17 Ekim 2007 Çarşamba

Hayat okulu

Doksanlı yılların sonlarıydı. Henüz hiçbir yolculuğa çıkmadığım, hayattaki en zor şeyin okula gidip, derslerle boğuşmak olduğunu sandığım yıllardı. Yeni işe başlamıştım, stajyerdim.
Tanımadığım biryer, tanımadığım insanlar, sevimsiz bir ortam, çekingenlik…Hele ilk zamanlar, saatleri dakikalara, dakikaları saniyelere çevirir, başlardım geriye saymaya. Asıl muhasebeyi, işte bu sayma nöbetlerinde öğrenmiştim belki de. İşlere alışmaya başlayıp, herşeyi rayına oturttuğumu düşündüğüm zamanlarda; bir çift göz görmüştüm, düzenimi altüst eden. Kafamı çevirdiğim heryerde onun yüzünü görürdüm. Sonra tanıştık. Onunda katıldığı, arkadaşlarla yenilen öğle yemekleri, çok eğlenceli olurdu. Artık ne zaman ona baksam, bakışlarımız karşılaşır olmuştu. Birgün farkettim ki, eskisi kadar görmediğimde, gözlerim kıyı köşe onu arar olmuştu.
Şirketin mutfağı, bizim bölümün hemen yanındaydı. Sesini duyduğumda, bardağımı alıp, çaktırmadan mutfağa koşar olmuştum. Arkadaştık işte, diğer herkes gibi…
Bir gün, şirketin girişinde karşılaştık, bir öğle vakti. Elinin yandığını söyledi, “diş macunu var mı?” diye sordu. (Siz, siz olun, yanığa diş macunu bulunur demeyin. Yanık arkadaşın derecesini öğrenmeden müdahale etmek, sizde hüsrana sebep olabilir çünkü.)
- “Bende yok ama arkadaşımda vardı, gel.” dedim.
Beraber bizim bölüme doğru yürümeye başladık. Ben kendimi kaptırıp, içeri tek başıma girmişim. Arkadaşıma diş macunu sordum.
- “Ne oldu ki?” dedi.
- “…. elini yakmışta.” diyerek arkamı döndüğümde, yalnız olduğumu görmüştüm. Macunu alıp bölümün girişine çıktım.
- “Neden gelmedin?” dedim.
- “Aslında ben …” dedi. “Ben aslında elimi yakmadım. Sadece seninle yalnız konuşmaya çalışıyordum. Sana sormam gereken birşey var, ama burada soramam. Bana dahili telefonunu söyler misin? dedi.
Söyledim. Masama döndüğümde, üstümde saçma sapan bir şaşkınlık ve yüzümde salak bir gülümse vardı sanırım. “Ne oldu?” dedi arkadaşım. “Birşey yok” diyebildim sadece, macunu masaya bırakırken. Daha kendimi toparlayamamışken telefon çaldı. Cılız ve gizleyemediğim heyecanımı yansıtan bir sesle “efendim” dedim.
- “Ben seni etrafımdaki arkadaşlarım gibi görmüyorum. Farklısın, özelsin benim için. Peki ya sen, sen ne diyorsun?” dedi.
- “Benim içinde.” diyebildim. Biryere kadar ortak olan yolumuzu, beraber gittik o akşam.
Yalan, sahte, yapmacık hatta nerdeyse kıskançlık bile bilmediğim zamanlarımdı. Güven, adını bildiğim bir duygu değil, herkeste varolduğunu düşündüğüm bir özellikti.
2 ay sonra birgün, “Başımda çok problem var. Halledince seni ararım.” dedi ve gitti. Hayatımda ilk ve son kez, “ben ondan önce terketmeliydim.” diye düşündüm. Ve, o andan sonra hiç, önce davrananın kazandığı bir oyun olarak görmedim bunu. Herşey üstüme üstüme geldi. Geçmeyecek sanırdım, geçti…
4-5 ay sonra hiçbirşey olmamış gibi bana ulaşmaya çalıştığında, ardıma bakmayacağımı anlamıştı ama, iş iştende geçmişti.
Herşeyi istediği gibi parmağında oynatabileceğini sanan insanlarla, hayatımın bazı dönemlerinde karşılaşabileceğimi anladım o zaman. Ve ben, kendi sınırlarımı çizmezsem, bırak karşımdaki insanın bana saygısının olmasını, kendime bile saygımın kalmayacağını anladım.
Yaşarken öğrenmek, tecrübe filan, böyle şeyler işte. Meraklısına…

Ekim/2007

0 yorum: