30 Eylül 2009 Çarşamba

Nasıl olsa her şeyin...

Başka hayatları okuyorum kelime kelime. Artık günün sona ermesi gerektiğini düşündüğüm anda, uzanıyorum geceye. Gecenin sessizliğinden uzak tutmak için ruhumu, kimi zaman ne dinleyeceğime karar veremeden geçiriyorum saatleri. Ama bu akşam takılıp kalıyorum birine. "Nasıl olsa her şeyin, zamanla sonu yok mu?" diye soruyorum, Zeki Müren'in ardından.
Okuyor, dinliyor ve becerebildiğim kadar yazıyorum, içimi kuşatan kelimeleri. Ama bazıları, taşı sevgiyle saran yosun gibi çöreklenmiş yüreğime; anlatamıyorum. Ya da anlatsam da hep eksik kalıyorum.
Yaşadığım hiçbir şeyden pişman değilim aslında. Acı-tatlı her anı kabulüm. Mutluluk kırıntıları uğruna, yaptığım yanlışlar bile. Bütün hesaplarımı görmüşüm çünkü kendimle. Hep figüranı olduğum hikâyelerden miras bir burukluk bu. Oysa nasıl da biliyorum, her şeyin zamanla sonu olduğunu...

28 Eylül 2009 Pazartesi

Bir gece vakti...

Akşamın karanlığı çöker; günün aydınlığını, eski sevgilileri gibi unutuveren şehrin üzerine. Rüzgâr dolaşır, henüz rafa kalkmamış yaz kıyafetlerinin, açıkta bıraktığı teninde. Ürperirsin... Beklediğin dostların gelir, sarılırlar. Sözleriyle ısınıverirsin.
Çaylarınızı yudumlarsınız, özenle kurduğunuz masada. Aileden, işten, günün o saatinde kayda geçmesi gereken, gün sonu hesaplaşmalarından katık edersiniz, çayın yanına. Geçirdiğin hiçbir zamanın, o an kadar olağan ama bir o kadar da özel olamayacağını hissedersin konuşurken.
Saatler ilerler, muhabbetinizle beraber. Güldükçe kırışır göz kenarlarınız, ağladıkça ıslanır. Ne kahkahalar, ne yanağınızı yakan yaşlar değildir aslında sizi ilgilendiren; baktığınız gözlerdeki ışıktır. Konuşmanın bir yerinde, hatırlamaya bile cesaret edemediği anıları, anlatmasa da gönlünden dışarı sızdıran rahatlıktır.
Müzikler dolanır tüm anlatılanların başucunda; eşlik edersiniz hiç düşünmeden. Çünkü düşünülecek başka şeyler vardır. Çıkış yolunu bulurum sandığınız çıkmaz sokaklarda, sizi gezindiren...

25 Eylül 2009 Cuma

Bir kendim, bir ben

Odaların ışıklarını yaktım birer birer; sırf sen korkmayasın diye. Karanlıkta büyümüş bir çocuğun, gereksiz telaşıydı bu belkide.
Yapraklardan tabak, gazoz kapaklarından bardak yapıp, oturduk bir masanın iki ucuna. Eskiye dair ne varsa içimde, tatil yörelerinden hatıra süs eşyaları ya da zamanla aşınıp şekil değiştirmiş kaya parçaları gibi, ortaya seriverdim hepsini, bir gece yarısı. Anlatmaya koyulmuşken kendimizi, çocuklar gibi sakınmasız; bu dünyanın ne kadar güvenilmez bir yer olduğunu unutuverdik. Sevgi ve güven üzerine kuruldu bütün cümlelerimiz.
İlkokul çağlarının anket defterlerini süsleyen, zoraki söylenmiş samimiyetsiz sözcükler gibi, hayatımızı yok yere işgal eden sözleri çıkarıp attık hayatımızdan. Her seferinde ders alıp, her yeni adımda nasılsa aynı hataya düşeceğimiz olasılıkları da. Uzun sessizlikler oldu kimi kelimelerin arifesinde. En doğru tanımlamayı aranıp durduk. Bazen de bildiğimiz kelimeleri, öylece sustuk. Ve buğulu gözlerle tamamladık, yarım kalan kimi cümleleri.
Tüm gece boyu, kendime anlattım içimdekileri. Ve bir yabancı gibi dinledim söylediklerimi. Ağzımdan çıkanı kulağım duydu. Kulağımın duyduğuna da, şahit yazdım ruhumu...

24 Eylül 2009 Perşembe

Bayram

Kararsız bir gökyüzü altında ağardı gün, aydınlandı. Bayram dedi birileri, elimi uzattım. Bayram dedim içimden. "Beni tanıdın mı?" diye soran birine cevap vermeden evvel, gülümseyerek zaman kazanmaya çalışır gibiydim. Hatırlayamadım?
Yeni kıyafetleri, heyecanlı uykuları, harçlıkları, kalabalıkları anımsar gibi oldum bir ara ama... Hayallerini gerçek sanmaya başlayan biri olmaktan korktum.

