31 Ekim 2007 Çarşamba

Alemin yiğidi ben miyim?

Vizontele’deki televizyon tanımlamaları gibi, Yılmaz Güney’in “Boynu Bükük Öldüler” kitabında, Yenice Köyü ahalisinden birinin, gördüğü sinemayı anlatışı var.
“-Çarşaf gibi beyaz ve büyük bir bez var. O bezin üstünde adamlar, avratlar var. Ama gerçek değilmiş, bende öyle sandım baştan. Arka tarafta bir makina varmış. Ondan bir ışık çıkıyor. O ışıkla bütün gavurlar çarşafa çıkıyorlar, başlıyorlar oynamaya. Canları istiyor adam öldürüyorlar, canları istiyor saz çalıyorlar.” diyor altındiş.
“-Adam öldürüyorlar da sen bakıyor musun?” diyor uzun mahmut.
Yardım biliyorlar onlar, insanlık biliyorlar çünkü. Ağalarına karşı duramasalarda.
“-Herkes bakıyor, alemin yiğidi ben miyim?” diyor altındiş…

Her ne kadar kendi başına ayakta kalmaya çabalıyor olsa da insan, yine de kötü zamanlarında yanında biri olsun istiyor. Ona omuz versin, geçecek, unutacaksın desin. İşte o zamanlarda, kimseden birşey beklemiyor olsanda, bir kenara çekilip,
olanları bir film izler gibi izleyen yakın saydıklarının, kendilerini bu kadar soyutlamış olabileceklerine inanasın gelmiyor. “Olmaz, bir nedeni olmalı.” diyorsun. Evet nedenleri var ama hiçbiri seni teskin edecek gibi değil. O zaman bir kere daha anlıyorsun ki, herkesin ölçütleri, düşünceleri birbirinden farklı. Ama sende de yara alan mantığın değil, duyguların zaten.
“Ben olsam böyle yapmazdım.” diye düşünmen, canını daha çok yakmaktan başka bir işe yaramıyor. Önüne iki seçenek çıkıyor bu noktada. Ya onlar gibi “bana dokunmayan yılan” demelisin, ya da olanlara aldırmadan bildiğinden şaşmamalı, her seferinde sınamalısın insanlara olan inancını, tekrar tekrar.
Sonra bir an, bir ışık yanıyor, hiç ihtimal vermediğin bir taraftan, karanlığına. Senin söylemeyi düşündüklerini bir çırpıda sakınmadan söyleyiveriyor. Bu hem canını acıtıyor, hem sevindiriyor seni. O ihtimalsiz karşı duruşun adı, cesaret mi, haksızlığa, üzüntüye tahammül edemiyor olmak mı bilmiyorsun. Bildiğin, ansızın uzanıveren elleri hiç unutmayacağın, yerlerinin hep farklı olacağı.
Şimdi sorsalar sana, geçti dersin ya; aslında geçmemiştir, dönüp baktığında. Çünkü olanlardan öğrenmişsindir, ayağını bastığın yerin güvenli olma ihtimalini hesap etmeyi, kimin yanına oturup, kime candan el uzatabileceğini.
İnsan, bazı acıların, tazeliğini unutuyor sadece. Aynı yerinde duruyor çünkü onlar, geçmiyor, gitmiyor. Ve sen, anılarını biriktiriyorsun inatla. Biriktirmekse bir alışkanlık, eskiden kalma.

Ekim/2007

Mazeretim var, asabiyim ben!

Tek başına kalmamın herkes için en iyisi olduğu günler olur bazen. Böylece kimseyi kırmaz, hiddetim, tahammülsüzlüğümle kasıp kavurmam kimseyi. Bugün olduğu gibi.
Sabah otobüste, “akbil dolduran adamın yaşlı olduğu için yavaş hareket ettiğini” konuşan teyzelerin konuştuklarına sinir olduğum gibi, dakika başı adımı çağırıp birşeyler soran, söylediğimi açık açık anlatmama rağmen “ha, demek şundan” deyip alakasız bir sonuç çıkaran, ülke konuları ile ilgili zaten nutuk atmaya meraklı olduğundan, her aklına geleni bahane ederek uzun uzun konuşmalar yapan müşavir teyzeye de sinir oluyorum.
Yazı yazarken biten kalem ucuna, makbuz yazarken yazmayıveren, ama adı tükenmez olan kaleme, zımbayı acil kullanmam gerekirken biten zımba teline, eksik aldığım fotokopiye, yanlış doldurduğum forma, yanlış aldığım toplama, elimi çarpıp döktüğüm çaya, sürekli büro içinde çınlayan kapı, en sevdiğim türkünün ortasında çalan telefon sesine, şimdilik sızı gibi usul usul ağrıyan başıma…Herşeye, herşeye sinir oluyorum.
Ama hepsini dizginleyip, devam etmem gereken bir hayatım, sorumluluklarım var. Ve ben şu an, buna da sinir oluyorum.

Ekim/2007

30 Ekim 2007 Salı

Benzeşme

Kendi başımıza gezmeye gidebilmek için, ilk defa izin alabildiğimiz gün, belediye otobüsünün arka tarafında, yanımızda, kendilerini konuşmalarının heyecanına kaptırmış iki turistle birlikte, Sultanahmet'e doğru yol alıyorduk. Kendimizi, heyecanımızı unutmuş, onları dinliyorduk öylece. Sonra biri, kahkahayla karşılık verdi, diğerinin söylediklerine. Aynı anda, turistlerin bizim gibi gülmelerine olan şaşkınlığını dile getirdi bir ufaklık. Ve o an, otobüsü kuşatan yeni ses, bizim gülüşmelerimizdi artık.
Bizim gibi konuşmayanlar, bizim gibi gülmezlerdi. Bizim gibi görünmeyenler, aynı acıları çekmezlerdi. Görünürde farklı hayatlar yaşadığımız insanlarla, aynı şeylerden muzdarip olabileceğimiz, aynı şeylere üzülebileceğimiz pek ihtimal dışı geliyor belki. Yaşadıkça anlaşılıyor, insanın nasıl bir kapalı kutu olduğu. Kendi istemedikçe açılmayacağı... Ve sizin hep başbaşa kalacağınız o "tanıdım" sanma yanılgısı.
Aslında ne kadar farklıysak, o kadar benziyoruz birbirimize. Bir yandan acı çekerken, bir yandan acı çektirilebiliyoruz bazen. Aynı anda hem suçlu, hem mağdur olabiliyoruz. Masumiyet çocuklukta kalıyor ve biz büyüyoruz. Ve kim ne derse desin, büyüdükçe daha çok benziyoruz birbirimize...

Kasım/2007

Asi ve mavi...

