31 Aralık 2010 Cuma
Yeni yıl
- Hani? Nerde?
Bir saattir versin diye dil döktükleri o defteri sakladılar, küçük kız kafasını kuşa bakmak için yana çevirdiğinde.
-Nerde anne, nerdeee?
Umudunu kesip de bakışlarını masaya yönelttiğinde, önce defterin olması gerektiği yere, ardından annesinin yüzüne baktı. Ve sonra, hem gelişigüzel bir şeyler söyler gibi, hem de sır açıklayan insanlara mahsus bir bilgiçlikle dedi ki; "Sürekli birilerini kandırırsan, yalancı olursun akıllım"
O küçük kızı dinle olur mu yeni yıl. Kimseyi kandırıp elindekileri alma. Hiçkimsenin yeniye olan inancını soldurma. Arkadaşlarınla kavga etme, güzel güzel oyna...
29 Aralık 2010 Çarşamba
Zararsız
28 Aralık 2010 Salı
Acele
Evet, aceleci bir ruhum var benim. Sen bana sahlep desen mesela, tutar kolundan çekiştiririm, çocuklar gibi. Hemen gidelim isterim. Zamanında çok saydım bu yüzden, "yatcaz kalkcaz" hesabıyla, geçmeyen günleri.
27 Aralık 2010 Pazartesi
Şarkılar güzelse hâlâ
25 Aralık 2010 Cumartesi
Zaman
Anne kızgınlıkla yerinden kalktığında duyulan pişmanlıklar. "Bırakın ben yaparım!" İşte o an, bir bakıyorsun ki, geç olmuş. Uzun uzun vakitleri, inatlaşarak elimizden almış zaman...
Garip
24 Aralık 2010 Cuma
Yara
O akşamdan birkaç akşam sonra, adamın elindeki yarayı farkettiğinde kadın, ne olduğunu sordu merakla. Ama nasıl olduğundan çok, elini sıkıca tuttuğu akşam da, yaranın elinde olduğunu öğrendiğinde üzüldü. Çünkü adam, o akşam, elini her tutuşunda canı yanmış olsa da, yüzünde bir gülümsemeyle bakmıştı kadına. İçinde acı, mutluluk, hüzün, umursamazlık olan bir gülümsemeyle. Şimdi kadın, kimin eline uzansa, o akşamı hatırlıyor nedense. Yine bir yaraya değeceğinden korkarak belki de, eli hep yarı yoldan dönüp, yine tutunuyor kendi eline...
23 Aralık 2010 Perşembe
Misafirlik
Gün içinde onlardan saklanmış ne var ise, onu yakalayabilmek için, kendi sabırlarını test edercesine, büyüklerin yanlarında oturmakta direnirlerdi. Sonra bir an, hiç gocunmadan pes ederlerdi. Kendi dünyalarına döner, başka bir odada, kendi kurdukları başka bir oyun içinde koşturup dururlardı. Ta ki çay kaşıkları, ince belli bardakların üzerine, yüzükoyun kapanıncaya kadar. "Ziyade olsun"
Yıllar sonra o çocuklar, kurdukları hayat oyununun yenilgilerine de aynı sabırla yaklaşan insanlar olduklarında, kapatacaklar çay kaşıklarını, çocukken hep özendikleri gibi, ince belli bardaklara. Ve misafirliğin gereklerini bilen bütün insanlar gibi, davranışlarının ne anlama geldiğini çözmüş bir tavırla bakacaklar hep hayata.
22 Aralık 2010 Çarşamba
Dem
20 Aralık 2010 Pazartesi
Teşekkür
melaıqe; paketin elime ulaştı. Kendisi, çantası, paketi ne kadar da şık. Uzun uzun yolları aşıp da geldi hem.
ve ahbap; hediye kitapken, üstelik de benim için seçilmişken, değerini anlatabilir miyim bilmiyorum.
Teşekkür ediyorum sadece.
16 Aralık 2010 Perşembe
Koku
Adını bile bilmediğim o parfümün kokusunu içime çeke çeke, başım onun omzunda yaptığım minübüs yolculuklarında, trafik kilitlenip kalmışken; dünyanın dönmediğini, zamanın bir süreliğine de olsa durduğunu sanırdım. Ne güzeldi... Yıllardır o kokuya hiç rastlamamışken, böyle bir gece yarısı burnuma çalınınca, dönüp bakmak istedim; "acaba o mu" diye. Değildi. Şimdi nerdeydi kimbilir, nasıldı? Hem bir koku, nasıl olur da bu kadar canlı tutardı, onca anıyı?
14 Aralık 2010 Salı
Sen
13 Aralık 2010 Pazartesi
Ters Köşe
Son uğradığımız mekânda, daha kapıdan yeni girmişken, içeride oturan iki arkadaşımı daha görüyorum. "Tesadüfe bak" diyerek de dillendiriyorum şaşkınlığımı. Yan yana oturmuşlar, karşı koltukları da boş. "Birini bekliyordunuz da biz mi geldik" diye takılıyorum hatta. Bazen çok saf olabiliyorum, evet. Bunu nasıl başarıyorum, inan ben de bilmiyorum. Yani arkadaşlarımın bu buluşmayı zaten plânladıklarını, üstelik bunu benim doğum günüm için yaptıklarını, ancak pastanın üzerinde parıldayan mumları gördüğümde anlıyorum.
Geçen yıl, kötü bir yıl oldu benim için. Zor bir yıl oldu. Ama her şeyi sindirdim içime. Barıştım, kabullendim. Dilerim çok güzel bir yıl olur bu sefer. Hepimiz için...
(Hayatımın bütün gülen yüzlerine, kendimi değerli hissetmemi sağladıkları için, teşekkürü bir borç bilirim.)
10 Aralık 2010 Cuma
Orko
9 Aralık 2010 Perşembe
Ders
7 Aralık 2010 Salı
Yalan
İşte bu yüzden, canım diyorsam canımdandır mutlaka yanında bulunduğum. Ne kadar çıkmazda da olsa hayatım, başımı yasladığım omuzda, bütün kötülükleri unuturum. O yüzden, tek ayağın havadayken sevdiğini söyleme bana. Ayakların yerden kesilmesinin karşılığı o değil, yanlış öğretmişler sana.
6 Aralık 2010 Pazartesi
Hayat bu ara...
Sıla - Oluruna Bırak
4 Aralık 2010 Cumartesi
Eksik bir şey
Ben hep durumu görüp ona göre hareket eden biri oldum. Mecburiyetleri, bazen seçimimmiş gibi yaparak üstelik, daha mecbur kalmadan kabullendim. Kadercilik gibi değil... değil öyle. Çekip gidemedim hiç mesela, öyle bir lüksüm olmadı. Hayallerim oldu hep. Ne kadar çok hayalim olduğuna kimi zaman ben bile şaşırıyordum, biliyor musun? Ama sen öyle söyleyince, hiçbirini bulamadım yerinde. Öyle bir cümle duymaya alışkın olmadıkları için belki, kaçıştılar.
Oysa ne çok gitmek isterdim bir bilsen. Gidecek, yeni yerler görüp, yeni insanlar tanıyacaktım. İçip dağıtacak, önemli-önemsiz her şeye gülecek, "deli gibi mutlu" olacaktım. "Deli gibi mutlu" nasıl olunur bilmiyordum ama, öğrenirdim nasılsa.
Yalan değil, yalnızdım. Bir durum değildi ama bu, kendi gibi yalın, öyle bir hâl. Ve ikisi arasındaki fark derindi, içinde kaybolunacak kadar. Biliyorum, kimi sevsem geçmeyecek bir hâldi bu. Kim beni sevse bir türlü yerle bir olmayacaktı içimdeki duvar. Sen de biliyorsun, bir şey eksik işte... eksik bir şey var.
2 Aralık 2010 Perşembe
Sebep
1 Aralık 2010 Çarşamba
Küpe
Gamzeleri olsun istemişti hep, küçük bir dere yatağı gibi, en ufacık gülümsemesinde beliriveren. Ve çağlayarak akan bir dereyi anımsatan kahkaha sesi. Oysa hiçbiri yoktu yüzünde. Bir gece yarısı sessiz sedasız terkedilmiş gibi hissetti kendini. Sessiz sedasız gitmişler ve hiç var olmamışçasına bütün izlerini silmişlerdi. Kadın, küpelerinden başka, ona ait hiçbir şey kalmadığını hissetti. Gözünde parıldayan birkaç damlayı saymazsa tabii...
30 Kasım 2010 Salı
Yara izi
Bazı kadınlar, önce yara izlerinden sevmeye başlarlardı, gözlerine değenleri. İnsan sevmeyi başarabiliyorsa bir yara izini, aynı özenle seviyordu işte, hiç elinin değmediği birini...
Tatlı dil
Annem anlatmıştı bir keresinde... Dedem, köy evlerinin pencere pervazında, çentik çentik bıçak izlerine rastlamış bir gün. Biliyor ki, sorsa, kimse söylemeyecek yaptığını. "Ne güzel olmuş burası, kim yaptı bunu?" diye, kendi kendine konuşur gibi sormuş sorusunu o yüzden. O ana kadar, bir köşeye sinmiş olan dayım, eserinin beğenilmesinden hoşnut, "ben yaptımmm" diyerek atılmış ortaya.
İnsan hangi yaşta olursa olsun, kanıyor iki tatlı kelâma. eĞER Doğru yaklaşmasını bilirseniz, değil sevgisini, hatalarını bile işte böyle döküyor ortalığa.
28 Kasım 2010 Pazar
Film
24 Kasım 2010 Çarşamba
Ah
23 Kasım 2010 Salı
Oldurmak
Bu kadar basit olsa ya bizim de hayatımız. Gülen birini gördüğümüzde, yüzümüz gülüverse. Ekşiliğimiz sevimsiz değil, tatlı oluverse...
19 Kasım 2010 Cuma
Vapur
Ayaklarım demirlere yetişmiyordu. Belki de sırf bu yüzden, şarkının sonu da gelmiyordu. Kollarımı kavuşturmamıştım. Aldırmıyordum soğuğa. Aydan, yıldızlardan, gökyüzünden; tanıdığım bildiğim birçok şeyden uzakta, bir yaraya üfler gibi olanca kuvvetiyle esiyordu rüzgâr. Ama dinmiyordu bir türlü, yaralarını düşündükçe, insanın içine dolan o efkâr...
17 Kasım 2010 Çarşamba
Ben bu filmi daha önce görmüştüm
Tad
Duyguların neden öyle sarıp sarmalanıp muhafaza edilmesi gerektiğini, bir kez daha anlarsın. İnsanlar her şeyi birbirine karıştırır. Geriye ise sadece, hiçbir şeye bezemeyen o acı tad kalır.
16 Kasım 2010 Salı
Neyse/Zuhal Olcay
Neyse
Zuhal Olcay - Neyse (Güldünya Å�arkıları)
Yükleyen tipe-bak. - Video klipler, sanatçı röportajları, konserler ve çok daha fazlası.
Sana söz yine baharlar gelecek
Birinin yüzünüze çok dikkatlice bakarak, elini, sizin yüzünüzdeki bir lekeyi çıkarmak ister gibi, kendi yüzünün herhangi bir yerine dokundurduğunu gördüğünüz zamanlar olmuştur. Siz de elinizi gayri ihtiyari, yüzünüzde aynı noktaya götürürsünüz. İşte öyle bir gülümseme belirdi yüzümde. Onun yüzünün yansıması gibi. Oysa ağlamak istiyordum ben.
Şarkıların verdiği sözlere inanmıyordum. Bir kitap okuyunca hayatımın değişeceğine, sabah kalktığımda bambaşka biri olabileceğime, üzülmekten bir gün vazgeçebileceğime inanmıyordum. Çünkü hiçbir şey bir anda olmamıştı benim hayatımda. Birine, bir anda kızdığım olmamıştı hiç. Muhakkak susup, anlamasını beklediğim zamanlarım olurdu, o patlama anından önce. Hiçkimse ilk görüşte âşık olmamıştı mesela bana. Eksiklik miydi bu, bilmiyordum.
Ama yine de şarkılar söyledim o akşam, gökyüzüne baktım; gözümde biriken damlaları başımı yana çevirerek akıttım. Ne oldu, diye sorarsan... hiçbir şey olmadı. Sabah yine aynı sonbaharın kollarında uyandım.
15 Kasım 2010 Pazartesi
Cam
Cam gibi edilgen bir şey olmak, kendini hiçbir şey yapamayacak bir kıvamda bulmak, keyifsiz bir durumdu. Yorgundum, hem de çok. Duruyordum öylece, camdan bir kapı gibi orta yerde. İçimden gelip geçenler açık seçik görülebiliyordu. Dalgın, kızgın, sinirli, üzgün onlarca insan. Bakamıyordum içime, bakmak da istemiyordum.
Unutur muydum bilmiyordum. Geçer miydi kızgınlığım, camlardaki parmak izleri gibi siliverseydim, bile bile beni kanatan içimdeki suretleri? Peki ya gönlüm? O suretlerin silinmesine izin verir miydi?
14 Kasım 2010 Pazar
Ev
Yurdundan sürülmüş insanlar gibiydim ben. Nereye giderse gitsin hep orayı anımsamasına rağmen, şimdi geri dönmek istese, bulacağı yerin asla bıraktığı gibi olmayacağını bilerek ve bunu bir yara izi gibi, hep ruhunun bir köşesinde gezdirerek yaşayan insanlar gibi. Oysa o "evimdeyim" demişti, çocuklar gibi gülücüklenen sesiyle. Ona hiçbir şey söyleyemedim. Evini bulamamış biri olarak, "hoşgeldin" demenin mânâsızlığını farkettim.
Telefonu kapatıp, bilmediği bir şeyle karşılaştığında, içimde telâşla koşturup duran şey ne ise, onun durulmasını bekledim. Ve artık aramaktan vazgeçip, beni kendi halime bırakmasını. "Ev" dedim kendi kendime, seslendiğim birinin dönüp bakmasını beklercesine. Bu kadar kısayken yazılışı, neden bu kadar keskindi bilmem, adı her duyulduğunda insanın içine yayılan o acı.
12 Kasım 2010 Cuma
Terzi
O iplikler gibi işte, sözler bekliyor insan, hayatının sökük yanına yaklaşanlardan. Güzel sözler bekliyor... Ki inansın artık zarar gelmeyeceğine, elinde her iğne olandan.
Uyku
Aklımda uçuşup duran onca şeyin dışında, nazar duası niyetine bir hikâye anlatsa biri bana. Ben de bütün her şeyden arınıp, dalsam yine tatlı bir uykuya...
11 Kasım 2010 Perşembe
Hancı
10 Kasım 2010 Çarşamba
Yaprak
Banklar boşalır, insanlar evlerine çekilir erken vakitlerde. Boş sokağı ses çıkarmadan adımlar ve bunun için kızarsın kendine. Topuk sesi duymak istersin. Ve o topuk seslerine yakışan güveni ararsın sokak boyunca, her adımında. Bulamazsın. Rüzgârda savrulan bir yaprak kadar sesin çıkmaz bazen. Ya da çıkan sesi, kendin bile duyamazsın...