11 Eylül 2009 Cuma

Yağmur sesi

Biliyor musun, ne zaman yağmur sesi duysam ben, köy evinin ahşap çerçeveli yarı açık penceresinde, yemyeşil bir uzaklığa baktığımı düşlerim. Çünkü orada, hiçbir müzik aletinden duyulamayacak kadar naif, kimi zamanda bir o kadar serttir yağmurlar.
İnsan, hatıraları olmasa yaşayabilir mi?
Geçen sene dönüş yolculuğumun bana armağan ettiği, otobüs camında gözden yitirinceye değin izlediğim o görüntü olmasaydı, yine bu kadar eksiksiz kurabilirmiydim yolculuk hayallerimi? Upuzun, kıpır kıpır bir deniz üzerinde salınıp duran sandal, ufkun kızıllığında gölge oyunu oynuyordu. O kızıllıkta birçok şey vardı üstelik. Ardımda bıraktığım sevdiklerim, kavuşma heyecanına kapıldığım şehrim, dostlarım. Hüzün ve sevinç karmaşasının hediyesi, buruk bir tad vardı damağımda. Her saniye uzaklaştığım o şehrin bir meyvası gibi. İşte o buruk tadı hatırlatıyor bana yağmur sesi.

10 Eylül 2009 Perşembe

Bir yer bul, otur önce

Kişileri değişen kalabalıklarda, konuları pek de değişmeyen konuşmaları sürdürüyoruz. Ardı arkası kesilmeyen cümleler, arada bir çınlayan kahkahalar uzayıp gidiyor. Bazen ilgisiz oluyorum konuya, bazen, sadece dinlememi gerektirecek kadar bilgisiz. Ama bazen hiçbir sebep yokken ortada, öylesine sessiz.
Sağa sola savrulan topları takip eder gibi, dudaklardan sızan kelimeleri takip ediyorum. Konuşmanın bir yerinde yolunu şaşırıyor top, gelip çarpıyor bana. "Niye konuşmuyorsun?" diyorlar.
"Niye konuşmuyorum?" Kendime defalarca sordum aslında bu soruyu. Ne zaman sorulsa bu soru bana, yerli-yersiz ben kendime sorsam ya da; daha da sessizleşiyorum. Karanlık bir kuyuda bir şeyler aranır gibi oluyorum çünkü. İçimde bir mücadele başlıyor çoğu zaman, bu sorunun ardından. -Hadi bir cümle de sen kur. -Ne söyleyeyim. -Ne bileyim, söyle bir şey işte.
Toplum baskı kuruyor üzerimizde. Onlar herkesi aynı görmek isterken, siz, bu istekleri yüzünden, kişiliğinizi bir problem olarak görmeye başlıyorsunuz, gereksiz yere. Ne istediğinizin, ne hissettiğinizin bir önemi olmuyor ama, suskun kalmanızın önemi giderek artıyor.
Belki daha ilk dakikadan içinizdeki her şeyi anlatmak istediğiniz insanlarla da tanıştınız. Belirleyici bir nedeni olmasa da, saatlerce konuştunuz belki onlarla. Bazılarıyla bu noktaya gelmek için belki zamana ihtiyacınız var, belki de üzerinizdeki gerginliği atmaya. Ama nedenlerin önemi yok kalabalıkların dünyasında. Kesin bir yargıya varmak için beklemeye de gerek yok. Yok mu gerçekten?

9 Eylül 2009 Çarşamba

İnsanca yaşamak

Koşarsak yetişiriz sanıyoruz, daha hızlı hareket edersek bitiririz... Ama olmuyor işte, gün bitiyor... Yarım kalmış işlerin arasına sıkışmış, bir yanı eksik insanlar olarak dönüyoruz evlerimize. Bazen insan demeye dilim varmıyor türümüze ya, bir ismi söyler gibi yineliyorum ara sıra. Alelacele ya da özenle hazırlanmış sofralarda, ülkeden haberler alıyoruz, karanlık çökünce. Trafik kazalarını, ufak tefek yangınları aperatif olarak sunuyorlar; felaketleri, terörü ana yemek. Arkası yarın kuşağı gibi, her gün bir başka ayrıntısıyla rengarenk boyanan cinayetleri ise tatlı niyetine. Nasıl alışıyoruz bu ülkede her şeyin normal olabileceğine?
İnsanca yaşayabilmenin açılımını yapabilseydik önce. Kürt, Türk, Laz, Çerkez, Alevi, Sünni, hatta kadın erkek demeden, insanca yaşamanın hakkı olduğunu bilseydi herkes. Zaten bizden çaldığıyla lütfedip bir parça ekmek verdiğinde, yüzüne tükürebilseydi mesela...