Üstüne gelindikçe ters tepen bütün dayatmalar, kızgınlıkların, yaşadıklarından arta kalanlar, bir sis bulutu olur çöker üstüne. Ellerini savurarak dağıtmaya çalışırken etrafını saran bulutu, bu bir korunma, savunma refleksi olur hayatında.
Bir art niyetin olmadığını bildiğin halde, yemek yediğiniz masanın, koltukta oturulabilen 2 kişilik kısmından birine, malum olunacağı üzere annenin oturması, diğer tarafına sorgusuz sualsiz erkek kardeşinin oturmasına ve bunun, süregelen bir alışkanlık, bir kuralmış gibi bozulmadan uygulanır oluşuna karşı çıkışın gibi, aslında ufak ve kimileri için kapris sayılabilecek bir durumdaki tavrın gibi tavırların, asi yapar seni. Yorucudur evet, ama uzlaşmacı senden daha fazla yorulmaz kimi zaman. Her bunaldığında kalk gidelim diyen, hesap vermek, sorgu suale fırsat vermek istemeyen, kimsenin karışmadığı bir hayatı sürdürmek isteyen, hep bu yanındır.
Erkek egemen toplumumuzun , değişen dünya şartlarına rağmen hala, yüklenen onca sorumluluğa, kadınların göğüs germek zorunda oluşuna, sırasında senin bile bilinçaltında yatan öğretilmişliklerinle hoşgördüğün nice olaya karşı duran, bu asi yanın.
Kalabalık bir ortamda sessiz kalındığında, “birinin kızı oldu” diyenlere, neden söylenildiğini, bağır çağır anlatamak isteğiyle doluyor olman da olası bu yüzden.
Eski zamanlarda, erkek evlat pek bir makbul olduğu için, kız evladı olanlar, doğduğunda sevinç çığlıkları atmazlar ve sessiz kalırlarmış. Bu yüzden, en ufak sessizliğe “kız oldu” yakıştırmasının yapılması. Alışılmışta olsa, anlamı bize ters gelen şeyleri değiştirmeye zamanımız kalmadı mı? diyen de, işte o sen.
Sadece uzlaşarak, daha doğrusu sessiz-sakin uzlaşmacı olarak, sürekli kendinden feragat etmek zorunda kalıyor insan. Bu yüzden önce kendinde olan bütün yönleri kabullenmeli, kişiliğimiz içinde söz sahibi olabilmesine fırsat vermeli. Sonrası; bilmiyoruz, yaşanacak.
Ve işte bu yüzden,
Bir yanım asi, bir yanım mavi.
Tıpkı karadeniz gibi…

Ekim/2007

29 Ekim 2007 Pazartesi

İncelikler yüzünden...

En önemli şeyler belki de ayrıntılarda gizlidir. Kişilik özelliklerimi, eksikliklerimi, istediklerimi ya da yapabileceklerimi ufak detaylarda keşfetmem, bu sözü söyletiyor bana. Acaba kadınlar bu yüzden mi bu kadar detaycılar?
Mesela erkekler daha önemsemez, daha yüzeysel. Filmlerde çizdikleri erkek karakterleri de ince düşünen, ince davranan insanlar olunca, beklentileriyle hayattaki karşılıkları pek bir ayrık oluyor kadınların. Neyse, diyeceğim kadın-erkek ilişkilerindeki ayrıntılar değil şimdi.
Özgüven eksikliğimi ortaya çıkaran en bariz örnek, bir arkadaşımla göz muayenesine gidişimdeydi. İlk o oturmuştu koltuğa ve uzaktaki küçüklü büyüklü harfleri okumaya çalışıyordu tek gözüyle. Yanında durduğum için, bende kendimi deneyeyim dedim, o tanımaya çalışırken. Harflerden birini, o başka söyledi, ben başka okumuştum. “Vay be” dedim içimden, “meğer gözlerim ne kadar bozulmuş?” Oysa harf zaten benim okuduğummuş. Ve düştüğüm yanılgı, kendi güven eksikliğimdenmiş.
Buna karşılık, bir zamanlar ihtimal bile vermediğim, eski sevgiliyle arkadaş ya da dost olma, ya da hala konuşabiliyor olma, artık her ne ise ortada var olan; bunun, ayakları yere tam basan bir kendine güven duygusunun yansıması olduğu düşünülürse, gel-gitler içinde yüzüyor demektir, konumlandırmaya çalıştığım duygu.
Kimi an kendinden daha güçlü bir sığınak arayan, kimi an o sığınak bizzat kendisi olan bir kararsızlık olmuşsam bile, aradığımı ifade edebilmenin güveni oluyor içimde biryerde.
Kendimi değersiz, önemsiz hissettiğimde düştüğüm yenilmişlik duygusu, şaka içinde söylenivermiş bir küçük iltifata tutunup, yeniden ayağa kalkma çabasının verdiği güçlülük duygusu, var olanı anlatırken söylediklerimi, pohpohlanmaya ihtiyacı var diye yorumlayanların anlayamadığı, kendinin farkında olma durumunun mutluluk duygusu.
Bulduklarım kadar kaybettiklerimde aynı sebepten. Küçük nedenlerden düştüğüm çıkmazlar, mutsuzluklar, hem kendimi, hem muhatabımı üzen gereksiz tartışmalar.
Hepsi, hepsi işte bu yüzden…

“Artık beni asla yaralayamaz hayat, eğer istemezsem
Yıllar beni kolay yakalayamaz, ben durup beklemezsem
Siz yine de incelikli davranın, benim kadar değilse de
Ben bu yüzden, incelikler yüzünden, belki daha çok üzüldüm…”