9 Kasım 2010 Salı
Çay
8 Kasım 2010 Pazartesi
İrem olmayı istemek...
bana şöyle bir bak diyorsun
alıcı gözüyle, tepeden tırnağa
yeni dalınmış uyku gibi bak
çobanların söndürmeyi unuttuğu dağ ateşi
kaleden kaleye uçurulan ak güvercin
rüzgara emanet edilen fısıltı gibi
yazdan kalma bir gün gibi bak bana
bana şöyle bir bak diyorsun
posta kutusuna geceyarısı bırakılan bir mektup gibi
kızağından kayıp bitmeden denize inen bir tekne
gökyüzünün denizyıldızlarıyla dolduğunu gören bir dalgıç gibi bak
akşam kırılmaya başlarken içimde
dağılan bir ilkokulun zili gibi bak bana
bana şöyle bir bak diyorsun
bir ışın demetine sarılır gibi bak
unuttuğum ve istesem de
yüzlerini bir türlü anımsayamadığım
çocukluk arkadaşlarım gibi
kahve fincanına damlayan gözyaşı
kara düşen kan damlası gibi
diyorsun ki - evet, mavi gözlerinden bile ürpertici bu -
kınından çıkarılan bir hançer gibi bak bana
bana şöyle bir bak diyorsun
yaşama sevincini sana ben veriyormuşum gibi
sevgilin olmasam da sevgilinmişim gibi bak
kumsalda bırakılan ayak izi
kanada değen bulut gibi
kayalıklara sürüklenen bir gemiye yanıp sönen deniz feneri gibi bak bana
çünkü unutmamanın eşiğidir
ve anımsamanın kapısıdır bakmak
ve sevgili İrem
bunun için bile kibrit çakılabilir okyanusun kıyısında
karanlıkta
bir kedi gözü gibi
pençeleriyle dolaşırken aşk
Akgün Akova
Kendini seçemiyorsun, bırakıp kaçamıyorsun...
Uzun zamandır görüşmeyen iki arkadaşmışız gibi, hâlimi hatrımı soruyor önce. Az kalsın unutacakmış da, son anda aklına gelmiş gibi, adıma sarılıyor yine. "nişanlandın mı sen?" "Hayır" gibi kısa bir sözcüğü henüz tamamlayamadan, yaptığım yanlışın farkına varıyorum. Derin bir iç çekip "oh" diyerek mutluluğunu belirtiyor mahallemizin delisi.
O yeni sorular sormaya niyetlenirken, az evvel yaptığım hatayı telafi etmek ister gibi, hiç aldırmadan devam ediyorum yoluma. Bir yanım bu hâlime gülerken, farkediyorum ki, bir yanım hâlâ ondan korkuyor; çocukluktan kalma hatıralarla. Hem merak ediyorum, kendi canımı yakmaya bu kadar meyilliyken ben, neden sadece deli diye anılan o oluyor ki acaba?
7 Kasım 2010 Pazar
Çivit
Bütün bu devinim içinde beni en mutlu eden şey, adı tek başına bir terkerlemeymişçesine eğlenceli, göz alıcı rengiyle küçük naylon bir poşet içinde, assolist edasıyla en son sahneye çıkan çivitti.
Gördüğüm ilk sihirbazdı anneannem. O mavi renkteki tozu, beyaz çamaşırların içine katar; onun çamaşırları beyazlattığını söylerdi. İşte o günden beri, ne zaman beyazlığına hayran kalsam bir şeyin, aklıma gelir çivit; bulutların ardındaki mavilikler gibi.
6 Kasım 2010 Cumartesi
5 Kasım 2010 Cuma
İçimden dedim...
Gidelim dedim içimden. Senin o çok sevdiğin havalarda bile gitmeye razıydım aslında. Ruhum dayanmasa da, yanımda sen varsan eğer, giderim gibi geliyordu, havaya bile aldırmadan. Herhangi bir otobüsün, herhangi bir koltuğunda, üstelik cam kenarından bile vazgeçecek kadar istiyorsam bunu, bir sebebi vardı elbet. Sana sarılırsam, dışarıda dalgalanan havanın farkında olmayacağımı düşünmemin ve o gitmek duygusunun burnuma çaldığı deniz kokusunun da katılımıyla, o kadar bilinmeyene rağmen, çözümü ortada bir matematik işlemi gibi duruyordu karşımda, yolculuklar.
Çantam sol omzumda asılıydı. Şalımın iki ucunu hapsetmişken, aynı anda müzikçaları da muhafaza eden sol elim ve buna inat salınıp duran sağ elim birbirine kavuştuğunda; o her şeyi, dışında da, içinde de taşımaya meyilli sol yanımda olmanı isterdim. Ve o zaman belki, söyleyeceklerimi sadece içimden söylemezdim.
Mırıldanmalar
I
içimden dedim, beraber yürüyelim olur mu
varsın gemilerimizi taşıyamasın sular
varsın yarı yolda uyuya kalsın
bize gönderilen bahar
içimden dedim, beraber yürüyelim olur mu
varsın gölgemiz olsun hüzün
dilediği gibi uzatsın canevimize ayaklarını
varsın annemiz olsun tütün
hayat daha sert vursun yumruklarını
II
içimden dedim, ilmeği kaçmış bir hayat bizimkisi
nedir alnımızdan öpmek için izimizi süren
kalmış mıdır kalesi düşmüş bir şehrin cazibesi
nedir yalnız bize yakışan bu serüven
bu serüven ki
bizden biri yaptı sırtımızdaki hançeri
ve terketti bizi huzur denen sevgili
kalakaldık, şaşkınlığın avuçlarında
billur bir kuş gibi
III
içimden dedim, gömülü bir ırmağın yalnızlığıdır bu
beraber yürüyelim olur mu…
İbrahim Tenekeci
4 Kasım 2010 Perşembe
Bu biçim
İşte bu yüzden, adı geçtiğinde gözlerim dalıp dalıp gidiyorsa da, içimde bir yer, hep gülüyordu...
*Haydar Ergülen
Yıldızlar da isterim
3 Kasım 2010 Çarşamba
Bu sabah
31 Ekim 2010 Pazar
Arz-i Hâl
Karmate-Arja Bargı� (Nayino 2010)
Yükleyen ozdoganb. - Öne çıkan müzik videolarını izleyin.
"Doğru zaman kaçırılmışsa, diye düşündüm,
Eğer insan, bir şeyi kendinden bunca zaman esirgemişse;
Bir şey ondan bunca zaman esirgenmişse eğer,
Büyük bir güçle başlasa ve coşkuyla desteklense bile,
Artık çok geç kalınmış demektir.
Yoksa "çok geç" kalınmaz mı hiçbir zaman?
Yalnızca "geç" mi kalınır ve "geç" olması, her şeye karşın,
"Hiç" olmamasından daha mı iyidir?
Bilemiyorum..."
Ümit etmekten vazgeçmeli insan. Kitaplardaki o adamların gerçek olabileceğine inanmaktan vazgeçmeli. Ve daha da önemlisi, onu okumaktan vazgeçmeli.
Bu şarkı kulağıma o cümleleri fısıldarken saat gece üçü gösteriyordu. Gerçekte ne diyordu o şarkı bilmiyorum ama, ben kulağıma fısıldadıklarını dinledim. Vazgeçtim...
28 Ekim 2010 Perşembe
Perde
Kadın, rüzgârda uçuşan eteğini zapt etmeye çalışırcasına, kornişte topluyor perdeyi. Ve bütün yaşadıklarının ardından bakarcasına, başı dik, ama aynı oranda hassas, kapatıyor pencereyi.
