Güldükçe harelenen kahverengi gözleri, özenle yapılmış ödevlere kondurulmuş beş notunun yıldızı gibi parıldıyor beyaz teninde. Yaşı, iki basamaklı sayılarla ifade edilmeye başlayalı, en fazla bir-iki yıl olmuş olmalı. Bu nedenle mi bilmem, yerinde duramıyor bir türlü.
Masadaki fındıkları ikişer ikişer elime alıp kırmaya başladığımda, gözünü alamıyor benden. Her kırılan fındıkta yeniden gösteriyorum nasıl yaptığımı. Deniyor... olmuyor. Daha bir merakla izliyor her seferinde. Bir yerden sonra, sadece onun yüzündeki şaşkınlığı görmek için devam ediyorum. Sanki bir ilüzyon gerçekleştiriyormuşum gibi ellerime bakışına gülüyorum habire. Öyle güzel ve öyle mutlu ki, onu izlemekten alamıyorum kendimi. Bütün dünya benim olsa, bir daha bu kadar mutlu olamayacağım sanki.
İşte o an, evden çıkarken yanıma almayı unuttuğum bir şeymiş gibi aklıma geliyor, içimde gittikçe azalan o şaşkınlık duygusu. Ve yanında götürsün istiyorum giderken yıllar, her şeyi bir alışkanlıkla kabul etmenin korkusunu.
Sevebilirim,
hem de nasıl,
dile benden ne dilersen,
canımı, gözlerimi
Kızabilirim,
ağzım köpürmez,
ama devenin öfkesi haltetmiş benimkinin yanında,
devenin öfkesi, kinciliği değil.
Anlayabilirim
çoğu kere burnumla,
yani en karanlığın, en uzaktakinin bile kokusunu alarak
ve döğüşebilirim,
doğru bulduğum, haklı bulduğum, güzel bulduğum herşey için, herkes için,
yaşım başım buna engel değil,
ama gel gör ki çoktan unuttum şaşıp kalmayı.
Şaşkınlık, alabildiğine yuvarlak açık ve alabildiğine genç gözleriyle bırakıp gitti beni.
Yazık.
Nazım Hikmet Ran
1 Eylül 2010 Çarşamba
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
2 yorum:
Bir alışkanlıkla kabul etmek, içimizi bile sabitliyor. Ruhumuzu donduruyor.
olanı şaşkınla karşılamalı insan, çocuk yanını büyütmek için. .
Yorum Gönder