Ekim/2007

Olmak ya da olmamak

Birgün tezgahta otururken, bir anne-kız geldi. Kız 9-10 yaşlarında. Annesi bir kolyeyi beğendi ve kızına; “Bunu beğendin mi, alalım mı?” diye sordu. Kız ise; “Paran kaldı mı ki, sonra alırız.” dedi. Kızın söyleyişinde inanılmaz bir uysallık ve anlayış vardı. Alışverişe gelen genç kızların, çocukların ya da hanımların, baktıklarını oradan oraya atmalarına, savruk hareket etmelerine alışık olduğum için, şaşırıyorum böyle insancıl hareketlere artık.
“Kendine yapılmasını istemediğini, başkasına yapma” diye düşündüm hep. Bende alışveriş yapıyorum ama hiç o kadar savruk, önemsemez, küçümseyerek davranmadım kimseye, davranamam da. Belki bu konularda bu kadar duyarlı olmam, insanların o anda ne düşündüklerini, ne hissettiklerini tahmin edebiliyor olmamdan. Gece geç vakit biryerlerden dönerken gördüğüm, açık büfe ya da dükkanlarda çalışan çocuklar için üzülmem, kendiminde o zorluklardan haberdar olmamdan. İnsan bilmeden daha mutlu oluyor galiba. Yönetimlerin, insanları olanlardan uzak tutmaya çabalamaları da bu yüzden. Daha kolay yönetebiliyorlar çünkü. Bireysel olarakta böyle işte.
“Elindekiyle yetinmesini bilmek, büyüdükçe daha çok işine yarayacak” dedim. “Öyle, kendisinden çok beni düşünüyor.” dedi annesi. Şimdi düşünüyorum da, bu gerçekten iyi bir özellik mi acaba? Gerçi bizde hemen hemen böyle yetiştirildik. Annem “hayır” dedi mi, susardık.
Öyle çok çeşit insanla karşılaşıyorum ki orada otururken. Çocuğu kolundan çekiştirerek “kızım bak” diye diye tezgaha, muhtemelen beğeneceği birşeyi göstermeye getirip, çocuğa “Evet güzelmiş, alabilir miyiz?” dedirttikten sonra, egosunu tatmin etmiş bir tavırla “Evde çok var.” diyerek, yine aynı çekiştirmelerle getirdiği gibi götürenler. Bastırılmış hayatlarındaki etkisiz kişiliklerinin acısını, çocuklarının onlara olan muhtaçlıklarıyla örtbas etmeye çalışan anneler var mesela. Bazen iyi bir komplo teorisyeni olabiliyorum. Ama haberlerde izlediğimiz, kendi çocuklarına eziyet eden, hatta öldüren anneler var olduğuna göre, gözlemlediklerimi yorumlayışım neden doğru olmasın?
Geçenlerde bir anne-kız gelmişti birşeyler almaya. Annesi seçiyor, bakıyor. Kızım bu nasıl, şu nasıl. Kızın ise hiç ilgisi yok. En sonunda dayanamayıp “Kendin neden seçmiyorsun?” dedim kıza. “Çok dağınık, hiçbirşeyle ilgisi yok.” dedi annesi. “Buraya ne anneler geliyor. Yakışıp yakışmadığına, çocuğun isteyip istemediğine bakmadan, “bu olacak!” diye tutturup, çocuklara seçme hakkı tanımadan, istediklerini alanlar var. Senin seçme şansın varken, neden kendin seçmiyorsun?” dedim. Ben böyle konuşunca, utandı sanırım. Kendi seçti alacağını.
Bu konuşma eski zaman evliliklerini taktı kafama. Damadı düğün günü gören gelinler, istemediği halde evlenenler. Kendilerine ait olan hayatı, başkalarının kararlarıyla yaşamak zorunda olanlar. Sahip olduklarımızın ne kadarının farkındayız acaba?
Bilmenin, kararını kendin vermenin tüm ağırlığına razıyım ben. Hayatımın kontrolünün elimde olmasını istememden sanırım bu. Varolduğumu hissetmenin de en kolay yolu.

Ekim/2007

26 Ekim 2007 Cuma

Öylesine...

Her sabah yürüdüğüm yol, bindiğim otobüs, gördüğüm insanlar. Hemen hemen, hep aynı şeyler. Otomatiğe alınmış gibi devam eden hayatlar.
Ben otobüse binerken, durakta bekleyen hoş çocuk; bir sabah poşetlerini tutmasına yardım ettiğim için, aramızda sessiz bir yakınlık oluşan hanım; yüksek sesle konuşup, bütün otobüse hayatlarıyla ilgili detaylar veren iki sevimsiz kız
(Hele de keyifli bir kitabı okuyorsam, daha da çekilmez oluyorlar. Tıpkı bu sabah olduğu gibi.); “dünya dünya yalan dünya, bir kız sevdim adı derya” diye çalan telefonunu açıp, yol boyu sevgilisi derya ile konuşan çocuk; Ulus’ta bir evin önünde, arabada beklerken, bulmaca çözen amca. Gerisi kalabalık, tartışma. Bilindik, İstanbul toplu taşıma yolculuğu çilesi.
İşyerime varıp, masama oturduğumda, maillerime baktıktan sonra baktığım ilk yer, son günlerin gözdesi facebook. İnceliklerini tam olarak bilmesemde ve iş, “gerçek hayatımızdaki insanlara yeterince vakit ayırdıkta, sıra eski ve yenilere mi geldi?” durumuna varsa da, liseden bir arkadaşımın, beni nasıl bulduğunu anlatırken söyledikleri de gerekli hayatım içinde, diyorum ben. Onun zaten liseden beri görüştüğü diğer bir arkadaşımız bulmuştu beni ilk. Aralarında konuşurlarken, benim ismimi söyleyip, “onu da buldum.” demesi, hem çok hoş, hem çok garip gelmişti. Aradan onca yıl geçmesine rağmen, ismi ile soyadı birer ünlü isimmiş gibi hatırlanan arkadaşların ve hatıraların, hafızadaki yerinin farkına varmak güzel. Benim ki gibi soluk bir okul yaşantısının bu kadar rengi olabiliyorsa, ne hikayeler çıkar bu facebook bilmecesinden kimbilir.
Masamın hemen yanında ki büyük camdan gördüğüm kadarıyla, gökyüzü mavi bugün. İşte devlet gökyüzüne de yol yapıyor. Bunu Volkan Konak programında anlatmıştı. Babaannesiydi sanırım, geçen uçakların gökyüzünde bıraktığı beyaz toz bulutu için, “Kurban olduğum devlet, gökyüzüne de yol yapayi.” dermiş. (Gökhan, bu “Volkan” mevzusu en çok sana dokunur, eğer okursan, biliyorum. Hâlâ aynı şeyleri düşünüyorum, değişen birşey yok, bilesin. İnsanı zenginleştiren, hayatın her kolundan biriktirdikleridir, diyorum sadece sana. )
Kızgınlıklarımdan arınmış değilim ama kızgında değilim. Herhangi bir hüzüne takılı kalmış değilim fakat mutlu da değilim. Hani bir şarkıya takılıp, her fırsatta onu dinlemek, gözlerini alamadığın bir manzarada içini temizlemek gibi çok kolay gerçekleşecek isteklerim var bugün.

“Soytarılık etmeden güldürebilmek seni
Ekmek çalmadan doyurabilmek
Ve haksızlık etmeden doğan güneşe
Bütün aydınlıkları içine sezebilmek gibi
Mülteci isteklerim”

yok bugün, erteledim…

Ekim/2007

24 Ekim 2007 Çarşamba

Haklılığın metrajı...