27 Ekim 2010 Çarşamba
Kayıp
24 Ekim 2010 Pazar
Kaybetmek
Kaybettiniz (benim gibi)"
diyordu Oğuz Atay. Dolmabahçe'de, o deniz kıyısındaki çay bahçesinde, güneşin ısrarla gözümün içine girmesine bile aldırmadan, denizi izlerken aklıma geldi bu satırlar. Gelip geçen vapurlar, bir fincan çay ve birkaç kelime. Bazen hayat, bundan fazlası değil işte.
23 Ekim 2010 Cumartesi
Kırmızı çorap
Hayat ne garip. Hiç önemsemediğiniz bir şeyden bile, rahatsızlık duyacağınız bir konuma getiriyor sizi, bir anda.
22 Ekim 2010 Cuma
Yüz
Hiç akla gelmemiş bir yanı vardı. Yanından hızla geçtiğimiz insanlara hiç benzemeyen bir tarafı. Kızgın değil, üzgün değil, belki mutsuz bile değil. Ama kesinlikle sevimsiz. İnsan ne zaman, kendi yüzündeki ifadeden korkmaya başlamalı?
20 Ekim 2010 Çarşamba
Belki
18 Ekim 2010 Pazartesi
At kuyruğu
Oysa mutluluk saçan bir şarkı ritminde aynanın karşısında dolanmak, kapıdan çıkmadan, hâlâ o şarkıyı mırıldanıyor olmak isterdim. Denize nazır herhangi bir yerde, aynı şarkı olmasa da, mutluluğu çağrıştıran başka bir şarkının ritmini bulmak; ve o manzaraya rağmen, gözlerimi gözlerinden alamamak isterdim bir de. Bir türlü uzamayan saçlarımı, tepemde at kuyruğu yapmış olurdum. En çok sevdiğim şeylerden birinin, at kuyruğunun yürürken sallanması olduğunu söylerdim sana. Ve belki bir gün, sözlerini hatırlamadığı için, bir türlü hangi şarkıdan bahsettiğini anlatamayan insanların, bir yerde o şarkıyı duyduklarında yaşadığı sevince benzerdi yanında yürümek. "Bak işte bu şarkıydı"
Güneşli bir pazar günüydü, ben tüm bunları yerimden kımıldamadan yaptığımda. Elimde hâlâ bir televizyon kumandası vardı. Ama ne yazık, hayallerimin kanalı çekmiyordu bu televizyonda.
16 Ekim 2010 Cumartesi
14 Ekim 2010 Perşembe
Küs
Zoraki gülmeye çalışırken ne kadar başarısız oluyorsam, içimden taşan gülme isteğini bastırmada da, aynı oranda başarısızım. Gülüyorum, hem de hiç istemediğim halde...
12 Ekim 2010 Salı
Mahsus
Sesine pek de yakışacak bir türkü çalınırken radyoda, hemen bir hikâye anlatmaya başlıyor dede. Yine divanın baş köşesine kurulmuş, başında külah şeklinde bir bereyle. Camdan bakıyor ara sıra soluklanarak. Gökyüzü gibi usul usul koyuluyor anlattıkları da. Bütün söyleyecekleri bittiğinde, "onun gibi" diyerek bağlıyor yine konuyu, şimdiki zamana. Oysa benim hikâyelerim hep bölük pörçük. Hiçbirini bağlayamıyorum bir başkasına. Belki de o yüzden içim bu kadar dağınık hâlâ. Ya da belki hayat, mahsus yapıyor bunu bana.
Kolonya
11 Ekim 2010 Pazartesi
Sesleniş
Mühim değil
8 Ekim 2010 Cuma
Neylersin?
Kendinize soramayacağınız soruları şarkılar sorar bazen. Melodiye kapılıp mırıldanırken sözleri, hiç aklınızda olmayan biriyle karşılaşmışsınız gibi bir şaşkınlıkla kalakalırsınız bir an.
İşte öyle oluyor bu şarkıda... ve unutuluyor zaman...
Neylersin
"k"
Oysa hâlâ iki güzel söze kanabilir, adımlarımı sağlam taşlara denk getiremeyip, sendeleyebilir, hatta içip içip ağlayabilirim. Ama işte, hayat pek ilgilenmiyor sizin potansiyelinizle. Birileri yanınıza birini yakıştırıyor. Adam meşgulü "k" ile yazıyorsa da, onlar için bunun bir önemi olmuyor. Ve hayat, camdan izlediğim şu yağmur gibi, hızla akıp geçiyor.
7 Ekim 2010 Perşembe
Dışarda hafiften yağmurun sesi
Yağmur bazen, bir başkasının gözlerindeki görüntüyü taşır gibi süzülür, ıslak saçlarınızdan içinizdeki kuytu köşelere. İşte o zaman, çatısı akan evler gibi, bir kova tutuşturup damlayan kimi yerlere, ayağa kaldırırsınız, içinizde bugüne kadar ıslanmamış yer, her neresi ise. Çünkü yağmur, çocukken geçirmediğiniz bir hastalık gibi gelir, bulur sizi, hiç de beklemediğiniz bir vakitte...
Öyle güzel ki...
6 Ekim 2010 Çarşamba
Şimdi sen gidiyorsun ya...
Yolun açık olsun dostum.
4 Ekim 2010 Pazartesi
Eski
3 Ekim 2010 Pazar
Hani bir yağmur yağar da bazen
"Hayır" diyorum. "Ben onu çoktan unuttum"
2 Ekim 2010 Cumartesi
Sevmek ciddi iştir
Kırgınlık öyle bir şey ki, bütün duygularınızın üstünü örtebiliyor bazen. Onların artık yok olduğunu sanabiliyorsunuz. Ama oradalar... incecik bir perdenin altında. Onunla gülmeyi, bir şeyler anlatırken yüzünün aldığı ifadeyi, birbirimize sataşıp, sonra hiçbir şey olmamış gibi kaldığımız yerden devam etmeyi ne kadar özlediğimi, biliyorum şimdi. Ve bütün bunların yerini, asla başka bir şeyle dolduramayacağımı, yıllar da geçse o duyguların yerinden oynamayacağını da.
Elimizdeki ince bellilerle başlamıştık sohbete. Sohbetin de ince belinden. Dört işlemle birlikte mi öğrenmiştik hatırlamıyorum ama, biliyordum ben; hatıralar hoyrat davranmaya gelmezdi. Çay bardağının kavranılan ince beli gibiydi, birilerine anlatılanlar. Ve siz durup durup, aynı ince beli kavrayıp, içinize çekerdiniz hatıraların yudumlarını. Ve hep, aynı anda, bir şarkı başlardı...
1 Ekim 2010 Cuma
Benim en güzel düşlerim içimde kaldı
Bir yanım gündelik şeyler
Evdir ekmektir
Bir yanım türküler söyler
Yoldur özlemdir
Benim en güzel düşlerim
İçimde kaldı
Otobüsün cam kenarında, elimde kitabımla oturarak başlıyorum bugüne. Etrafa yayılan uğultuya aldırmadan okuyorum. O koltuktan hiç inmemek, en azından kitabı bitirmeden inmemek istiyorum. Çok değil 10 dakika daha. Sabah yataktan kalkmak istemeyen insanlar gibi, "n'olurrrrr" diyesim var hatta.
Çünkü kadın, nihayet hoşlanabileceği birine rastladı, bir kırmızı ışık sayesinde de olsa. Ve dahası, adam, "siz bana numaranızı vermezsiniz diyerek" kartını uzattı yan cama. Ama gelin görün ki, çantasını çaldırdı kadın. Ve ben, o cümleyi okuduğumda verdiğim tepkiyi, ne kadar yüksek bir tonda söylemiş olabileceğimi bilemiyorum hâlâ. Çantadaki diğer önemli şeylerin kayboluşunun, o kartı kaybetmenin üzüntüsünün yanında bir hiç sayılacağını bilmem için, sonraki cümleyi okumama gerek yoktu. İçimde bir yerlerde biliyordum zaten, çok öncelerden. Erkeklerin kadınları anlayamamasına bir sebep aranmanın boşunalığını farkettim, bütün bunlar olurken.
