25 Şubat 2012 Cumartesi

Parantez

Mutfak masasında oturuyoruz. Sırasıyla önce çay, sonra türk kahvesi, ardından da nescafe içiyoruz. Ben yine en çok parantez içi konuşuyorum. Parantez içine denk gelmeyen gülümsemelerim ve çoğu kısa ama samimi cümlelerim de var tabii.
Ellerimse öylesine kendinden emin bir edayla kurulmuş ki masaya, ara sıra, sanırım en çok da anlattıklarından gözleri dolarken, ne yapması gerektiğini kaş-göz işaretiyle anlatan anneler gibi bakmaktan alamıyorum kendimi. Onlar da koşa koşa gidip birbirine kenetlenmiş ellerine dokunuyor ve kısalığından bir türlü emin olamadığım cümleler kuruyorlar. Sanırım bazı cümlelerin hüneri, kolay anlaşılabilir olmasında. Önce ellerime sonra bana bakıp, yaşlara dönüşecek o pırıltıları bile bile, gözlerini usulca kapayarak incelikle teşekkür ederken o, bunu düşünüyorum ben.
Saçlarımı toplayıp sol omzuma alırken güneş vuruyor açık pencereden, az evvel gerçekleşmesi dileğiyle yıkanmış falların fincanlarına. İkimiz de bunu aynı anda farkedip, neden bilmem, gülümsüyoruz. Masanın üzerinde onlarca parantez var o anda. Kalkıp önce pencereyi, sonra parantezleri kapatarak, omzuna dokunup "kalk" diyorum, "bizi bekleyen bir hayat var dışarıda".

22 Şubat 2012 Çarşamba

Cemre

Ezan okunurken sesini kıstığım televizyondaki insanlara bakar gibi, ne dediğinden habersiz bakıyorum yüzüne. Hani öylesine eminim ki bu durumdan, kesinlikle az önce, "kıs kızım televizyonun sesini" dedi anneannem. En sevdiğim çizgi filmin ortasında, bana televizyonun sesini böylesine bir kabullenişle kıstırabilecek tek insandı anneannem. Orada öylece durur, o görüntülerin içinde ne olup bittiğini anlamaya çalışırdım. Hatta gülerdim bile bazen. Oysa şimdi, garip bir sessizlik var üzerimde.
"Her şeye mantıklı bir açıklama yapabileceğini sanan insanlar, hep korkutur beni" sessizliğiydi bu. Telefonun işleyişine bile şaşırabilen insanlardan olmayı tercih ederim ben çünkü. Söylesene, konuştuklarımızın tellerle iletiliyor olması, çok garip değil mi sence de?
Tam olarak buna benzer bir şey olmasa da, ona sorduğum soru da öyle ufak bir soruydu aslında. Ufak, ufacık bir soruydu sorduğumda. Takvimler ilk cemrenin düştüğünü haber veriyordu. Gökyüzü, varlığını bile unuttuğu mavi elbisesini bulup giyinmiş genç bir hanım gibi salınıyordu güneşin kolunda. İnsanlar, camları kısa süreler için bile olsa ardına kadar açıp, şarkılar mırıldanarak sokağın gürültüsüne karışmaya çalışıyordu o sıra. Hayat, mantıklı bir açıklaması olamayacak kadar tuhaftı yani. Oysa o, niye böyle olduğuna anlam veremediğim bir tavırla gülümsüyordu. O gün anladım ki, hayatın tuhaflıkları bazı insanların umrunda bile olmuyordu.

17 Şubat 2012 Cuma

Göğe bakma durağı*

Dışarı çıkan insanların aklını evde unuttuklarının ispatıymışçasına soğuktu o gün hava. Bizse, şairin de böyle, kelimelerin gülüşlere sığındığı bir günden mi bahsettiğini bilemeden, ama yine de o şiire nazire edercesine bakıyorduk gökyüzüne. Aramızda, bir şehri başka bir şehre ulaştıracak kadar uzun bir mesafe.
Beceriksiz bakışmalar ve elini kolunu nereye koyacağını bilememelerin ardından, hani oldu olacak deyip "en iyisi kucağında dursun"u düşünmeler birdenbire. Ve sonra, gözlerinin eş anlamlısı birer kelimeymiş gibi ceplerinde duran ellerini, gelen çayların ince beline düğümlerken, hiçbirini aklından geçirmemişsin gibi gülümsemeler öyle.
O kadar uzun zaman oldu ki unuttum, bir insana nasıl anlatılır bütün bu olanlar. Belki de bu yüzden oturup düşünüyorum şimdi, şu sabahın kör vaktinde. Perdelerin ardından süzülen ışığın isteyeceği ilk şey oymuş gibi, taze demlenmiş çay kokusu sarmışken evin her köşesini, oturup böyle anıları anlatmaya çalışmak öyle kolay değil. Ama işte, insana her şeyi yaptırabilecek anlardan biri sarhoşluğuysa eğer, diğeri kesinlikle böyle bir kokuya denk gelmektir bir yerde. Bunu herkes bilmez... zaten bilmesin de. Ama sen bil! Çünkü ben ne zaman adını duysam bir yerde, hep gökyüzüne bakıyorum, aradan onca sene geçmiş olsa bile.

