Serçelerin uzun zamandır uğramadığı, nar ağacına sarılan kurumuş sarmaşık kadar unutulmuş bütün pencereler. Sıkı sıkıya kapalı, sessiz. Dışarıda kaçırılacak herhangi bir şey yokmuşçasına endişesiz. Açıyorum.
Yavrularının üzerinde yatan kumru, yan gözlerle bakıyor bana. Buraya yuva yapacak kadar güveniyor ve aynı zamanda gözünü benden ayırmayacak kadar da güvenmiyor. Kurduğumuz birçok ilişkinin özeti gibi sanki. Hayatla kurduğumuz ilişki de dahil buna. Güvenmelerin, hiç güvenmemelerin; emin olmaların ve hiç emin olamamaların ortasına kurulmuş bir hayat. Onun şu anki duruşu gibi tedirgin. Saatler geçiyor, çayın yerini kahve alıyor. Kahvenin dumanına sigaranın dumanı karışıyor. Kafamın içinde bitmek bilmeyen düşünceler. Her olaydan parça parça, bir fotoğraf albümü gibi. Hepsinde bir sürü şey söylemek istemiştim aslında ama bir müddet durup göğe bakmıştım sonra. Gökyüzü bazısında bulutluydu, bazısında masmavi; bazısında koyu karanlıktı, bazısında sabahın ilk saatleri. İnsanın ne zaman üzüleceği belli olmuyor.
Derken pencerede bir siyahlık göründü. Sokağın tek gözlü siyah kedisi. Daha yavruyken annesi terk etmişti onu. Küçücüktü. Yan bahçeye düşüp, annesinden sonra tek gözünü de kaybetmişti. Belli ki amacı sinsi sinsi kumru yuvasına gitmek. Cama çıkıp bağırıyorum. Korkup bahçeye iniyor. Sonra yuvaya dönüyorum yüzümü. Yavruları bırakmış, az ötede, kedinin gelemeyeceği bir yere uçmuş iki kumru. Oradan bakıyorlar yuvaya. Yavrular yuvada yalnızlar, tek başlarına. Küçücük. Hangi tarafa daha çok kızdığımı bilemiyorum. Bu hissi çok iyi biliyorum ama. Göğe bakıyorum.
0 yorum:
Yorum Gönder