Birkaç hafta sonra, yıllık iznimi kullanarak memleketime gideceğim. 4 sene oldu oraları, sevdiğim insanları görmeyeli. Zaman yaklaştıkça farkediyorum, ne kadar özlediğimi, gitmek için ne kadar acele ettiğimi. Gideceğim ya, şimdi kimin elinde bir bavul görsem, takılıp kalıyor gözlerim. Otobüs firmalarının önünde birikmiş, servis bekleyen insanlara bakıyorum, hemen o an gitmek ister gibi.
Yol yoruyor insanı evet, ama nedense ben seviyorum bu yolculukları. Çok sık olmamak kaydıyla tabi. Yalnız kalabildiğim, hüzün ve sevincin ruhumda karıştığı bir zaman dilimi oluyor benim için, bu yolculuklar.
Bir İstanbul aşığı olarak, en çok gitmek istediğim yere bile olsa gidişim, bu şehirden ayrılırken hüzünlenirim. O hüznün üstüne, sürekli çalışmaya alışmış insanlarda, iznin ilk zamanlarında oluşan, bir boşluğa düşmüşlük hissi eklenir. Hani bilir misiniz, günlerin sırası bozulur. O gün hiçbir gün gibi gelmez size. Bu durum, bazı zamanlar, gün ortasında, herhangi bir sebeple izin alıp işyerinden çıktığımda da olur mesela. Dışarıda, aynı hızla akmaya devam eden hayatı görünce, sanki bilmiyormuşum ya da hiç aklıma gelmemiş gibi bir şaşkınlık hali olur ben de. Tıkılı kaldığımız dört duvarın, bizi yoksunlaştırması olsa gerek bu. Ve tabiki, gidilecek yerin, görülecek insanların sevinci eklenir, diğer iki duyguya.
Cam kenarında otururum. Gidenlere el sallayan kalanları görürüm. Kulağımdaki kulaklıkta, bir ayrılık şarkısı çalar o sıra. Ve ben, bu hüzünü, ilk defa yaşıyormuşum gibi yaşarım. Geride bıraktıklarımı, “ben olmasam bu şehirde bir boşluk ya da birilerinde bir hüzün olur mu?” sorusunu, “bir gün gerçekten gidebilir miyim?” bilinmezini düşünürüm. Hiçbir zaman tam anlamıyla kopamayacağım bu şehre uzaklaşırken her saniye, dönmeyi özlerim…
Belki birgün, kimbilir, artık yaşanmaz hale gelen bu ülkeden, beni ben yapan sevdiğim herşeyden vazgeçer; o cesareti kendimde bulup, bir bavulu ardımda sürükleyerek, sessiz sessiz giderim…
Haziran/2008
9 Haziran 2008 Pazartesi
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum:
Yorum Gönder