*Turgut Uyar

10 Şubat 2012 Cuma

Cuma

Onlarca sıfatın arasında koşturup durduğu hâlde, yine de eksik zamanlarıydı ömrümün. Annemin kucağında o bebekle geldiği gün de dahil olmak üzere, tam tamına dört yıl üç ay yirmi küsür gündür dünyadaydım. Oysa bir günde onlarca yaş yaşlanmışım gibi abla oldun demeye başlamışlardı bana. En sevdiğim insanları bile bazen anlayamayacağımın o gün farkına varmalıydım aslında. Tahmin edersin ki öyle olmadı.
Ne oldu diye sorarsan, kitaplar yazmadı ama, o günden sonra en güzel günler hep cumaları oldu benim için. İlk kez bir cuma günü sevdim mesela. Hem de bir bahar günü, şairin baharla ilgili cümlelerinden habersiz olmama rağmen üstelik. Gözlerine bakamasam da, gülünce, yeşilinin bir yılbaşı ağacına özenircesine ışıl ışıl olduğunu bildiğim bir çocuğu, sessiz sedasız sevdim. Ben zaten hep öyle severim. İçimde fırtınalı bir kış, dışımda ılık bir ilkbahar gezdirerek. Belki de bu yüzden hep bahar rüzgârlarına benzettim, bisikletiyle mahallede dolaştığı her ânı. Güneşe kansa mı kanmasa mı bilemese de, ince kıyafetlerle başladığı günün içinde, hafif bir rüzgârla ürperen insanlar gibiydi hep benim sevmelerim. Yani ilk nasıl sevdiysem, hep öyle.
Bütün bu olanları, oturduğum kafenin denize nazır teras katında, yan masada oturan çiftin, bir Cemal Süreya şiiri tadında istedikleri çayla hatırladım. Onlar haberdar mıydı o şiirden bilmiyorum ama, takvimler yine başka bir cuma gününü gösteriyordu, onca zaman sonra.

8 Şubat 2012 Çarşamba

Mucize

Bugün birdenbire iyi olmadığımı anladım ben. Bayram sonraları çocuklara yerleşen hüzün gibi bir şey çöküverdi birden göğsüme. Harçlıkları, bakkala gidip dilediğince harcayamayacağını bilen çocuklar gibi biriktirdim saatleri. Bana bir şeyler almak için bile olsa, annemin parayı benden isteyişleri geldi aklıma. Bunu duyunca hep ağlamaklı oluşlarım sonra. Benim o hâlimi görünce annemin "kızıp küsmüş gibileri". Yine de istemeye istemeye parayı uzatan küçük bir kız
çocuğunun elleri. Niye şimdi, niye böyle bilmiyorum ama, aklıma geldi işte. Oturup uzun uzun ağlamak istedim, hiç de ağlanmayacak bir yerde.
Tek tesellim o anda başlayan yağmurdu. İlgi çekmek isteyen çocuklar gibi tıp tıp cama vuran yağmur, aklıma gelen bütün o anıları bir çırpıda unutturdu. Çok sıradan şeyleri büyük bir ilüzyon gibi anlatan çocuklara benzerdim ben de elbet, bütün bu olan biteni birine nasıl anlatacağımı bilebilseydim. Ama haklısın, ben sihirbazlara inanacak yaşları çoktan geçtim.
Belki de bu yüzden yağmurdan ıslanmış bir serçeyle aynı anda yaklaştık pencerenin pervazına. O bir yanında, ben bir yanda. Gülümseyişimi anladı mı bilmiyorum... hele o kafasını yana eğişi ne anlama geliyordu, onu ise hiç. Öylece durup bakıyorduk birbirimize, dışarıda unutulmuş bir yağmur. Oysa bilse, ben ne kadar inanmak istiyordum mucizelere.