28 Eylül 2007 Cuma

Doluymuş, evet (!)

Güzel bir eylül gecesi. Dolunay var. Lacivert gökyüzü, ışıl ışıl ay, hava ılık. Zaten bu sıcaklıkların son demleri artık. Kısa bir mesafeyi eve doğru yürüyorum. Köyde akşam gidilen gezmelerin, dönüş yolculuğunu anımsattı bana, ay ışığıyla aydınlanan yol. Tepede ay ışığı, elimizde fener, toprak araba yolunda konuşa konuşa eve dönmenin hissi uyandı birden.
Buralardan kaçıp gitmek istedim yine. Daha giderken nasıl bir hüzne boyandığımı, bir haftada bile ne kadar özlediğimi, tanıdık, bildik yerleri görmenin huzurunu hiçbirşeye değişemeyeceğimi bir anda unutarak hemde.
Bir zamanlar oyunlar oynadığım, köşelerinde oturduğum, uzun zamandır da yanına yöresine uğramadığım sokaklardan geçtim. O kadar küçük göründü ki gözüme, “buralar böyle miydi?” demekten kendimi alamadım. Sanki çocukluk tarihimin geçtiği yerlerin maketiydi gördüklerim.
Geçen zamanın farkına varmanın en kolay yolu, büyüdüğün yerleri ve senden küçüklerin şimdiki hallerini görmek galiba. Çünkü ağzım açık kalarak bakıyorum, bir zamanlar parkta oyun oynarken sevdiğimiz, doğru düzgün yürüyemeyen çocukların şimdiki hallerine.
Zaman acımasız demiş miydim hiç? Ve hayatın zehiri de, panzehiri de o.
Çocukluğumun ahşap evlerinden eser kalmamış, apartmanlar, lüks müstakil evler cenneti olmuş buralarda. Eskilerden tanıdık, kaçamak bakış attığım, bir ev var sadece. Hep aklımın bir köşesinde olan birini barındıran. Hani ne içine girip konuşabildiğim, ne de önemsemeden yanından geçip gidebildiğim. Öylece ne yapacağımı bilemeden kalakaldığım.
Keşke diyerek başladığım, sonucuna suçluluk duygusu eklediğim içimden geçenleri, yerlerinde bırakarak devam ettim yoluma. Özetleyen iki satır var yalnızca, içimdekileri. Sunay AKIN’dan;
“İki rayı gibiyiz bir tren yolunun,
yakın olması neyi değiştirir, son istasyonun?”
Başında da, sonunda da aynı mesafede durduğun bir yol gidiyorduk. Hiçbir olay yakınlaştırmadı seni bize. Ve sonra başka yollara devam ettik, ayrılmadık.
Zaten biz hep ayrıydık.
Ama yine de dolunay var, güzel bir gece.
Biri bardağın dolu tarafına mı bak demişti?
Buyrun işte…

Eylül/2007

26 Eylül 2007 Çarşamba

Sükut altın mıdır ki?

Kızardım sana ve kızınca konuşamazdım. Bildiğin halde, inatla beklerdin anlatmamı. Bazen kızdığım o kadar önemsiz bir şey olurdu ki, beni yıkıp geçen, esir düştüğüm sinir dalgasına sebep göstermeye utandığımdan konuşamazdım. Anlamazdın, anlatamazdım bende.
Değişmedim hâlâ. Ve hâlâ anlamıyor kimse bu halimi. Kafamda beni kıskaca alan, ikilemlerde bırakan onlarca düşünce oluyor hep. Yapmak istediklerime gem vuran sorumluluklarım ya da vicdanım gibi. Söze dökülmeye sıra gelince anlatmaya değer görmediğim, o yüzden “anlatacak bir şey yok” diye geçiştirdiğim, fındık kabuğunu doldurmayan çelişkilerim, sorunlarım, zamanla altında ezildiğim dağlar oluyorlar.
Her şeye yetmeye çalışıp, bir anda, aslında hiçbir şeye yetemediğinin ayırdına varmak gibi bir his, tarumar ediyor inşa etmeye çalıştığım güven duvarını. Ya da yapman gereken başka şeyler varken, bunu yapman ne kadar gerekli diye didikliyor aklımı, vicdanım.
Orta yollar bulmaya çalışırken, bataklıkta çırpınır gibi kayboluyorum. Başaramıyorum, ince ince düşündüklerimi, aynı incelikle anlatmayı. Büyütüyorum içimde. Ve susuyorum. O çok söylenen atasözlerinden biriyle parlatıyorum suskunluğumu. Ama anlatmaya yetmiyor hiçbir söz, onca duyguyu...

Eylül/2007

24 Eylül 2007 Pazartesi

Kıyasa muhalefet...

