18 Aralık 2012 Salı

Telefon

İnceden bir yağmur yağmaya başlamıştı ben sokağa çıktığımda. Saat, en kötü ihtimalle, bir akşam yemeği sonrasına denk düşüyordu, ışığı yanan evlerin misafir odalarında. Ya da düşmüyordu, bilmiyordum. Ama soğuktu hava. Sokak lambalarının aydınlattığı, kedilerin amansız bir umursamazlıkla dolaştığı kaldırımların hepsini geçiyordum, taşların renklerini hiç birbirine karıştırmayarak. Önce griler, sonra pembe, önce griler...
Her şeyin bir anlamı mı olmalı illâ? Yoktu. Belki de hiçbir şeyin anlamı yoktu o akşam. Benimle öyle önemsemez konuşmanın mesela. Sorduğum soruya, pencereye yansıyan gölgen dışında bir karşılık bulamayışımın. Ya da ne bileyim, o gün içtiğim çaylardan hiç tad alamayışımla, durduk yere elimin sigaraya uzanışının. Yok yok, öyle olmalı mutlaka. Önce griler, sonra pembe. Önce griler...
İşte ben böyle önemli bir mevzu üzerinde ağır adımlarla ilerlerken çaldı telefonum. "Açmayayım" dedim kendi kendime, "çalar çalar susar" En son böyle yağmurlu bir günde çalan telefonda pek de güzel bir haber vermemişti arayan. Yağmurlu günler, kaldırımlar, çalan telefonlar... "Şairin elbet böyle bir anla ilgili de söylediği  iki çift sözü vardır" dedim kendi kendime. Yani yalnız değilimdir. Ama emin olamadım. Bir şair ne bilsin ıslanmış kaldırımların renklerinin anlamsızlığını. Bir renge elli çeşit elbise giydiren adamlar... Çalan telefonla kesilen cümlemi atıverdim mazgaldan aşağıya. Öyle bir cümle bana bir daha lazım olmazdı nasılsa. Telefon çaldı yine... sonuna kadar.
Sokağın ana caddeye açılan köşe başında durdum bir müddet. Kalabalıkta annesini kaybetmiş bir çocuk kadar şaşkın, etrafıma bakınarak. O çocuğun annesini kaybettiğinden emin olmayı beklemesi gibi, etrafta kimsenin olmadığından emin olup da, ağlamaya başlayana kadar...