8 Eylül 2009 Salı

Ruhum bedenime dar

Ne ruhum bedenime sığabiliyor, ne de bedenim şu dört duvara. Sokaklara atıyorum kendimi, bir umutla. Yağmur yüklü bulutlar geçiyor başucumdan. Kimi zaman mağrur bir hanımı, kimi zaman bir külhanbeyini andırıyor yere düşen damlalar.
Aynalara yansımasını istemediğim, silik bir hüzün var içimde. Bembeyaz kağıtlara yazılmış, silinip silinip değiştirilmiş kelimelerin, birbirine karışması gibi, bütün duygularım karışıyor birbirine.
Üzerine defalarca yazılmış o kağıda yeniden yazmak için, eski hikâyelerden birkaç kelime ödünç almak istiyorum; olmuyor. Yağmur yağıyor yürüdüğüm sokaklara. Ben en çok, yağmur sonraları yürümeyi seviyorum oysa...

4 Eylül 2009 Cuma

Bir eylül akşamı

Caddenin kalabalığını aşmaya çabalıyoruz, istikrarlı adımlarla. Ne tarafa yürüsek üzerimize geliyor kalabalık. Bir mantık hatası mı yapıyoruz acaba?
Otuz derecelik açılarla, kolları ile vücutları arasına sıkıştırdıkları soru dolu kağıtları, burnumuza dayıyor, adım başı birileri. Yeni sorulara değil, kafamızdaki soruların cevaplarına ya da en azından yardımcı olacak ipuçlarına ihtiyacımız var. Kimisi başka yöntemler deniyor, eline tutuşturulan soruları üzerimize yıkmak için. "Çok güzeliz bugün" diyerek yanaşıyor yanıma. Hiç yapmayacağım bir şey olmasına rağmen, koluna girip gerçekten böyle mi düşündüğünü sormak, ve hatta bunu kimseden duymadığımı söylemek istiyorum, kendimi acındırarak. Amacı bir anlık şaşkınlığımdan faydalanıp sorulara başlamak ya hani, aynı şaşkınlıktan faydalanıp kurtulurum belki sorularından.
Oturduğumuz mekânın bütün görüntüsüne hakim bir noktadan, insanları izliyoruz; eylül serinliğinin ürperttiği kollarımızı kavuşturarak. Birbirimizin yaşadıklarının tanıkları olsak da, anlam veremiyoruz tükettiğimiz zamanlara. Sırasında kendimize bile itiraf edemediklerimizi, çözümlenen düğümlerin ardından çıkarıyoruz ortaya; kötü demlenmiş çaylar eşliğinde. Tüm konuşmalarımızın üstüne, "aşk bu mu, sevda bu mu, hayat bu mu" diyor sahnedekiler, sırtımızı sıvazlar gibi. Bütün nağmeleriyle eşlik etmeye başlıyoruz şarkıya. Sanırsınız o şarkıya eşlik etmekle ulaşacağız, aradığımız cevaplara...

1 Eylül 2009 Salı

Sermayem derdimdir, servetim ahım.

Temmuz sıcağıyla ağırlaşan havayı yararak, işaret parmağını yüzüne savruyor adam. Bazı insanların lunapark aynalarına sahip olduğunu düşünüyor o sıra. Bu adamın etrafını kuşatan aynalar, kendinden başka herkesi görünmez kılıyor. Ve dolayısıyla haklarını da. Oysa o, her şeyi yıkıp dağıtmak, acizliğine uydurmaya çalıştığı kılıfın, gülünesi halini o aynalarda görünür kılmak istiyor. Dakikalar boyu kendini sakinleştirmeye çabalıyor. Başarısız olsa da çabalıyor en azından.
Çalan telefon onu konuşmaya çağırmak için muhtemelen. Odasına gittiği adamın aynalarında ise, sadece paraya çevrilebilir nesneler görünüyor. Huzursuz devinimlerle giriyor odaya. Önemsemez bir tavırla, yüzü cama dönük adamın. Sizi dinlemeyeceğini bildiğiniz birine, bir şeyler açıklamaya çabalamanın zorluğunun farkında olarak, olayı anlatmaya çalışıyor; sürekli sözünü kesmesine aldırmadan. Adam, bir hakim gibi, elindeki tokamağın gür sesine boğuyor odayı. Vardığı kararda bir ortak noktaları var aslında. İkisi de eksik bir şeylerden bahsediyorlar ama, konuları başka!
"Babanla ayrı yaşıyordunuz değil mi?" diye soruyor ansızın. Sorudaki aldatmacayı çözümlemeye uğraşırken, şaşkın şaşkın "evet" diye yanıtlıyor onu. "İşte bu yüzden!" diye devam ediyor sözüne adam, riyakârca. "Büyüğe saygıyı öğrenememişsin bu yüzden."
İçinden taşan öfke boğazında düğümleniyor, gözünde bir damla yaş beliriyor. Bu kadar gafil avlandığı ve bu konuda hâlâ bu kadar hassas olduğu için öfkeli en çok da. Bu kırılgan hâline lanet ederek toparlanıyor ve aklında dönüp duran bir iki cümleyi söyleyerek çıkıyor odadan. Bir ayna da o edinmek istiyor şimdi; tüm yaralarını görünmez kılanından...