Konuşurken, tartışırken ya da birşeyler paylaşırken bulduğumuz haklılık çizgisi, kimi zaman kendimize, kimi zaman karşımızdaki herkimse ona ait bir belirginliktir. Diyalog kurduğumuz insanlarla empati kurmaya çalıştığımızda, haklılığını görür, kızgınlığımız varsa bile tutunacak dal bulamaz olur içimizde.
Zaten bu göreceli kavramlar birer dert kaynağıdır. Eleştri, yorum, açıklama, kızgınlık, hepsi kendi tarafından bakıldığında geçerli ve makul nedenler olabilir. Herkes kendi sebeplerine hem mahkum, hem gardiyandır.
Geçenlerde izlediğim beynelmilel filminde vardı.”Senin şimdi okulda kız arkadaşında vardır” diyor kız, sevdiğini söyleyemediği çocuğa. Çocuk davasını açıklamak için; “Ben artık devrimci oldum. Şimdi böyle şeyler için zamanım yok.” diyor. “İyi yapmışsın valla.” diyor kız, masumca. İzlerken çok hoşuma gitmişti.
Bir olaya, bir konuşmaya aynı zamanda tanık olsa da insanlar, farklı şekillerde algılar ve yorumlarlar. Hepsi de kendi sebepleriyle değerlendirildiğinde, “herkes kendince haklıdır.” ortak sonucuna varılır.
İlkokul, ortaokul dönemlerinde, türkçe kitaplarında okuduğumuz parçaların, çıkardığımız ana fikirleri gibi ortak cümlelere, pek nadir rastlanır yetişkinlerin dünyasında.
Hayat bir oyun, belirli kuralları var. Belli zamanlarda yapılan hamleleri var. Mesela kızgınlığını kontrol altına alamadığın zamanlarda, haklı iken haksız konumuna düşmek var. Tahammülünüzü zorlayan, siz sustukça, “demekki benden çekiniyor” hissine kapılan kendini bilmezlerin, boğazına yapışmanız için birçok neden varken, sabırla kendi bataklığında kaybolmasını beklemek var. Haklı olmak yetmez, sabretmek, haklılığı da hakettiğini ispat etmek gerek.
Yerden göğe kadar haklıyım bana sorarsanız. Otogargarada, bu “yerden göğe kadar haklılık” cümlesini anlamadığını söylüyordu Demek Akbağ. “Haklılığın metrajı mı olur ayol? Hanımefendi kusura bakmayın ama beyefendi sizden 5 cm daha haklı.”
Metrajı olmasın dediği gibi, peki kabul. Kendi bulunur olsun biryerlerde, o da olur.

Ekim/2007

23 Ekim 2007 Salı

Hiçbiryerdeyim...

Ömrümüz, çamur kadar bulaşık, ihaneti, yalanı, kandırmacayı; kış kadar soğuk, yalnızlığı, tek başına ayakta kalma çabasını; yağmur kadar arındırıcı dostları barındırır.
Eskiden kurmalı, kahverengi kordonlu bir saatim vardı. Zamanı doğru göstermesi için, hergün kurmam gerekirdi. Tıpkı hayatımda düzgün gitmesini istediğim şeyler için, çaba sarfetmem gerektiği gibi, saati zamanında yaşatabilmem için, çaba göstermem gerekirdi. Şimdi kolumdaki saatte yine kahverengi kordonlu. Ama o, kendi işleyişine müdahale kabul etmiyor. Saat 19:20.
Lacivert gökyüzü, lacivert deniz. Vapurun ardında kalan beyaz köpükler dışında, herşey gece karası.
Birikip yükselen bir öfke nöbetine tutulmam an meselesi ama, düğümleniyor boğazımda, haykıramıyorum. Tıkanıp kalıyor, yutkunamıyorum. Boğazımda acı bir tad, yakıyor alabildiğine. Görmek, duymak, bilmek, düşünmek, söylemek istemiyorum. Bu ülke, insanlar, vurdumduymazlık, bu düzen ve düzen bekçileri, onlara çanak tutanlar, çanak yalayanlar ve bunu görmeyen, görmezden gelen, geri kalan kalabalık. Silahlarını kuşanmış bir savaşçı gibiyim. Herşeye kızgın, herkese öfkeli. “Neden?” bile diyemiyorum artık. Nedeni çok basit. Kimi çıkar peşinde, kimi ise, ne olduğundan zaten bihaber.
Dalgın gözlerle etrafa öylece bakarken, ne bulunduğum, ne gideceğim, ne gitmeyi planladığım biryere ait hissediyorum kendimi. Parçası eksik bir yapboz gibiyim. Ancak yoğun bir sessizlikte ya da dikkatle dinlenildiğinde duyulacak saat tik-takları gibiyim.
Evdeki hesabım çarşıya uymuyor, hesapsız olanlarsa daha hasarlı oluyor. Bugün işteki, evdeki, otobüsteki ben değilim. Aklımla bedenim, bedenimle hislerim hiç aynı yerde olamadı bugün. Bir başka yer düşlüyorum ama bulamıyorum. Gitmek istiyorum ama gidemiyorum. İsteyipte gidememenin oluşturduğu, arada sıkışıp kalmışlık hissi, bir boşlukta bırakıyor beni. Belki yarın diyorum. Yarına dair elimde olan tek şey ümitlerim. Onlarsa bir bilinmezliğe sürüklüyor beni. Ne boşluk, ne bilinmezlik. Bugün ben tam da bu noktada, hiçbiryerdeyim…

Ekim/2007

19 Ekim 2007 Cuma

Farkına geç vardıkların...

Birini etkilemek istediğinde başarıya ulaşmış olma ihtimalin, kendi sıradan hayatını yaşar, günlük rutin işlerine boğulurken, farkında olmadığın bir hayata etki etmiş olma ihtimalinden fazla olmuş mudur hiç?
Öyle olmasını istemediğin, aslında duygularına müdahale etme ihtimalin olsa, daha baştan bir tehlikeyi haber verir gibi uyarıda bulunacağın durumlar için, şimdi ne yapabilirsin? Biliyorum, hayat çok acımasız diyorsun. Neden böyle olduğunu anlamadığın, hayatın acı tadlarından haberdar olduğun için, kimsede acı tadlar bırakmak istemediğin halde, sana inat oluyormuş gibi çok yakınına düşen, anlatılmamış ama anladığın şeylerin suçluluk duygusu, sızlatır yüreğini. Ve bu sızı yaman olur, yalnızlığını serin rüzgarlar gibi ürpermeyle hissettiğinde.
Kimsenin üzülmemesini istemekle, üzüntüleri silebilmeye bir yol bulunmadığını daha kaç kere öğrenmen gerekecek bilmiyorsun ama bu vicdan azabı misali yakıcı halinden, oldun olası hiç haz etmediğini iyi biliyorsun.
Sen hep, “yakan yanar” diye düşündün. Belki yaşadıklarında doğruladı düşündüğünü. Hasar vermek istemedin hiç, adım atarken gördüklerine. Gücün yetmediğinde “niye böyle oluyor?” demekten fazlası gelmedi elinden.
Yanan olmak kolay, bir şekilde altından kalkıyor insan ama, yakan olmanın acısı hiçbiryere sığmıyor galiba. Bu, sevdiğin hiçbir insanın ölümüne tanık olmak istemeyişin gibi biraz bencillik taşıyor sanki.
“Yüreğime basa basa, içimden yar gidiyor.” deyişi, kulağımda şarkının.
Demem o ki, daha fazla dikkat et sende, bastığın yerlere…

