taraftan da, şikayetlerimi nasıl anlatacağımın provasını yapıyordum içimden. Sanki, not yükseltmek için sözlüye kalkacak bir öğrenciydim. Aslına bakılırsa, pek de bir farkı yoktu. Sorulara doğru yanıtları vermeliydim.
Hastaneler, doktorlar farklı olsa da, takınılan tavır, pek de değişmiyordu. Hastalık, bizden habersiz, sosyal bir statü oluvermişti sanki. Ve onu kazanabilmek için, yalan söylememiz bile muhtemel görünebilirdi. Belki de sevinilesi bir durum olmuştu da ağrı, sızılar; sadakatinden mutluluk duyamayacaktık bir türlü, bizi böyle sınayıp durmasalar. Hasılı, bir hastalıkla başa çıkabilmek, sadece iki yola bağlıydı. Ya "bize bir şey olmaz" öngörüsüne sığınıp, uzak duracaktık hastanelerden olabildiğince, ya da bütün soruları eksiksiz yanıtlayıp, ikna edecektik onları, üç yanlış bir doğruyu götürse de...
17 Kasım 2009 Salı
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
2 yorum:
Aynen öyle sevgili Parpali.
Tespit çok güzel.
İki yola bağlı.İkincisinde üç yanlış bir doğruyu götürse de.
Bütün hastaneler aynı mıdır sahi?
Sevgiyle kal...
Cevabım: a
Sevgiyle kal çok güzel tesbitler yapmışsın.Sağlık ve huzur hep yanında olsun.
Yorum Gönder