Çocukların, burun ve yanaklarının soğuktan kıpkırmızı olduğu, ama yine de, dışarıda kalabilecekleri her dakikayı kâr saydıkları bir akşam üstü karanlığı çökmekte şehrin üzerine. O karanlık, bir başlama işaretiymiş gibi, eski bir şarkı dolanıyor dilime. Şarkıya başlar başlamaz da, sanki beğenmediğini belli etmek istercesine, makamı bozan bir yağmur ritm tutturuyor camda.
Evin ölçülü sessizliğine dolan yağmur sesiyle birlikte, mavi naylon iplere serili birkaç parça çamaşır ıslanmasın diye balkona yönelirken, aynı şarkıyı mırıldanıyorum yine. Hızla topladığım çamaşırlara bakarken, "bu telâşı kim öğretti bize?" diye soruyorum kendime.
Sakındığımız ne varsa, yağmurdan, rüzgârdan ve dahi hayattan, böylesine alelacele uzaklaştırmamızı diyorum... Üstelik de bunu, evimizin yolunda yürür gibi bir güven içinde yapmamızı. Düşünüyorum da, belki de öğretilmiş bir şey değildir bu. Hep içimizde olan ve duyduğu herhangi bir sesin ritmine hemen ayak uydurabilen bir duygudur. Zaten bazı duygular en çok şarkılardan sorulur.
6 Ocak 2011 Perşembe
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
3 yorum:
ah o telaş yok mu çoğu zaman bizi yaşarken yakalayıp da yaşıyoruz sandıran...
o hikayemsi anlatış tarzın var ya, o yüzden işte burda buluyorum her seferinde kendimi...
betimlemeye gel hocam
Yorum Gönder