Ekim/2007

18 Ekim 2007 Perşembe

Dengenin koordinatları

“Aşk bir dengesizlik işi
Dengeye dönüşendir sevgi”

Dün akşam Haluk Bilginer’in Vahide Gördüm ile sahnelediği oyuna gitmiştim. En bencil söylemlerden olan “Ya benimsin, ya toprağın.” cümlesinin modern bir anlatımıydı sanki oyun.
Öyle bir sevgi ki kadının ki, ne 15 yıllık evliliğini ve eşini bırakıp gidebiliyor, ne de yakalandığı paranoyakça kıskançlık halinden kurtulabiliyor. Bu durumda ömrünün kalan kısmında çekeceği acıyı azaltmak için, öldürmeyi deniyor adamı.
Adamın sevgisi ise daha vahim. Delice sevdiği ama bunu söylemeyi unuttuğu, çapkınlık yapmadığı ama bunu utanılacak birşey olarak gördüğü ve aldatıyormuş hissi uyandıracak tavırlar takındığı için, kaybedecek hale geliyor sevgilisini ve hatta hayatını. Bir evlilik içinde sıkışmış, konuşmayan, yanyana ama uzak, birlikte yaşayan iki yabancı. Yani evliliğin olağan kederi.
Oyunun etkileyici cümlelerinden biri, kadının öldürme teşebbüsünün nedenini anlatırken söylediğiydi. Bir gece eşini beklerken, bir şişe içki açıyor. Kadın bekledikçe, adam gelmiyor. “Şişeyi açtığımda beni aldatıyor olman bir ihtimaldi, ama şişe bittiğinde, artık bu kesindi.” diyor kadın. İnsan yeter ki kendini birşeye inandırmak istesin. O kadar çok neden ve ipucu bulur ki doğruluğuna kanaat getirmek için. Böylesi hisler, çok hayal kuran insanlarda da olur. Olmasını istediği veya sürekli düşündüğü bazı şeyleri, hayal mi, yoksa gerçek mi kestiremez kimi zaman.
Aşk, sevgi, kadın-erkek ilişkileri, karanlık kör kuyular gibi. Ne bekliyoruz sevgiden ya da sevgiliden? Ve ne kadarını istemeye hakkımız var? Ya da tam tersi, o çabalarımızın ne kadarını hakediyor?
Ve kadın, adamın kafasına bir heykelle vurur. Adam aslında hafızasını kaybetmemiştir. Ama kadının bunu yapma nedenini öğrenmek istediği için, hiçbirşeyi hatırlamıyormuş gibi davranır. Kadına sorar:
- “Ben neyim bu evlilikte? Alışkanlık mı, mecburiyet mi, sevgi mi?” Bu soru, bu kadar temkinli, ancak bir hafıza kaybının ardına sığınarak sorulurdu. Bu gibi soruları genelde kadınlar sorar ve erkeklerin genel düşüncesi, en ufak olayda ilişki sorgulamasına gidildiğidir. Zaten ortak bir düşüncede oldukları zamanlar nadirdir ve bu nadir durumların hatırı da olmasa, neler olur kimbilir?
Birbirinin üstüne kabus gibi çökmemek, ama aynı zamanda kişiliğini ezmesine, seni yok saymasına fırsat vermemek. Yani dengeye dönüştürülebilendir sevgi. Galiba dönüştürebilen de, ermiş…

Ekim/2007

Hafıza doğrulama...

Masada birikmiş evraklar, bilgisayarda çalan bir şarkı. Bir arkadaşım, bu şarkıyı duyduğunda hatırladığı, hafızasına kazınan bir anı anlatmıştı bir keresinde.
Sanki bende yaşamışçasına, şimdi bu şarkıyı her duyduğumda, aynı anı hatırlıyorum. Ne garip insanoğlu. Bazen kendimi çok yorgun hissediyorum, aklımda biriktirdiklerimi muhafaza ederken. Belki bu ırsi bir özelliktir, kimbilir? Köyde geçirdiğim yaz tatillerinde, dedemin anlattıklarını dinleyerek büyüdüm ben. Bir konu konuşulurken, o konuyla ilgili eskiye dair bir olay anlatır, “onun gibi” der ve konuya bağlardı. Ve ben öyle bir hevesle dinlerdim ki anlattıklarını. Belki de içime işlemiştir, duyduğum, gördüğüm gibi yaşamak.
Şirketimizin çok konuşan mali müşaviri de bir gün müdahale etmişti, aklımın not defterine. O “Şunu yapalım” der, tamam derim. Not almak angarya gelir, bazen de üşenirim. Çoğunlukla tutarım aklımda, güvenirim hafızama. Ama bazen öyle zamanlarda tekler ki, hayretler içerisinde bırakır beni de.
Benim not almayışım dikkatini çekmiş. Birgün, “Aklına bu kadar eziyet etme.” dedi. Ben anlamsız bir yüz ifadesiyle bakınca; “Söylediklerimi not al. Bu akıl sana daha uzun yıllar lazım olacak, daha çok gençsin.” dedi. Bu konuşmadaki en güzel kelime “gençsin” di tabiki.:) Genç olduğum dışarıdan belli oluyor demek ki. İçimde yıllanmış bir ihtiyar var çünkü. Konuşmadığı sürece kendini saklıyor işte.
Diğer söylediklerini de yabana atmamak gerek tabi. Ne de olsa yılların tecrübesi konuşuyor. Ama öyle nalet bir huyum var ki. Herkesi dinler, yine bildiğimi okurum. En azından kendime açtığım alan içinde, kendi doğrularımla yaşama şansım olsun artık.
Bu bazen kırıcı ve anlaşılmaz olmamı gerektirse de, benliğimi kaybetmekten iyidir herhalde. Ne doğru, ne değil münazarası yapamayacağım şimdi.
Ayrıca doğru dediğimiz neydi? Ya da kime ve neye göreydi???