30 Eylül 2010 Perşembe
29 Eylül 2010 Çarşamba
Kahraman
Yaşıyorum çok şükür
28 Eylül 2010 Salı
Yorgun
27 Eylül 2010 Pazartesi
Yer ile yeksan
Şimdi böyle konuşunca... Sanma ki ben yitip gitmek istemiyorum o kalabalığın ortasında. Sanma ki ben, her adımda biraz daha, içimdeki kuytulara ilerlemekten bıkmadım hâlâ. Ama biliyorsun işte... O caddeyi kıskandıracak kadar kalabalık olabiliyor içim, bir bakış ya da bir söz, beni yerle bir ettiğinde.
26 Eylül 2010 Pazar
Aşk
24 Eylül 2010 Cuma
Kardeş
Sürekli onu kızdırsa da, bir filmin ya da dizinin en acıklı yerinde, gizli-saklı ağlamaya çalışırken, hemen dalga geçmeye başlasa da, bazen deli gibi kavga ediyor olsalar da, onu ne kadar sevdiğini düşündü. Yerini başka hiçbir şeyle dolduramayacağı, bunlar gibi nice anının, küçük bir bakışla ortaya saçılması, yaşadığının ne güzel bir duygu olduğunun kanıtıydı. Artık emindi, yıllar geçse de değişmeyecek şeylerden biri, bir kardeşe sahip olmanın, içinde yarattığı o sonbahar havasıydı.
20 Eylül 2010 Pazartesi
Fotoğraf
19 Eylül 2010 Pazar
Gün gelir unuturmuş insan, en sevdiği hatıraları bile...
Şarkı
17 Eylül 2010 Cuma
Sarılmak
12 Eylül 2010 Pazar
Karşılaşmamız an meselesi
9 Eylül 2010 Perşembe
Bir bardak suda fırtına
(Bir bayram günü)
3 Eylül 2010 Cuma
Işıkları yakın, nedir bu his?
Oysa şarkılar var, biliyorum. Deniz var, ve simit, vapur, martı var sonra. Bir yerlerde boş bir bank var. Ve bir sonbahar rüzgârında savrulup, o bankın üzerine konacak yapraklar...
2 Eylül 2010 Perşembe
Yastık
Bir çocuk edasıyla bütün suçlarımı kabullenebilirim ama, birilerinin sadece doğru olabileceklerini düşünmesini kabullenemiyorum. Kafayı koyduğumuzda düşünceleri emen yastık çeşitleri olmalı mutlaka. Hem olan bunca şeyi açıklığa kavuşturabilecek, hem de sorgulamalarıma son verebilecek tek şey o nihayetinde.
1 Eylül 2010 Çarşamba
Çan
Şaşkın
Masadaki fındıkları ikişer ikişer elime alıp kırmaya başladığımda, gözünü alamıyor benden. Her kırılan fındıkta yeniden gösteriyorum nasıl yaptığımı. Deniyor... olmuyor. Daha bir merakla izliyor her seferinde. Bir yerden sonra, sadece onun yüzündeki şaşkınlığı görmek için devam ediyorum. Sanki bir ilüzyon gerçekleştiriyormuşum gibi ellerime bakışına gülüyorum habire. Öyle güzel ve öyle mutlu ki, onu izlemekten alamıyorum kendimi. Bütün dünya benim olsa, bir daha bu kadar mutlu olamayacağım sanki.
İşte o an, evden çıkarken yanıma almayı unuttuğum bir şeymiş gibi aklıma geliyor, içimde gittikçe azalan o şaşkınlık duygusu. Ve yanında götürsün istiyorum giderken yıllar, her şeyi bir alışkanlıkla kabul etmenin korkusunu.
Sevebilirim,
hem de nasıl,
dile benden ne dilersen,
canımı, gözlerimi
Kızabilirim,
ağzım köpürmez,
ama devenin öfkesi haltetmiş benimkinin yanında,
devenin öfkesi, kinciliği değil.
Anlayabilirim
çoğu kere burnumla,
yani en karanlığın, en uzaktakinin bile kokusunu alarak
ve döğüşebilirim,
doğru bulduğum, haklı bulduğum, güzel bulduğum herşey için, herkes için,
yaşım başım buna engel değil,
ama gel gör ki çoktan unuttum şaşıp kalmayı.
Şaşkınlık, alabildiğine yuvarlak açık ve alabildiğine genç gözleriyle bırakıp gitti beni.
Yazık.
Nazım Hikmet Ran
30 Ağustos 2010 Pazartesi
İnat
25 Ağustos 2010 Çarşamba
Sevinç
Onu tanıdığımda henüz 4.sınıfa gidiyordu. Yokluğun ve kalabalığın ortasında küçük bir kız çocuğuydu. 7 kardeş ve anne-babanın birlikte yaşadığı küçük bir evin ortasında, evin en büyük çocuğu, üstüne üstlük de bir kız çocuğu olması gözlerimi yaşartmıştı. En küçük kardeşi yeni doğmuştu o yıl. Şimdi altı yaşında. Bizim kızsa, görsem tanıyamayacağım kadar büyüdü geçen onca zamanda. Oysa ben, zaten hiç görmedim onu. Sadece fotoğraflar ve birkaç kere de internet sayesinde gördüm gülen yüzünü. İşten çok bunaldığım bir sırada telefonum çaldı dün. O sesi duydum. Heyecanlı, geçen onca zamana rağmen hâlâ çekingen ama mutlu sesini. Gönderdiğim mektup, yanına iliştirdiğim iki kitapla birlikte eline ulaşmıştı. Öyle şeyler söyledi ki, elimi kolumu nereye koyacağımı bilemedim bir an. Mutlu olmak, mutlu etmek bu kadar kolayken, bunca can sıkıcı lafın sözün, nasıl hâlâ etrafta dolanabildiğini anlayamadım.
Kimbilir
21 Ağustos 2010 Cumartesi
...
Sürekli bombalanan bir şehrin en işlek caddelerinden birinde, dünyayla yüz yüze gelmenin, hayatla aynı masaya oturmanın ağırlığı terazinin bir kefesindeyken, dengeyi sağlamak için öbür kefeye neyi koyabilirsiniz ki? Sahip olduğunuzu iddia ettiğiniz inceliklerinizi mi, şu kalp ağrısını mı, cep telefonunuzda sakladığınız mesajları mı?! Bunların kişisellikleri utandıracaktır sizi. Önünden geçtiğiniz sinemanın afişlerine bakarsınız; bakarsınız ki, bu curcunada, gitmeyi plânladığınız film bile vizyondan kalkmıştır. Filmler de gitmiştir, hayaller de. Yapay kahramanlar da. Yalnızca gerçek tüketilmiyor ki, masum yanılgılar da harcanabiliyor telâşlanıldığında.
İyi’nin basitliği, doğru’nun yapmacıksızlığı, dürüstlük’ün alelâdeliği, bu ’direkt hedefi vurma operasyonu’nun bir parçası aslında; çabalama eylemini gözardı edebilmekte gizli. Ustalaşmakta gizli. Nasır bağlamakta gizli. En sevdiğiniz kasetleri, cd’leri ve bir şişe şarabı yanınıza alıp üst sokakta oturan, tanımadığınız birinin kapısını çalmakta gizli. ’Ben geldim, sizinle birlikte ağlamak istiyorum.’ demekte gizli. Hüzünde ve neşede hep bir sürpriz havası vardır.
