Çiçeklenmiş erik dalları, açılan pencereden süzülen kuş cıvıltıları ve küskün bir sabah kahvaltısı sessizliği, sabahın ilk fotoğrafında var olanlar. Televizyonda gazetelerin haber özetlerini dinliyordu, aceleye getirilmesine rağmen güzel demlenmiş çaydan bir yudum alırken. “Sadece çayı demlerken gösterdiğimiz özen kadar olsun istiyorlar yaşama müdahalemiz”, diye düşündü. Bu ülkede yaşamak, daha doğrusu birşeylerin bilincinde olarak yaşamak giderek daha zor oluyordu. “Ne desek yetersiz, kendi vicdanlarıyla hesaplaşmadıktan sonra insanlar. Gerçi onlar, vicdanlarını çoktan susturmuşlar” dedi kendi kendine. Yalnız değildi ama belki de yalnız olsa daha iyiydi. Yalnız yemek yemeyi sevmemesine rağmen hemde.
Küçükken, yemek saati için, herkesin sofraya toplanmasını sabırsızlıkla beklerdi. Bazen annaanesi “sen bekleme, ye” derdi. İnatla beklerdi, o kalabalığın içinde olmak için.
Kaç haftadır konuşmuyorlardı acaba. Zorunlu olarak söylenen birkaç kelime dışında tek cümle olmadı aralarında. Olmasındı, nasılsa tekrar aynı noktaya geleceklerdi. Nafile çabaya gerek yoktu.
“Daha başlamadan anlaşıldı, sinir harbine dönüşen bu günün akıbeti ya, yine de şans vermek gerek” diyerek, güzel kıyafetler seçti, kısacık vaktinde özenmeye çalıştı kendine. Otobüsün son durağına yürüdü yine. Otobüse binene kadar müzik dinledi, kendine oturacak bir yer bulunca kitabına yöneldi, başka hayatlara eşlik etti.
Otobüsten indiğinde derin nefesler alarak yürüdü. Tanıdık dükkanlar, her gün aynı zamanlarda, karşılıklı istikametlerde yürürken karşılaştığı, artık aşina olan simalar…
İşyerine varınca ilk önce güzel bir şarkı listesi yaptı kendine, bu sefer üşenmeden. Dünden kalan notlara göz attı, yapması gerekenleri sıraladı. Sakince tamamlayabileceği bir iş düzeni kurdu kendine. İşin planlanabilir kısmını halletmişti, sürprizlere de ufak bir pay bıraktı. Tam işe başlamışken çaldı telefonu. Tanımadığı numaraya baktı bir süre, annesi böyle yaptığında ne kadar söylendiğini düşünerek. Annesi, tanımadığı numarayı görünce, “acaba kim bu” der, telefonun ekranına bakar vaziyette beklerdi ve o, bu duruma sinir olurdu. “Bakacağına açsana artık telefonu” serzenişiyle biterdi hep bu durum. Bundan sonra bu konuda daha anlayışlı olmaya karar vererek açtı telefonu.
-”Benim.” dedi telefondaki ses. “İstanbul’dayım ben.”
-”Ama sen…” dedi ve söyleyecek birşeyler arandı bir süre. Sonunda “sen gitmemiş miydin?” diyebildi.
-”Gitmenin hiçbirşeye çözüm olmayacağını söylemişti bir arkadaşım. Kalıp mücadele etmeye karar vermiştim, hem de siz beni gitmeye hazırlanırken gördüğünüz zaman. Ama önce biraz güç, biraz da kafamı toplamam gerekti. Kendime uzaktan baktım ve geldim. Sen en iyisi beni gidip gelmiş say.” dedi.
-”Hoşgeldin.” diye karşılık verdi, uzaklarda sandığı arkadaşını, hiç ummadığı anda yakınında bulduğuna inanamayarak. Hani “gökte ararken, yerde bulmuş” gibiydi. “İyi ki geldin balıkçı.” dedi, “Sana zaten İstanbul yakışırdı…”
Mart/2008
14 Mart 2008 Cuma
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum:
Yorum Gönder