Yalnızlıklarına, kadınlıklarına, çocukluklarına, annelerine, hayata... Hep birlikte ne varsa yani, o bütüne ağlanır. Yoksa dizdeki yara değildir ne de kalpteki kırık. Hep kırılmasına ağlanır, hep düşülmesine, hep ama hep aynı şey olmasına... Niyesine ağlanır bunların. Bir büyük trajediye. Her bir küçük yara eklendiğinde eski izlere, bütün bu yara zincirine ağlanır. Her ağlama bu zincire bir anne sarılmasıdır. "Gel bakiiim sen buraya"dır o, "nasıl kıymışlar benim güzel kızıma?"dır. Bu yüzden sebebi sorulduğu anda hikâye anlatılamayacak kadar uzundur. Kelimeleri birbirine karışmış bir eski keder. Belki de aynaya bakıp, gösterip aynadaki görüntüyü, "Buna ağlıyorum işte," denmelidir, "bunun tamamına!"
Bir mevsim, üşüten rüzgârlar eşliğinde gelip kuruluyordu, pencere önündeki çiçeklerin çırpınan yaprakları üzerine. Ve hayatın karmaşasını içeri buyur eden pencereler kapanıyordu bir bir, evler artık kendi iç sesini dinlemeye başlasınlar diye. Yağmur, yanyana geldiğinde dünyayı unutan çocuklar gibi gülüşerek yağmaya başlıyordu o sıra. Yapraklarının yeşili henüz tam olarak solmamış ağaçların kollarına dokunup, usulca yere iniyordu sonra. Radyoda en sevdiğim parça çıkmış da sesini açmaya çalışırmışım gibi aralıyordum ben de pencereyi, aydınlığının karanlığa karıştığı bir pazar gününün tam ortasında. Hafif bir uğultunun ardından sakinleşip tekrar yağmaya başladığında yağmur, usul ve inceden; aynı şarkıyı dinlemek için geri sarıp durduğum kasetleri hatırlatıyordu bana. "Bir insan bir şarkıyı ard arda kaç kere dinleyebilir?" diye soruyordum kendime. İnsan bir şarkıyı niye dinler ki defalarca? Bilemezsin bazen. Yağmurun yavaşlattığı hayatın, insanı belirginleştiren grisine hayran hayran bakarsın yalnızca. Cıvıl cıvıl renklerin içinde kaybolan, kendini unutan insanların, hayatın telâşından kurtulunca nasıl da görünür olduklarına inanamazsın. Bir mucize gerçekleşmiş gibi kalakalırsın öylece, bir pencerenin köşesinde. İnsanların yolculuğa neden hep cam kenarını yakıştırdıklarını daha iyi anlarsın. Bütün pencereler daha çekilir kılar çünkü hayatı, gördükleri hiç birbirine benzemese de.
Bazen soluklanmaya, bazen de biriktirdiklerimi anlatmak için soluk soluğa geliyorum bu sayfaya. Yazarken barışıyorum kendimle. Ve gerektiğinde, ardımda kalanlara yabancılaşıyorum. Birilerinin okuduğunu bilmek, kimi zaman utandırıyor beni. Kimi zaman da söylediklerimi cümle âlem duysun istiyorum, bir tellâl gibi. Harflerim ekranda anlamlı-anlamsız izler bırakıyor... Ve ben, tüm bu izleri seviyorum...
Tülay Şahin
Bu aralar okuyorum.
Öyle Miymiş? / Şule Gürbüz
Bu aralar izledim./Bale
La Corsaıre
Bu aralar izledim./Tiyatro
Tesir / SBR Tiyatro
Bu aralar izledim./Tiyatro
Grönholm Metodu / Ankara DT
Bu aralar izledim./Tiyatro
İkinci Bölüm / DT
Bu aralar izledim./Tiyatro
Cyrano / Şehir Tiyatroları
Koyverdun gittun bizi...
Elbette mümkün değil ama, her şey gönlünüzce olsun. Neden olmasın? Kazım KOYUNCU
İyi dilekler
Yüzüne bakıldığında neden hapşıramaz insanlar, bilmiyorum. Ama hapşırdığımda, "iyi yaşa" demeden çevremdekiler, bir alacağı tahsil eder gibi, gayet ciddi bir ifadeyle, "sen de gör" demekten mutlu oluyorum. Ve aynı anda yüzlerine yayılan, bazen mahcubiyetle karışık, bazen hınzır bir çocuğu andıran o gülücüğü görüp, onlara eşlik etmekten. Şu hayata inat, seviyorum iyi dilekleri ben.
O yüzden diyorum ki sana, güzel olsun her şey... hatta çok güzel olsun. Ama kötü de olsa yaşananlar, bıkma yine de anlatmaktan. Sen anlat ve her şey buhar olup uçsun.
Maviyi, yeşili, yaz akşam üzerlerini... İstanbul'u, Giresun'u ve deniz kenarlarını... dilediğimde yalnız kalabilecek kadar uzak, gerektiğinde, elimi uzatıp, kalabalığa karışacak kadar yakın; her ayrılıkta hüzünlenip, dönüşünde çocuklar gibi mutlu olduğum bu şehirde yaşamayı... kitapları, dostları, içten gülümseyen insanları... müzik dinlemeyi, umut etmeyi, insanları sevindirmeyi... hayâl kurmayı, mektupları, yolculukları... hatta, hatta yalnızlığımı...