Kapısını çaldığınız kişi sevgiliniz olmayacaktır; çünkü artık siz, radyoaktif bir elementsinizdir. Yanacak, yakacak ve külünüzü ateşinize karıp söneceksinizdir.
Kişi, aklının aldığı şeylerden uzak durdukça hayatta kalır!
Küçük İskender
18 Ağustos 2010 Çarşamba
Hayâl
11 Ağustos 2010 Çarşamba
Yansıma
10 Ağustos 2010 Salı
Hasta
6 Ağustos 2010 Cuma
Belki de
"Ne diyebilirim ki? Kağıt, kalemle oynanan çocukluk oyunlarımızdan biri, "Adam asmaca" olduktan sonra."
Küçük İskender
2 Ağustos 2010 Pazartesi
Teşekkür
Teşekkür ederim Sazan'ım...
* Can Yücel
** Adnan Yücel
31 Temmuz 2010 Cumartesi
Suçlu
Bizim konuşmamızı kıskanıp bir köşeye çekilen küçük çocuk, annesinin gözünden akan yaşları görünce, gelip kucağına oturdu. Bir yandan annesinin gözünden akan yaşları silerken, diğer taraftan, yaşından hiç de beklenmeyecek tehditkâr bakışlar savuruyordu bana. Annesini benim ağlattığımı sanmıştı galiba. Haklıydı belkide. Ben ağlatmıştım onu. Kimseye anlatmadığı, evde olduğu anlaşılmasın diye ışıkları söndüren insanlar gibi, içini karartıp oraya sakladığı her şeyi, deşip ortaya çıkarmıştım. Anlatsın, ağlasın, ferahlasın istemiştim. Çünkü anlatamamak nasıl bir sancı olur, bilirdim.
Aynı yaştaydık. Birlikte kurduğumuz hayaller, yürüdüğümüz yollar, daha dün gibi tazeydi anılarımda. Niye böyle oluyordu bilmiyordum. Sevdiğim insanların acılarına çaresiz kalmak canımı yakıyordu. Toz alır gibi üzerinden silip atmak istiyordum bütün yaşadıklarını. "Bak, geçti işte" demek. Ona zamandan bahsetmek istemiyordum. Çünkü biliyordum, zaman hiç de adil işlemiyordu bazılarımızın hayatında.
Her şeyin ne kadar basit olabileceğini anlatmak istiyordum ona. Sadece bir karar almasının yeterli olduğundan başlayarak. Ama öyle olmayacaktı işte. Ben ne söylersem söyleyeyim öyle olmayacaktı. Yolun bir yerinde, yaşadığın, senin hayatın olmaktan çıkıyordu bazen. Birinin annesi, birinin eşi, birinin çocuğu oluyordun yalnızca. Toplumun doğru sayılan kimi yanlışlarını, bir insanı canlı bir cenaze hâline getirmek pahasına, getirip dayıyorlardı burnuna. Sen de canın acıya acıya yaşıyordun. Daha doğrusu, yaşamak diyordun katlandığın acıya.
Oysa böyle olmamalıydı. Dedim ya, aynı yaştaydık. Ve nedense garip bir suçluluk duyuyordum onu dinlerken. Bazen bile bile canımı yaksam da, kararlarımı bir tek kendim olarak verebilmekten...
30 Temmuz 2010 Cuma
İşte öyle...
Söylesene, bir romandaki kavuşma sahnesine bile ağlıyorsa insan, nasıl olur da artık hiçbir şeye üzülmeyeceğine söz verebilir ki?
Sen şarkılar söyle içinden, boşver...
Mavilik
Küçük İskender
Sarıyer'e yarım saat mesafede bir balıkçı köyünde, güneşin sıcaklığını bir an olsun bile hissettirmeyen deli bir rüzgârın tenimizde dolandığı surların tepesindeydik. Kayalara çarpan dalgaların sesini dinlemekteydim. Deniz, bütün ihtişamıyla uçsuz bucaksız uzanmaktaydı önümde. Bütün düşüncelerim yok oluyordu, o göz alabildiğine mavilikte.
Gökyüzünü, denizi, dalgaları, güneşi; hatta sevgilileri izledim. Güzel şeyleri içti gözlerim, hapsetti yüreğime. Orada kötü olan ne varsa, güzelliklerin denizinde boğulsun diye...
27 Temmuz 2010 Salı
Akşam oldu hüzünlendim ben yine
Bütün sokağa, bütün mahalleye, hatta bütün İstanbul'a hâkim olmuştu yağmur. Sesinde ertelenmişti bütün kızgınlıklar, saklı kalmış kırgınlıklar ve yalnızlıklar. Şimdi yine tatlı bir hüzün sarmıştı ruhları... güneş, şımarık bir çocuk gibi, sıcağıyla bizi kendinden bezdirmeye başlayana kadar.
26 Temmuz 2010 Pazartesi
Renksiz
Kullanılmadıkça unutulan kelimeler gibi, bulmacaların o çözülemeyen soruları gibi, yağmur yağmadıkça adı anılmayan gök kuşakları gibi yok oluyorduk. Böyle eksilerek, böyle içimiz ezilerek bir yok oluşa tahammül edemiyorduk oysa. Yaşadıklarını yinelemekten yorgun, kendini tekrarlardan bıkkın, hep en sevdiklerine kırgın devam ettirilen bir hayatın; bir gece yarısı, işinin ehli bir hırsız tarafından renklerinin çalındığını söylüyorduk. Hırsız işinin ehliydi, doğru. Çünkü hayatının renklerini bu kadar sessiz sedasız, bir tek, insanın kendisi çalabiliyordu.
25 Temmuz 2010 Pazar
Ayna
O da bilmiyordu. Gözleri uzaklara dalmışken, dili tutulmuş gibi karşımda oturuyordu. Besbelli bunca şeyi, neden şimdiye kadar içinde tuttuğunu düşünüp duruyordu. Bir ressam edasıyla, hüznünün resmini çiziyordum oturduğum yerden. Ne gariptir, her kelimede biraz daha "ben" oluyordu o resim. Tıpkı... tıpkı bir aynaya bakar gibiydim. Anladım ki, herkes acısını ve mutluluğunu bir aynaya bağışlıyordu. Her baktığın aynada, kendi yansımanı görmenin sırrı da, galiba buydu.
23 Temmuz 2010 Cuma
Yazmasak olmazdı çünkü...
Ağrı
22 Temmuz 2010 Perşembe
ve...
içiyorsanız çok için,
seviyorsanız sevişin,
üzülüyorsanız...
yapmayın!
değmiyor.
Küçük İskender
Elindeki hediye paketini dikkatle açmaya çalışmasından anlamalıydım aslında, nasıl bir "deli"yle aynı masada oturduğumu. Çünkü kendimden alışkındım bu duruma. Tiyatro, sinema, konser biletlerini biriktirmek benim için de normaldi. Piyango ve kazı kazan biletlerini de biriktirdiğini öğrendiğimde, ufak çaplı bir şaşkınlık yaşadım ama... Neyse ki çabuk geçti.
Birbirine hiç benzemeyen hikâyelerden arta kalmış, küflü acıları çıkardık ortaya. Yanına da iki bira. Yok... hayır ağlamadık. Üstüne çok ağlanılmış o zamanlara güldük inadına. Aslında kadınlar ağlamayı o kadar sevmezler biliyor musun? Bakma, içlerindekini başka türlü nasıl temizleyeceklerini bilemediklerinde dökerler o yaşları. Diyorum ya, yoksa sevmezler ağlamayı.