Ekim/2007

17 Ekim 2007 Çarşamba

Hayat okulu

Doksanlı yılların sonlarıydı. Henüz hiçbir yolculuğa çıkmadığım, hayattaki en zor şeyin okula gidip, derslerle boğuşmak olduğunu sandığım yıllardı. Yeni işe başlamıştım, stajyerdim.
Tanımadığım biryer, tanımadığım insanlar, sevimsiz bir ortam, çekingenlik…Hele ilk zamanlar, saatleri dakikalara, dakikaları saniyelere çevirir, başlardım geriye saymaya. Asıl muhasebeyi, işte bu sayma nöbetlerinde öğrenmiştim belki de. İşlere alışmaya başlayıp, herşeyi rayına oturttuğumu düşündüğüm zamanlarda; bir çift göz görmüştüm, düzenimi altüst eden. Kafamı çevirdiğim heryerde onun yüzünü görürdüm. Sonra tanıştık. Onunda katıldığı, arkadaşlarla yenilen öğle yemekleri, çok eğlenceli olurdu. Artık ne zaman ona baksam, bakışlarımız karşılaşır olmuştu. Birgün farkettim ki, eskisi kadar görmediğimde, gözlerim kıyı köşe onu arar olmuştu.
Şirketin mutfağı, bizim bölümün hemen yanındaydı. Sesini duyduğumda, bardağımı alıp, çaktırmadan mutfağa koşar olmuştum. Arkadaştık işte, diğer herkes gibi…
Bir gün, şirketin girişinde karşılaştık, bir öğle vakti. Elinin yandığını söyledi, “diş macunu var mı?” diye sordu. (Siz, siz olun, yanığa diş macunu bulunur demeyin. Yanık arkadaşın derecesini öğrenmeden müdahale etmek, sizde hüsrana sebep olabilir çünkü.)
- “Bende yok ama arkadaşımda vardı, gel.” dedim.
Beraber bizim bölüme doğru yürümeye başladık. Ben kendimi kaptırıp, içeri tek başıma girmişim. Arkadaşıma diş macunu sordum.
- “Ne oldu ki?” dedi.
- “…. elini yakmışta.” diyerek arkamı döndüğümde, yalnız olduğumu görmüştüm. Macunu alıp bölümün girişine çıktım.
- “Neden gelmedin?” dedim.
- “Aslında ben …” dedi. “Ben aslında elimi yakmadım. Sadece seninle yalnız konuşmaya çalışıyordum. Sana sormam gereken birşey var, ama burada soramam. Bana dahili telefonunu söyler misin? dedi.
Söyledim. Masama döndüğümde, üstümde saçma sapan bir şaşkınlık ve yüzümde salak bir gülümse vardı sanırım. “Ne oldu?” dedi arkadaşım. “Birşey yok” diyebildim sadece, macunu masaya bırakırken. Daha kendimi toparlayamamışken telefon çaldı. Cılız ve gizleyemediğim heyecanımı yansıtan bir sesle “efendim” dedim.
- “Ben seni etrafımdaki arkadaşlarım gibi görmüyorum. Farklısın, özelsin benim için. Peki ya sen, sen ne diyorsun?” dedi.
- “Benim içinde.” diyebildim. Biryere kadar ortak olan yolumuzu, beraber gittik o akşam.
Yalan, sahte, yapmacık hatta nerdeyse kıskançlık bile bilmediğim zamanlarımdı. Güven, adını bildiğim bir duygu değil, herkeste varolduğunu düşündüğüm bir özellikti.
2 ay sonra birgün, “Başımda çok problem var. Halledince seni ararım.” dedi ve gitti. Hayatımda ilk ve son kez, “ben ondan önce terketmeliydim.” diye düşündüm. Ve, o andan sonra hiç, önce davrananın kazandığı bir oyun olarak görmedim bunu. Herşey üstüme üstüme geldi. Geçmeyecek sanırdım, geçti…
4-5 ay sonra hiçbirşey olmamış gibi bana ulaşmaya çalıştığında, ardıma bakmayacağımı anlamıştı ama, iş iştende geçmişti.
Herşeyi istediği gibi parmağında oynatabileceğini sanan insanlarla, hayatımın bazı dönemlerinde karşılaşabileceğimi anladım o zaman. Ve ben, kendi sınırlarımı çizmezsem, bırak karşımdaki insanın bana saygısının olmasını, kendime bile saygımın kalmayacağını anladım.
Yaşarken öğrenmek, tecrübe filan, böyle şeyler işte. Meraklısına…

Ekim/2007

16 Ekim 2007 Salı

Küçük mutluluklar...

Ansızın yanıbaşımda bitiveren, sebepsiz hüzünlerim gibi, bazen öylesine, bazen ise mercimek tanesi kadar bir anıya dair, yanağıma gelip yerleşiveren bir ufak gülümseme.
Kimi zaman, yıllardır görmediğim bir arkadaşın merhabasına, bir dostla atışmışken, hatamın farkına varıp özür dilediğimde, kaldığı yerden devam eden konuşmalara; kimi zamansa, yeni aldığım kitaplara, dinlediğim müziklere, dirhem dirhem uzayan, yine de inatla uzatmaya çalıştığım saçıma bürünerek buluyor beni.
Çokta eski olmayan birzamanlar, kendi mutsuzluklarımdan kırptığım parçaları ufak sürprizlere çevirir, sevdiğim insanların yüzlerindeki o mutlu gülümsemeyle avunur, bende mutlu olurdum. En azından birinin mutluluğuna sebep olmanın huzuruyla, bir dinginliğe kavuşurdum. Artık buna bile gücüm yok.
Geçenlerde, artık herhangibir kıyafeti bile beğenerek değil, gerektiği için aldığımı söylediğimde, bir “ukalasın” cümlesi daha işitmiştim. “Hiçbirşeyi beğenmez, burnu yere düşse almaz.” bir profilim olduğunu iyi biliyorum artık. Onların bilmediğiyse hiçbirşeyin göründüğü gibi ve kolay anlaşılır olmadığı.
Küçük mutluluklarım var hala, evet. Ama içinden kopup giden mutluluklarını, zamanla yadırgamaz oluyor işte insan. “Hergün birşey daha biter, giderek acı vermez biten şeyler.” demiyor mu şarkı. Öyle işte. Ne acı aslında.
-”Onlar benim yaşama sevincim, onlar olmasa ayakta duramam.” demişti biri.
Benim yaşama sevincim olacak birşeyim yoktu halbuki. Amacına ulaşmak için erteleyebileceği şeyleri hevesle sıralarken, bunu düşünüyordum.
-”Ben erteleyemem.” dedim. Çünkü bir amacım yok benim, seninki gibi. Sadece daha iyi şartlara kavuşmak ve kendini geliştirmek için mücadele etmek var. Gerçek var. Katıksız, öylece karşımda duran. Gözlerimi kapatamam, yokmuş gibi davranamam.
Ama hepsine rağmen, bir gülümseyiş konuverdiğinde yüzüme ansızın, hala umut var diyorum işte. Tıpkı şiirde dediği gibi;

“Sana açılan kapılar
Sana kapıyı açanlar
Hoş gelenler
Hoş buldukların
Yalnız kalabilmek dilediğinde
Kavuşabilmek özlediğinde
.
.
.
(Gerisini ve milyonlarca satırı boş bırakıyorum;
kendi küçük mutluluklarını yazman,
bundan da küçücük bir mutluluk duyman dileğiyle…).”

