Bulutlu, kasvetli bir sıcağın teslim aldığı İstanbul'un tek sığınağı, vapurlardı bugün. Beşiktaş-Kadıköy vapurunun 11:45 seferinde, kıyıdan usul usul izledim denizi. Hiç unutulmayan, sevmekten hiç vazgeçilmeyen eski şarkılar gibiydi martılar. Ne zaman başlansa eşlik edileceğinden kuşku duyulmuyordu. Ve ben yine kaptırmıştım o şarkıya ruhumu.
Ta ki, genç bir hanım, sol yanımda kalan bir kişilik yere gelip oturana değin. "Bir kaç soru sorabilir miyim?" dedi, telli bir defterden koparılmış ufak bir kağıdı ikiye katlayarak. "Ne ile ilgili?" diye sorarken konuya dahil olmuştum bile. Üniversite öğrencisi olduğunu, sosyoloji dersi için bir araştırma yaptığını söyledi. "Peki" dedim, sanki ömrüm boyunca o soruları bekliyormuşum gibi.
Ne sıklıkla karşı yakaya geçtiğimi; iş için mi yoksa gezmek için mi gittiğimi; neden vapuru tercih ettiğimi ve vapurla yolculuk yaparken en çok ne yapmayı sevdiğimi sordu. Benim hiç dikkat etmediğim bir şeyi farketmemi sağlayan da, işte o son sorusu oldu.
Hava çok muhalefet etmiyorsa, dışarda oturup denizi izlediğimi söylemiştim ona. Denizi izlerken her şeyin aklımdan silinip gittiğini, lunaparkta en sevdiği oyuncağa binmiş çocuklar gibi içimin mutlulukla titrediğini ise kendime sakladım galiba. Deniz... benim dönme dolabımdı âdeta.
15 Mayıs 2010 Cumartesi
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum:
Yorum Gönder