Bir şarkının sözlerini kağıttan okur gibi, içimize bakıp bakıp anlattık; geçmişte kalan ama evhamlı insanların, o tedarikli ruh hâliyle hep yanında taşıdığı anıları. Büyük büyük laflar etmeye gerek yoktu, biliyorduk. Birçoğu ayağımızın altında kalmıştı zamanında. Bir o kadarı da ardımızda. Şimdi yeni şeyler söylemek lazımdı. Sırtımızdaki yüklerden arınarak yürümek ve düne gömebilmek için bütün acıları...
20 Temmuz 2010 Salı
İnatçı
19 Temmuz 2010 Pazartesi
Öğreti
Korkuyu da böyle mi işlediler acaba içimize? Söylesene, birini severken incinmekten, sevilirken incitmekten korkmayı, hangi sözle öğrettiler bize?
18 Temmuz 2010 Pazar
Konser
16 Temmuz 2010 Cuma
Acı
Ben seni bağışlamadım sevgili. Hele bir başkasına, hiç bağışlamadım...
Küçük İskender
14 Temmuz 2010 Çarşamba
Elbette
"Bir simit alabilir miyim?" Başında şapkası, "bütün buralar benim" edasıyla tezgahın başında oturan adam, söylediklerimi soruya çeviriyor. "Bir simit mi istiyorsun?" Sanki yanlış bir şey söylemişim de, uyarmaya çalışıyor beni. Ne demek istediğini anlamaya çalışırken, simidi pakete sarıp uzatıyor. Kolay gelsin diyorum. Gülüyor.
Sevgililer dolanıyor sokaklarda. Yalnızlar daha kalabalık oysa. Onlar sadece dağınıklar. Gökyüzündeki parça parça bulutlara benziyorlar, her biri bir yerde. Ve akıllarında kimbilir neler. Uzanıp gidiyorlar yollara, yalnızlıkları kadar sessizler. Sokağın gürültüsüne bile aldırmıyorlar bak. İçlerindeki karmaşa yetiyor onlara. Ne zaman ki karşılaşıyorlar bir sokakta, yağmur yağıyor kurumuş topraklara. Özlenen toprak kokusu gibi gülüyorlar.
12 Temmuz 2010 Pazartesi
Gölge

İnsan kalabalığının henüz doldurmadığı o sakin deniz kenarında, bir bankın üzerine kurulup, bütün kötü olaylardan habersizmişim gibi izliyordum ufku. Ve güneş, her geçen dakika, yorgun gölgemi kaldırımda biraz daha uzatıyordu. Bana sorarsanız o karaltı, benden daha gerçek, daha cesur ve daha umutluydu. Dilinin döndüğünce ikna etmeye çabaladıktan sonra içimdeki huysuzu, "ne halin varsa gör" deyip, bırakıp gidecekti yine, sıkı sıkıya kavradığı ipin ucunu. Ve ben orada öylece, kimbilir neleri düşünerek yine ve üzülerek istisnasız hepsine, bir çıkış yolu arayıp duracaktım. Bütün yolların çıkışında bir bekçi gibi dikildiğimi bilirken üstelik...
Fotoğraf : Deniz KOÇAK
10 Temmuz 2010 Cumartesi
Gündökümü
Bardaklara çaylar dolduruldu, simitler koparıldı. Hatıralardan, içimizde saklı kalmış gizli acılardan katıldı yanına. Konuştukça daha bir koyuldu çayın rengi. Deniz köpürdü, köpürdü...
Kınalı ada'nın o sessiz sakin sokaklarında dolaşıldı. Denize karşı oturuldu uzun uzun. Sanki gelecek birini bekler gibi bakıldı uzaklara. Rüzgâr deli deli esti.
Vasati kırk çöpün topu topu üç sigara yakabildiğine de inanıldı. O üç sigaranın dumanı savruldu savruldu... Başımızda köpük köpük toplanmış o bulutlara karıştı. Artık biliyorum, onlar bulut değil. Efkârın dumanı.
9 Temmuz 2010 Cuma
Saklambaç
Bu şehirde bulunup bulunmadığı ayrımı yapılmaksızın, bir sürü sebze meyve yayılırdı ortalığa. Bir de, sanki Anadolu'nun ücra bir kasabasında yaşıyormuşuz da, bir türlü tadına varamıyormuşuz gibi, anneannemin o kolinin bir yanına mutlaka iliştirdiği çikolata. Her seferinde içinden çıkacağından emin olsak da, merakla bekler, ortaya çıktığında hiçbir zaman eksilmeyen o sevinci yaşardık yine.
Dün o sevince benzer bir şeyler hissettim, taa şuramda. Bir cümle, ufacık bir not ya da uzun, çook uzun bir yazı... ne fark ederdi ki. O sevinç bir yere kaybolmasın, ben bunu yaşadığımı unutmayayım diye yazıyorum bu satırları. Ve senden saklanabilmek için ya da bir tek sen bilesin diye saklandığım ağacın arkasını...
7 Temmuz 2010 Çarşamba
Unutmak
6 Temmuz 2010 Salı
Yeni
Akar akar...
4 Temmuz 2010 Pazar
Rüzgâr
2 Temmuz 2010 Cuma
Yaşamak bu yangın yerinde
BU YANGIN YERİNDE
Yaşamak bu yangın yerinde
Her gün yeniden ölerek
Zalimin elinde tutsak
Cahile kurban olarak
Yalanla kirli havada
Güçlükle soluk alarak
Savunmak gerçeği, çoğu kez
Yalnızlığını bilerek
Korkağı, döneği, suskunu
Görüp de öfkeyle dolarak
Toplanıyor ölü arkadaşlar
Her biri bir yerden gelerek
Kiminin boynunda ilmeği
Kimi kanını silerek
Kucaklıyor beni Metin Altıok
"Aldırma" diyor gülerek
"Yaşamak görevdir bu yangın yerinde
Yaşamak, insan kalarak"
Ataol Behramoğlu
28 Haziran 2010 Pazartesi
Gözü kara
Fal bakar gibi ellerimi inceleyişlerim son bulmuyordu hiç. Nar çiçeği rengi ojelerime bakıp bakıp ağlayasım geliyordu. Bu kadar güzel bir rengin dünyada oluşuna, bunca saçmalığın içinde o güzelliğin kayboluşuna ve daha da önemlisi, çölde görülen serap misali, güzelliklerin varlığından bir türlü emin olamayışıma ağlayasım geliyordu. Çatlamış duvarlarımdan sızıyordu yaşlar.
Alışkın hareketlerle siliyordum yaşları, nar çiçeği rengi ojelerin eşliğinde. Kafasını kuma gömdüğünde saklandığını sanan deve kuşları gibi, ıslandıkça rengi açılan gözlerimin, gittikçe karardığını düşünüyordum ben. Ağladıkça sanki kömür karası oluyordu gözlerimin rengi. Oysa çok mutlu olurdum, karalara bürüneceğine, "gözü kara" bir deyimin dengi olabilseydi.
25 Haziran 2010 Cuma
Haziran'da ölmek zor
Hep yüzünde kalmalı bu gülüş
Bu seni çağlara direnecek bir yontuya
Döndüren bu sevinç pırıltısı hep kalmalı yüzünde
Hep bu kadar büyük ve bu kadar güzel olmalısın
Bu kadar ölümsüz ve bu kadar olağan...
A.Timuçin

Bazı kelimeler gibi yaralıdır bazı mevsimler. Çünkü en sevdiğini sırtından bıçaklar gibi, kuşların cıvıldaştığı bir mevsimi seçer zamansız ölümler. Oysa vakit daha çok erkendir, bir şarkıyı yarım bırakmak için. Daha çok, çok erkendir, başka bir diyara göç etmek için.