Ekim/2007

11 Ekim 2007 Perşembe

Nostalji...

Sene 1997. (Bakmayın bu kadar kesin tarihler attığıma. Düştüğüm notlar olmasa, zor biraz bu iş )
Lisedeyim. Bir edebiyat hocamız vardı. Aynı zamanda sınıf öğretmenimiz. Edebiyatı sevme nedenim sanırım Tezer hanımdı, Tezer Öz. Ders çalışmamızla, okula gelişimizle ilgili, annelik ve öğretmenlik hisleriyle harmanlayıp anlattıkları, hala aklımda. Tekti ama yok değildi böyle biri de hayatımda. Ortaokuldaki türkçe hocalarımızdan nefret ettiğim düşünülürse, bu bir mucizeydi. Gerçi zor hocaların derslerinden gayet yüksek notlar alıp, bütün okulun topyekün kopya çektiği hocalardan düşük notlar almış biri olarak belki de problem bendeydi. Kopya çekmeyi hiç becerememiş, okul hayatı boyunca hiç okuldan kaçmamış (Ders yoksa okula gitmezdim.Kaçmamı, saklanmamı gerektirecek bir durum olduğuna inanmazdım.:) ) biri olarak, gayet renksiz bir okul hayatım olmuş galiba.
Bir ingilizce hocamız vardı, evlere şenlikti. Berbat bir aksanı olmasına aldırmayıp, öğretmenlik yapmasının üstüne bir de, “telaffuzuma dikkat edin, benim kadar olmasa da yapmaya çalışın” deyince, bu cümleyi şu şekilde değiştirmek gereklilik olurdu. “Telaffuzuma dikkat edin, benim kadar olmasa da içine edin.”
Bir de kimya hocası eşi vardı ki, biz o adamcağıza ailesinin doğuştan garezi olduğunu düşünürdük. Adamın adı baysal, soyadı ise AK’tı. Öğrencilerin, koridorlara saklanarak, arkasından “Bay Salak” diye seslenmelerine engel olamazdı.
Konumuz bunlar değildi, ben başka birşeyi anlatıyordum.
Tezer hanım, istanbul’da, okullar arası yapılan bir şiir yarışması olduğunu duyurdu birgün. Konu da sivil savunma. E haliyle kimse gönüllü olmadı bu işe. O da kendi seçti katılacakları, piyango bana da vurmuştu.
Mecburiyetten yazdığım şiirimsi yazı, birinci olmuştu. Demek ki yarışmaya gelen şiirler bu kadar içler acısıydı İşte dün akşam bu yazıyı buldum. Biri okuduğunda, “bence sen, düz yazı yazmaya çalış” demişti. Şimdi, ne demek istediğini daha iyi anlıyorum.

Düşün Sen
yıkılmış bir yuva düşün,
ağlayan bir ses düşün,
gözü yaşlı ananın yanan kalbini düşün.
Bir deprem ortasında yalnız kalmış kız düşün.
Bir ana, bir bacı, bir kardeş değil,
Yanan bir Türk bağrının yaslı kalbini düşün.
Hep didinmiş avunmuş, buna rağmen yaşamış
Dertleri hiç bitmemiş, evsiz bir insan düşün.
Sıcak yatak bekleyen,
acıları dinmeyen
sevgi, hasret, özlemden uzak bir yaşam düşün.
Bir savaş, bir deprem, bir yangın düşün.
Ağlayan analar, bacılar düşün.
Yoksul kalmış çocuğun çektiği ızdırabı,
Anlayan, yardım eden güçlü bir nefes düşün.
Çektiği ızdırabı dindiren bir el düşün,
Ağlayan anaları susturan bir ses düşün.
Düşün ki,
Güçlü nefesi,
acılarla yaşayanlara huzur versin.

Aslında bunu ulaşılması zor bir yere saklardım önceden olsa. Ama yüzleşmek daha bir keyifli geldi nedense

Ekim/2007

3 Ekim 2007 Çarşamba

Mal varlığı beyanı...

Bankada para, kapıda araba, üstüme kayıtlı gayrimenkul de olsun isterdim aralarında ama, bu bir çekmece dolusu anı beyanıdır aslında.
Okurken, yaz tatillerimi geçirmek için gittiğim Giresunda, köy evimizde yalnız kaldığımda, dolabın çekmecelerini karıştırmak en büyük zevklerimden biriydi. Eski resimler, annemin yazdığı mektuplar, kartpostallar, tebrik kartları. Her yaz aynı şeyleri ilk kez görüyormuşçasına tekrar karıştırırdım.
Dün akşam böyle bir ruh haliyle kendi çekmeceme el attım. Neler biriktirmişim meğer.
Başlayıp devam ettirmekten sıkıldığım günlüğüm, (En son 17.12.2003′te yazmışım.)
Dergilerden koparıp biriktirdiğim, siyah-beyaz istanbul resimleri,
Beğendiğim fıkraların, yazıların dökümleri,
Hediye edilmiş bir dergi,
Kazım’ın hastalığı ve vefatı üzerine yapılan, bir arşiv olarak toplanmayı bekleyen onlarca gazete kupürü,
Eski tarihli sinema, tiyatro, konser biletleri,
İstanbul’u gece ışıklara teslim olmuş haliyle gördüğümde, bir kere daha hayran olmamı sağlayan, kadıköydeki balona biniş biletim,
Aldığım mektuplar,
Eski resimler (Çünkü artık yenileri digital makinalarla çekiliyor ve bilgisayara kayıt ediliyor),
Özenle açtığım hediyelerin paket kağıtları, aynı özenle katlanmış olarak,
Kalemlerim,
Hazır bulunan kağıtlarım ve mektup zarflarım,
Yakın arkadaşlarımın düğün ve nişan davetiyeleri,
Kitaplarım,
En değerlisi Kazım’ın imzaladığı albüm olmak üzere, cdlerim,
Bir zamanlar hevesle koleksiyon yapmaya karar verdiğim, mesajı içinde mevcut truffy kartlarım,
Tatlı tarifleri ve diyet listeleri :),
“Güvensizliğim beni diken üstünde yaşamaya zorluyor. Rahat olmuyorum. Konuşmuyor, susuyorum” deyip yarım bıraktığım, Ağustos/2003 tarihli bir yazı, (O günden bugüne pek birşey değişmemiş)
Arkadaşlarımdan alıp okuduğum, beni etkileyen kitaplara ilişkin tuttuğum notlar…

