28 Haziran 2010 Pazartesi

Gözü kara

Dertli türkülerin kör kuyularında yıkanıp, gittikçe kararan gecenin bir yerine tutunmaya çalıştı gözlerim. Ne yana baksam durulmuyordu süzülen damlalar. Ne yana baksam, bütün renklerinden sıyrılıp kararıyordu.

Fal bakar gibi ellerimi inceleyişlerim son bulmuyordu hiç. Nar çiçeği rengi ojelerime bakıp bakıp ağlayasım geliyordu. Bu kadar güzel bir rengin dünyada oluşuna, bunca saçmalığın içinde o güzelliğin kayboluşuna ve daha da önemlisi, çölde görülen serap misali, güzelliklerin varlığından bir türlü emin olamayışıma ağlayasım geliyordu. Çatlamış duvarlarımdan sızıyordu yaşlar.

Alışkın hareketlerle siliyordum yaşları, nar çiçeği rengi ojelerin eşliğinde. Kafasını kuma gömdüğünde saklandığını sanan deve kuşları gibi, ıslandıkça rengi açılan gözlerimin, gittikçe karardığını düşünüyordum ben. Ağladıkça sanki kömür karası oluyordu gözlerimin rengi. Oysa çok mutlu olurdum, karalara bürüneceğine, "gözü kara" bir deyimin dengi olabilseydi.

25 Haziran 2010 Cuma

Haziran'da ölmek zor

...
Hep yüzünde kalmalı bu gülüş
Bu seni çağlara direnecek bir yontuya
Döndüren bu sevinç pırıltısı hep kalmalı yüzünde
Hep bu kadar büyük ve bu kadar güzel olmalısın
Bu kadar ölümsüz ve bu kadar olağan...
A.Timuçin




Bazı kelimeler gibi yaralıdır bazı mevsimler. Çünkü en sevdiğini sırtından bıçaklar gibi, kuşların cıvıldaştığı bir mevsimi seçer zamansız ölümler. Oysa vakit daha çok erkendir, bir şarkıyı yarım bırakmak için. Daha çok, çok erkendir, başka bir diyara göç etmek için.
Koca bir boşluk kalır geriye. Bir de sesinin demlendiği şarkılar. Başa döner, bir daha dinlersin aynı şarkıları. Ama hep eksik kalır bir şeyler. O eksiklikten gözünü ayırmadan devam edersin yaşamaya. Haziranın zulmünü, hiç unutmamacasına.

23 Haziran 2010 Çarşamba

Kahve

Yağmur, nefessiz konuşan insanlar gibi hızlı hızlı yağmaya başladığında, vapurun damlalarla kaplanan üst kat camından, puslu görünen şehre bakıyordum. Üzerinden su damlayan şemsiyemle, alelacele oturmuştum oraya. Nerede olduğunun sonradan farkına varan insanlar gibi, vapurun içinde dolandı gözlerim. Herkes bir yerlere dalıp gitmişti.
Kadıköy'e yanaştığımızda, yağmuru ardımda bıraktığımı sanmıştım. Ara sokaklarda dolaşıp durdum fırsattan istifade. Sanatçılar sokağının başında yeniden karşıladı beni yağmur. Sağa sola bakına bakına geçip kuruldum arkadaşımın dükkânına. Su bardağı ağzı genişliğinde bir seramiğe şahmaran çizişini izledim hayranlıkla. Tanışmamızı düşündüm. İzmir'in bir köşesinden gelip İstanbul'a yerleşmişti o. Bir sürü tesadüfün sonrasında da yollarımız kesişmişti. Her şeyin bir nedeni vardı elbet. Karşımıza çıkanın ya da çıkmayanın.
Uzun bir sessizlik olunca, başını kaldırıp, "ne oldu?" diye sordu. "Hiiç" dedim, "seni izliyorum" "Veee..." dedi, her ne düşünüyorsam onu öğrenmeden peşimi bırakmayacağını belirtmek ister gibi. "Vee..." dedim, "şu hayatın ne kadar garip olduğunu." "Bir kahve içilir şimdi bunun üzerine" dedi. "Tabii ya" dedim, "kahve!" Kahve, bu garipliği anlamlandıracak yegane şeydi belki de.

