9 Şubat 2014 Pazar

Ağlamıyorum

"Ağlamayacaksın değil mi?" diyor. Gözlerim buz tutmuş birer nehir, "ağlamayacağım" diyorum. Aklıma eski anılar geliyor.
Küçücük bir çocuğum. Annemle köye, anneannemlere gitmişiz. Bir süre orada kalmam gerektiği için annem beni bırakıp dönmüş. Beni oyalamak için bağ-bahçe gezdiriyorlar o sıra. Geri döndüğümde annemi bulamıyorum. Beklediğini, ama ben gelmeyince dönmek zorunda kaldığını söylüyorlar. "Keşke biraz daha bekleseymiş" diyorum, ağlamıyorum.
İlkokul üç ya da dördüncü sınıftayım. Çok fazla arkadaşım yok. Daha doğrusu var da, onun gibisi yok. O da kalkıp başka bir şehre taşınıyor. Her şeyin adaletsiz olduğunu düşünmeye başlıyorum. Ayağımı yere vura vura ağlamak istiyorum. Evlerinin önünde vedalaşıyoruz. "Tatilde gezmeye gelirsin" diyor annesi. Kelimelerin anlamını bilmiyormuş gibi birbirimize bakıyoruz. Sonra da birer suçluymuş gibi yere. "Ağlıyor musunuz?" diyor, kim olduğunu tam kestiremediğim bir ses. "Ağlamıyorum" deyip, koşarak uzaklaşıyorum.
Güneşli bir bahar günü, çalan telefonu korkarak açıyorum. Öyle korkarak ki, ne "alo" çıkıyor ağzımdan, ne de başka bir söz. Açıp bekliyorum öyle. Anneannem vefat etmiş, beni yoldan arıyorlar. Evde kalıp kardeşimle ilgilenmemi istiyorlar. Üzerimde mavi bir gömlek var. İnsan mavi gömlek giydiği günler kötü haberler almamalı. Hele de bir bahar günü. Ama alıyor işte. İşten izin alıp eve gidiyorum. Tencereye yağ, un koyup helva kavurmaya başlıyorum. Kardeşim geliyor mutfağa, "ağlıyor musun?" diye soruyor. "Ağlamıyorum" diyorum.
Durup yüzüme bakıyor ben tüm bunları düşünürken. Gözümdeki nehirlerin çözülmesinden korkuyorum. Bir ağlamaya başlarsam hepsine, her şeye birden ağlamaktan korkuyorum. Bunların hiçbirini ona anlatamadan başlayacak bir sağanağın altında kalmaktan en çok da. Ama ağlamıyorum. Çünkü karşımda deniz var. Çünkü bütün nehirler, şimdi olmasa bile elbet bir gün denize dökülecekler, bunu biliyorum.

5 Şubat 2014 Çarşamba

Hafıza

"İnsan yalnızlığın acemisi oldu mu, her yerde belli ediyor kendini" diye düşünüyordum, ütüsü çift şeritli bir yoldan hâllice gömleğine bakarken. Böyle anlarda gereksiz bir şefkat dalgası sarıyor içimi. Hani nerdeyse "çıkar, iki dakikada ütüleyeyim" diyeceğim. Demiyorum tabii. Pencereden bakıyorum onun yerine.
Dışarıda unutulmuş bir sonbahar sabahı var. Dün yaşanan yazdan kalma havayı, yeni doğmuş kardeşini gören bir çocuk gibi kıskanmış, yüzünü karartmış bir sabah. Çıkıp biri elinden tutmalı, "gel bak" demeli. Çünkü kardeşimi ilk gördüğümde bana öyle yapmışlardı. Yanımdaki devinimi fark edince çeviriyorum birden başımı. Kucağında bebek olan bir kadına yer vermiş, gidip çaprazımızda bir yerde durmuş. Sanki düşündüklerimden haberdarmış gibi bir gülümseme var yüzünde. Hem utangaç, hem affetmiş, hem de bu ilk değilmiş gibi. Hiç öyle bir gülümseme gördün mü ömründe bilmiyorum. Umarım ölmeden bir defa olsun rastlarsın öyle bir gülümsemeye.
Ben gözümü daha ondan ayırmamışken, yanımdan küçücük bir elin bir kuş misali omzuna konduğunu gördüm. Ben başımı çevirene kadar annesi çekti hemen. Elimi uzattım ben de, koydu ellerini avcuma. Hâlâ bir bebeğin bu kadar küçük elleri olmasına şaşırıyorum, yalan değil. Belki de bu yüzden şaşkınlıklarımın çoğundan kimseye bahsetmiyorum. Söylersem gülecekler bana da, "hadi canım" diyecekler... desinler. Ama yine de söylemiyorum.
Bir sonraki durakta iniyor. Ardından bakıyoruz annesinin kucağındaki bebekle birlikte. O yolu daha önce yürümüş gibi ilerliyor adımları. Bir yolu daha önce yürümüş insanları tanırım. Aynı yolu birkaç kere yürümüş her insan, kendi gibi birini tanır zaten kolaylıkla, konumuz bu değil. Bugünden sonra, dönüp duracak bir görüntü daha var artık hafızamda. Ama konumuz bu da değil. Asıl ben hafızamdaki bu kadar görüntüyle ne yapacağım bundan sonra?