Hangisi daha kolay anlatılır? Sevinç mi, hüzün mü?
İki tane yazı okudum az önce. Biri aşkı, biri yalnızlığı anlatıyordu. Yazan arkadaşım, hangisini daha çok beğendiğimi sordu. Yalnızlığı anlatımını daha çok beğenmiştim.
Aklıma mutlu olduğum anları nasıl anlattığım takıldı. “O kadar güzeldi ki, anlatamam.” “İnanılmazdı.” gibi hepimizin kullandığı kelimelerle, eksik bir anlatım mutluluğa ait olan.
Özlemi, boşluğu, kederi en küçük hücresine kadar anlatma çabamıza karşılık, sevinci anlatmaktan çok, dillendirmeden hayalgücüne bırakmak, ya bir korunma çabasının ya da insanoğlunun bu konudaki yetersizliğinin belirtisi. Acıyla o kadar yoğrulmuşuz ki, bunları anlatabilmenin bilgi ve kelime dağarcığına sahibiz. Ama mutluluk için böyle bir birikimimiz yok. Bu bireyin mi, toplumun mu yoksa ait olduğumuz kültürün mü bilinmezi acaba? Ya da hepsinin toplamına mı eşit eksiklikler.
“Kara gün dostu” diye bir sıfat var mesela. Bir yerde, bir insanın sevincini paylaşmanın, kötü gününde yanında olmaktan daha zor olduğunu okumuştum. Başka birinin sevinciyle sevinmek, üzüntüsüne ortak olmaktan daha yüce bir duygu ve insanlık ister bence de. Haset gibi, insanı özünden uzaklaştıran bütün olumsuz duygulardan arınıp, yanında olmak değerli olan. Kötü gününde yanında olmakta önemli tabiki.
Büyürken aklımıza yer eden herşey içinde var bu. “Çok güldük başımıza birşey gelecek.” var mesela. Öyle kabullenir, zamanla da öyle inanırız ki, bize aitlermiş gibi davranırız.
Öğretilmişliklere ekleye ekleye bulunduğumuz noktaya geldik işte. Bundan gayrı heybemize birazda mutluluk tasviri koyalım. Anlatabileceklerimizi kısıtlamak yakışmıyor bize.

Eylül/2007

21 Eylül 2007 Cuma

Şimdi ne olsa?

İçeri ışık sızmayan bir odada, gecenin sessizliğinde, seçtiğim müzikler olsa.
Tatlı tatlı esen rüzgarlı bir balkonda elimde kitabım olsa.
Ilık bir akşamüstü, sessiz sahilde, karşımda uçsuz bucaksız deniz olsa.
Kalabalıklarla uyum içinde oynanan halay-horon olsa.
Hayalini kurduğum yolculuklardan birinin başlangıcı olsa.
Güzel demlenmiş bir çayı, dostlarımla keyifle içebileceğim sakin bir yer olsa.
Havasını içime doyasıya dolduracağım, geceleri yıldızların ışıl ışıl görüntüsü altında uzanacağım karadeniz yaylası olsa.
İşte budur demeyi geçtim, galiba bu diyebileceğim bir sevgi olsa…

Eylül/2007

19 Eylül 2007 Çarşamba

Dansöz dünya

“Hiç kavga bilmez gülle yaprak
Hiç kıyar mı ağaca toprak”


Çok karmaşıksın, çok…
İçime hapsettiklerimi, haykıramayıp dertop ettiğim hüzünleri, çığlıkları, o karmaşanda, içinde öğütüp yok ediyorsun.
Sevip sevilmeyişlerin, sevilip sevmeyişlerin sonucunda, avucumuza koca bir yalnızlık bırakarak yoluna devam ediyor, ardına bakmıyorsun. Düzenine kurban ediyorsun iyi niyetleri, temiz duyguları. Sakınacak duygu, saklanacak yer koymuyorsun ki huzurla sığınalım. Kötülüğe bulanmışsın, kara katmanların var. Kirlendikçe güçleniyor, güçlendikçe sana riayet edecek yeni üyelere kavuşuyorsun.
Bir avuç azınlık hala yaşanabilir bir yer olman için savaşıyor, yel değirmenlerine karşı. Ve hala iyi kalabilmek, cesaret, direniş istiyor.
Yalansın dünya.

Eylül/2007

1 Eylül 2007 Cumartesi

Geldi sonbahar...

Sıcaklığı en son haddinde hissettikten sonra, önce sadece akşamları, giderek bütün gün esen rüzgarla yazdan uzaklaştık artık. Sonbaharı hırkalarla aldık omuzlarımıza.
Tertemiz, masmavi gökyüzünü, yazın o kendine has kokusunu, geç inen akşamları özleyeceğim yine.Her ne kadar gereği gibi davranmıyor olsa da mevsimler, sonbaharın, kışın değişmezleri var hala. Önce yapraklar düşecek mesela, yalnız kalacak ağaçlar. Güneş gözükmek için nazlacak, daha sert esecek rüzgarlar.
Kış doğumlu biri olarak, hiç sevmedim karanlık, kasvetli havaları. Ruhuma arabesk bir melodi gibi dokunur böyle havalar. Ve sanırım ki, hiç bitmeyecek bu mevsim. Güneş o kadar cıvıl cıvıl olmayacak, akşam üzerleri o tatlı duyguları uyandırmayacak birdaha.
Birkaç ay sonraysa ben bir yaşımı, dünya ise bir yılını geride bırakacak. Dünya için küçük ama benim için büyük bir adım bu
Umutlardan, iyi dileklerden bir şal yapıp almalıyım omuzuma. Bu sonbahar, ihtiyacım olacak zira.

Eylül/2007