21 Haziran 2010 Pazartesi

Yağmur

Ezberlenilmiş hayatların kenarı kıvrılmış sayfalarında, altı çizilmemiş satırlarda saklıydı rüzgârlarım. Ve ne zaman bir düşün peşine takılıp gitsem, hiç hesaba katılmamış mevsimsiz yağmurlar oluyordu tek sığınağım. Yurdundan ayrılıp, toprağa kavuşmak için acele ediyordu damlalar. İşte o zaman anlıyordum, niye en çok koşarken ıslanıyordu insanlar.

18 Haziran 2010 Cuma

Yazmak...

"Başkaları konuştukları gibi yazarlar, ben sustuğum gibi yazıyorum."
Amin Maalouf/Yüzüncü Ad

Hatır

Ferahlatıcı bir rüzgârın kollarındayım bu sabah. Bir vapur düdüğü tadında düşler kuruyorum. İskelede kalan yolculara, hiç de âlâkaları yokken bakışlarını vapurda dolandıran insanlara el sallar gibi, umursamaz buluyorum kendimi; içimdeki korkulara. Üstüm-başım, yüzüm-gözüm maviye boyanıyor, her kulaç boyunda.
Gökyüzüne parça parça dağılmış bulutları toplayıp, köpüğüne katıyorum; sevdiğini kucaklar gibi iki yana açılan denizin. Bir tarifi olmalı diyorum, insana bir parçacık da olsa huzuru tattıran şeylerin. Gökyüzünün mesela, ya da mavinin. Bir anlamı olmalı insanın martılara bunca özenişinin. Suyun denizde böylesine romantik hâle gelişinin bir nedeni olmalı.
Ansızın hayatımdan çıkıp gidenlerin, bir fısıltı tonunda gelip içime yerleşenlerin hesabını tutmayı bırakmışken ve ölesiye yorgunken üstelik, aynalardaki suretin, umursamaz görünüp görünmediğini kontrol etmekten... Çoğunlukla bir yanılgıyla son bulsa da, yine de vazgeçememişken insanlara güvenmekten. Açık pencerelerin ceryanında, bir rüzgârla bu kadar duyguya dağılıp gitmenin; henüz yazılmamış, okunmamış, söylenmemiş satırlarda gizli bir sebebi olmalı. Ve bu dağınıklığı akla hoş gösterecek mutlu günlerin, ufacık bir hatırı.

17 Haziran 2010 Perşembe

Limonlu Dondurma

Anneye yalvar yakar dondurma aldırdığın zamanlar çok uzakta kaldı artık. Bütün gece öksürmüş olsan da, iyi olduğuna inandırmaya çalışmalar, tam sıcaklar bastırmadan yiyemeyeceğin kuralını yıkmaya uğraşmalar yok. Ardından su içilmesi gerektiğini, hasta olma korkusunun eşliğinde hatırlamak da yok. Şimdi o çocukluk yadigârı, çözülmüş bulmacalar gibi duruyor elinde. Üstelik tadı da hiç benzemiyor, o zamankilere.

14 Haziran 2010 Pazartesi

Kayıpların ardından



Bazen her şey ne kadar mümkün geliyor insana. Küçücük, ufacık bir ışık, bir yanılsama gibi görünüp kayboluyorsa da, inanmak o ışığın varlığına... İnanmak işte, sebebi her ne olursa. Ve birilerine anlatmak, sana deli gözüyle bakmaları pahasına. "Ben demiştim" ukalalığına bürünmek için değil, sadece bakışlarındaki şaşkınlığı eklemek için mutluluğuna.
Yolları, aşkı, dostları, tam yitirildiğini sanırken karşına çıkıveren umutları, bir kavganın içinden çekip alır gibi kurtarmak karanlıklardan. Bırakıvermek, bu oyuna dünden razı içindeki çocuğun yanına. Ve şarkılar söylemek onunla birlikte, her şeyin sırrına erdiğini sanan o insanların inadına. İnanmak sevgili, her şeye rağmen inanmak önemli olan, bu dünyanın güzel bir yer olacağına.



Bu yaşıma geldim içimde bir çocuk hâlâ
Sevgiler bekliyor sürekli senden.
İnsanın bir yanı nedense hep eksik
Ve o eksiği tamamlayayım derken,
Var olan aşınıyor zamanla.

Anamın bıraktığı yerden sarıl bana.

Anıların kar topluyor inceden,
Bir yorgan gibi geçmişimin üstüne.
Ama yine de unutuş değil bu,
Sızlatıyor sensizliği tersine.
Senin kim olduğunu bile bilmezken.

Sevgiden caydığım yerde darıl bana.