Koca bir boşluk kalır geriye. Bir de sesinin demlendiği şarkılar. Başa döner, bir daha dinlersin aynı şarkıları. Ama hep eksik kalır bir şeyler. O eksiklikten gözünü ayırmadan devam edersin yaşamaya. Haziranın zulmünü, hiç unutmamacasına.
23 Haziran 2010 Çarşamba
Kahve
Kadıköy'e yanaştığımızda, yağmuru ardımda bıraktığımı sanmıştım. Ara sokaklarda dolaşıp durdum fırsattan istifade. Sanatçılar sokağının başında yeniden karşıladı beni yağmur. Sağa sola bakına bakına geçip kuruldum arkadaşımın dükkânına. Su bardağı ağzı genişliğinde bir seramiğe şahmaran çizişini izledim hayranlıkla. Tanışmamızı düşündüm. İzmir'in bir köşesinden gelip İstanbul'a yerleşmişti o. Bir sürü tesadüfün sonrasında da yollarımız kesişmişti. Her şeyin bir nedeni vardı elbet. Karşımıza çıkanın ya da çıkmayanın.
Uzun bir sessizlik olunca, başını kaldırıp, "ne oldu?" diye sordu. "Hiiç" dedim, "seni izliyorum" "Veee..." dedi, her ne düşünüyorsam onu öğrenmeden peşimi bırakmayacağını belirtmek ister gibi. "Vee..." dedim, "şu hayatın ne kadar garip olduğunu." "Bir kahve içilir şimdi bunun üzerine" dedi. "Tabii ya" dedim, "kahve!" Kahve, bu garipliği anlamlandıracak yegane şeydi belki de.
21 Haziran 2010 Pazartesi
Yağmur
18 Haziran 2010 Cuma
Yazmak...
Amin Maalouf/Yüzüncü Ad
Hatır
Gökyüzüne parça parça dağılmış bulutları toplayıp, köpüğüne katıyorum; sevdiğini kucaklar gibi iki yana açılan denizin. Bir tarifi olmalı diyorum, insana bir parçacık da olsa huzuru tattıran şeylerin. Gökyüzünün mesela, ya da mavinin. Bir anlamı olmalı insanın martılara bunca özenişinin. Suyun denizde böylesine romantik hâle gelişinin bir nedeni olmalı.
Ansızın hayatımdan çıkıp gidenlerin, bir fısıltı tonunda gelip içime yerleşenlerin hesabını tutmayı bırakmışken ve ölesiye yorgunken üstelik, aynalardaki suretin, umursamaz görünüp görünmediğini kontrol etmekten... Çoğunlukla bir yanılgıyla son bulsa da, yine de vazgeçememişken insanlara güvenmekten. Açık pencerelerin ceryanında, bir rüzgârla bu kadar duyguya dağılıp gitmenin; henüz yazılmamış, okunmamış, söylenmemiş satırlarda gizli bir sebebi olmalı. Ve bu dağınıklığı akla hoş gösterecek mutlu günlerin, ufacık bir hatırı.
17 Haziran 2010 Perşembe
Limonlu Dondurma
14 Haziran 2010 Pazartesi
Kayıpların ardından
Bazen her şey ne kadar mümkün geliyor insana. Küçücük, ufacık bir ışık, bir yanılsama gibi görünüp kayboluyorsa da, inanmak o ışığın varlığına... İnanmak işte, sebebi her ne olursa. Ve birilerine anlatmak, sana deli gözüyle bakmaları pahasına. "Ben demiştim" ukalalığına bürünmek için değil, sadece bakışlarındaki şaşkınlığı eklemek için mutluluğuna.
Yolları, aşkı, dostları, tam yitirildiğini sanırken karşına çıkıveren umutları, bir kavganın içinden çekip alır gibi kurtarmak karanlıklardan. Bırakıvermek, bu oyuna dünden razı içindeki çocuğun yanına. Ve şarkılar söylemek onunla birlikte, her şeyin sırrına erdiğini sanan o insanların inadına. İnanmak sevgili, her şeye rağmen inanmak önemli olan, bu dünyanın güzel bir yer olacağına.
Bu yaşıma geldim içimde bir çocuk hâlâ
Sevgiler bekliyor sürekli senden.
İnsanın bir yanı nedense hep eksik
Ve o eksiği tamamlayayım derken,
Var olan aşınıyor zamanla.
Anamın bıraktığı yerden sarıl bana.
Anıların kar topluyor inceden,
Bir yorgan gibi geçmişimin üstüne.
Ama yine de unutuş değil bu,
Sızlatıyor sensizliği tersine.
Senin kim olduğunu bile bilmezken.
Sevgiden caydığım yerde darıl bana.
METİN ALTIOK
11 Haziran 2010 Cuma
9 Haziran 2010 Çarşamba
Eksik
Rüzgâr akar gider,
aynı kiraz dalı bir kere bile sallanmaz aynı rüzgârla.
Ağaçta kuşlar cıvıldaşır :
kanatlar uçmak ister.
Kapı kapalı :
zorlayıp açmak ister.
Ben seni isterim :
senin gibi güzel,
dost
ve sevgili olsun hayat...
Biliyorum henüz bitmedi
sefaletin ziyafeti...
Bitecek fakat...
Nazım Hikmet Ran
3 Haziran 2010 Perşembe
Bırak dağınık kalsın
1 Haziran 2010 Salı
Eylül
yoksa hiç aklımda yoktu. /Yılmaz Erdoğan
Ben eylülde doğmalıydım. İncecik hırkalara sarınırken, ilkbahar ve yazda hoyratça kullanılmış ruhlar. Kış şehrinin uzağında bir sahil kasabasında, unutulmuş bir şarkıya eşlik eder gibi salınırken ağaçlar. Ve dallarından, her ne kadar imkânsız olduğu bilinse de, yine de zamansız sayılacak ayrılıklar gibi, teker teker dökülürken yapraklar.
Ben eylülde doğmalıydım. İlkbaharda adımlamaya başlamalıydım zamanı. Yazın laciverdine yetişebilmeliydim. Daha bir hazırlıklı olurdum o zaman, yaşayacaklarıma. Oysa bir kış çocuğuyum ben. Ne kadar sıcak olsa da hava, çare bulamıyorum işte, içimde kopan o zamansız fırtınalara...
Çizgi
Her tarafı cepli o kırmızı montumu gördüm yıllar sonra. Ceplerime soktuğum ellerim, yan yana gelmiş çocuklar gibi neşeyle dokunurken kalemlere, biliyordum, montun üzerindeki mürekkep lekeleri, bir tek annemi kızdıracaktı yine. Bense o kalemlerle, avucumdaki çizgilerin üzerinden geçmeye devam edecektim hep, bıkmadan. Çünkü sevmekten vazgeçmeyecektim hiç, kalemler kadar, lekeler ve çizgileri de. Ama yine de bilemeyecektim hiç, nerede saklanırdı başlangıçlar; ayrılıklar hangi kırık çizgilerin içinde? Ve ben, hangilerini belirginleştirmek için boyayacaktım kalemlerle?
31 Mayıs 2010 Pazartesi
Uçurtmayı vurmasınlar
Aynı avluyu adımlamak günlerce, senelerce. Ayakkabılarımın altına "özgürlük" yazmak, silindiğinde gerçekleşir belki diye. Ve senin, özgürlüğümü düşlediğini bilmek, gökyüzünden uzak, yıldızsız gecelerimde. Mükellef bir kahvaltının kokusuna ya da dolunayın gözüne ilişen ışığına uyanmayı dilemek; demir ranzaların çok uzağında. Sırf sen üzülme diye iyi olmaya çalışmak, sırf sen varsın diye katlanmak bütün bunlara... zor sevgili.
Nasılsın diyorsun ya... Nasılım ben de bilmiyorum işte, sen sadece bir fotoğrafken duvarda...