METİN ALTIOK

11 Haziran 2010 Cuma

Gülümse, bulutlar gitsin

9 Haziran 2010 Çarşamba

Eksik

Günlerdir yağmurun istilasına uğramaktan yorgun düşmüş, sakin, bulutlu bir İstanbul sabahında yazıyorum bunları sana. Aslında yazamıyorum. Okuduğum kitapları karıştırıyorum akşamları. Fotoğraflara bakıyorum. Çekmecemi tekrar tekrar düzenliyorum. Sevdiği bir şeyi kaybettiğinde, nasıl en âlâkasız yerlere bile bakarsa insan, işte öyle dolanıyorum günlerdir evin içinde. Şarkılar hâlâ güzel, biliyorum. Ama öyle tatsız tuzsuz geliyor ki bana. Şiirler tamamlanmamış yollar gibi. Hiç tanımadığım bir yerde, "son durak" diyorlar, iniyorum. Bir ıssızlığın ortasında yapayalnız kalıyorum.


Rüzgâr akar gider,
aynı kiraz dalı bir kere bile sallanmaz aynı rüzgârla.
Ağaçta kuşlar cıvıldaşır :
kanatlar uçmak ister.
Kapı kapalı :
zorlayıp açmak ister.
Ben seni isterim :
senin gibi güzel,
dost
ve sevgili olsun hayat...
Biliyorum henüz bitmedi
sefaletin ziyafeti...
Bitecek fakat...

Nazım Hikmet Ran

3 Haziran 2010 Perşembe

Bırak dağınık kalsın

"Sen konuşurken, bir ortaöğretim öğrencisinin cuma günü sevinci gibi bir sevinç dolanıyor içimde" demişti. Ya da buna benzer bir şey. Öylece kalakalmıştım. Çoğu zaman huysuz ve mutsuzken aynada karşılaştığım suret, nasıl olup da bir başkasına, bana da hiç yabancı olmayan o eski heyecanları hatırlatırdı? Sevinçle karışık bir kıskançlık dolanmıştı içimde. Hani, çocuğu evde ıspanak yemeyen kadının, komşunun evinde iştahla yediğini izlemesi gibi. Kapının altından atılan mektuplardaki gibi rahattı konuşurken, sakınmasız. Bir beyaz kağıt kadar cesurdu üstelik. Çekinmiyordu duygularının belirginliğinden. Özenmiştim ona. Korkaktım ben. Ve yorgun. Söylediği cümleleri anlamamış gibi davrandım bu yüzden...

1 Haziran 2010 Salı

Eylül

Yeri geldi diye ağlıyorum
yoksa hiç aklımda yoktu. /Yılmaz Erdoğan

Ben eylülde doğmalıydım. İncecik hırkalara sarınırken, ilkbahar ve yazda hoyratça kullanılmış ruhlar. Kış şehrinin uzağında bir sahil kasabasında, unutulmuş bir şarkıya eşlik eder gibi salınırken ağaçlar. Ve dallarından, her ne kadar imkânsız olduğu bilinse de, yine de zamansız sayılacak ayrılıklar gibi, teker teker dökülürken yapraklar.
Ben eylülde doğmalıydım. İlkbaharda adımlamaya başlamalıydım zamanı. Yazın laciverdine yetişebilmeliydim. Daha bir hazırlıklı olurdum o zaman, yaşayacaklarıma. Oysa bir kış çocuğuyum ben. Ne kadar sıcak olsa da hava, çare bulamıyorum işte, içimde kopan o zamansız fırtınalara...

Çizgi

Avucumu açıp içindeki çizgilere baktım; kalem tutmaktan yorulmuş elimi dinlendirirken. Ve açık kapı bulmuş bir mahkûm gibi, yıllar öncesine gittim koşarak, o çizgilere öyle anlamsızca bakarken.
Her tarafı cepli o kırmızı montumu gördüm yıllar sonra. Ceplerime soktuğum ellerim, yan yana gelmiş çocuklar gibi neşeyle dokunurken kalemlere, biliyordum, montun üzerindeki mürekkep lekeleri, bir tek annemi kızdıracaktı yine. Bense o kalemlerle, avucumdaki çizgilerin üzerinden geçmeye devam edecektim hep, bıkmadan. Çünkü sevmekten vazgeçmeyecektim hiç, kalemler kadar, lekeler ve çizgileri de. Ama yine de bilemeyecektim hiç, nerede saklanırdı başlangıçlar; ayrılıklar hangi kırık çizgilerin içinde? Ve ben, hangilerini belirginleştirmek için boyayacaktım kalemlerle?