Geçen gün İclal Aydın’ın köşesinde, bir arkadaşıyla arasında geçen, taşınırken ne çok eşya oluyor konulu, konuşmayı okumuştum. Ben yaşlanmadım diyen İclal’e arkadaşı şöyle demişti.
“Seni kastetmedim. Evin içi eşya dolmuş, hayat birikmiş.”
Okuyunca etkilenmiştim. Evet hayat birikiyor ve bunlar biriken bir ömürden somut kanıtlar, ancak sahibine anlam ifade edebilecek…

Ekim/2007

Ne eksik biliyor musun?

Çocukluğumun ortaokul dönemlerine isabet eden kısmı, bahçeli bir evde geçmişti.
Hemen alt yanımızda ev sahibimizin marangoz atölyesi vardı. Topladığım talaşlarla bir zamanların modası çim adam yaptığım, bahçeye açılan kocaman demir kapısından girip, caddeye açılan kapısından çıkarak, okula kestirmeden gittiğim marangozhane.
Sol tarafımızda da, tarihi eser sayıldığı için dokunulamayan, eskiliğinden dolayı da oturulamayan ahşap bir ev vardı. Günlerden bir gün, rantı yüksek nice yerler gibi yakıldı orası da. Hayatımdaki ilk yangınla o zaman yüzyüze gelmiştim.
Bazı zamanlar, insanın içindeki yangınların, ondan daha ürkütücü ve yıkıcı olabileceğini bilmezdim.
O ahşap ev, yandıktan sonra daha cazip hale gelmişti bizim için. Arkadaşlarımla içeri girer, her tarafı kömür karası olmuş evin içinde, hasarlı merdivenlerden aşağı kata zar zor iner, güya yangının nedenini öğrenmek için araştırma yapardık. Hatta bunun için kurulmuş bir grubumuz vardı ama yaşlanıyorum galiba hatırlamıyorum ismini
Annemin, yanan evin karasından kurtarıp, çiçekler dikerek güzelleştirmeye çalıştığı bahçemiz, bizim için araştırma mekanımızın giriş biletiydi. Ne güzeldi…Çocuk aklımızla, heyecan duyardık yaptıklarımız için.
Evde bulduğum alüminyum folyoları, kalın kare şekiller haline getirir, kart yapardım arkadaşlarıma. Üzerlerine notlar yazardım. Aslen ne işe yaradığını bile bilmediğim şey, benim için arkadaşlarıma hediye götürme fırsatı veren, bir heyecan kaynağıydı.
Bayramda biz çocukların, gündüzden harçlık için zaten gitmiş olduğumuz akrabalardan birine, annemler akşam ziyarete gittiklerinde; küpüne girmeyelim diye saklanan çikolata hazinesini arama çalışmalarının, heyecanı başlardı evde. Ve bu arama, sonuca ulaşılmadan asla bitmezdi Hele de birşeyler aranır ya da kurcalanırken kırılan, hasar verilen birşey ortaya çıktığında, haberi olmayan uslu çocuğu oynamak, nasıl önemli bir kurtuluş yoluydu bizim için. Annem inanmazdı gerçi ya, olsun
Götürülmediğimiz düğünlerin acısını unutturan, çocukluğumun Ortaköy’ünün pastanesi hacıbabanın yaptığı alman pastalarının, o tazeliğini ve tadını hala hatırlarım mesela.
Ne eksik biliyor musun?
Yaşamak için heyecanımız ve hevesimiz eksik. Geçmişten feyzalayım diye, didikleyip duruyorum ama nafile. Büyü bozulmuş.

Efkan Şeşen söylüyor, tüm aynı duyguları paylaşanlar için;
“Adressiz yolculuklar matarasında
Sırt çantasında yalnızlığı
Naftalin kokuyor türküleri, unutulmuş zamanlardan
Gözleri hala çocuk
Geleceği anılarında arayan
Dağ gibi yaralı, nehirler gibi durgun
Düşbaz türküler taşıyor, gün bitimi şafaklarda
Gözleri Hala Çocuk
…”

Ekim/2007

1 Ekim 2007 Pazartesi

Ne olmayacağını bilmek!

Farklı olmayı istemedim diyemem ama hiçbirşeyi farklı olmak için yapayım diye de düşünmedim. Hayatı ile ilgili herşeyi el yordamıyla bulmuş, öğrenmeye çabalamış biri olarak, bilinenden ayrı bir yol seçtim kendime. Böyle birçok tali yol var aslında, yalnız değilim.
Çocuk kitaplarını, okunması gereken zamanda okuyamadığı için, yirmili yaşlarında merakla okuyan; okul döneminde herhangi bir yönlendirme ve bilgilendirme olmadığı için, hayat rüzgarının yeteneklerinin uzağına savurduğu bir kalabalık içindeyim. Aklının, şansının ve seçimlerinin dengesini kurup, yürümeye çalışan, isteklerini sıraya koymayı öğrenenler arasında.
Geçen gün otobüste, arka koltuğumda oturan yirmili yaşlarda iki genç kız telefon muhabbeti yapıyorlardı. Şu markanın en son modeli, bu markanın yeni modeli.
İnsanları tek bir kalıba sokmaya çalışmanın yanılgısının farkında biri olarak, kendi tavrı dışındaki hiçbirşeyi önemsemeyen bir halim yok tabi ki ama önemsiz şeylerden, bütün hayatlarını etkileyecek bir olaymış gibi hevesle bahsetmelerine şaşırıyor insan ister istemez.
Son model telefonlarla marka kıyafetler arasına sıkışmış, düşündükleri tek şey nasıl göründükleri olmasına karşın, hepsinin görünüşü birbirinin aynı olan insanları almıyor aklım.
Kızlar telefonun fiyatlarından bahsederken söyledikleri rakamlara “yok artk” dedim içimden. Demin demiştim ya isteklerini sıraya koymasını öğrenmiş diye. Mesela telaffuz ettikleri rakamlarla ben, görmek istediğim yerlerden birine doğru yolculuğa çıkar ya da yapmak istediğim başka şeyler için girişimde bulunurdum. Elinde olanları hoyratça, gösteriş için kullanan yaşayış biçimi benim çok dışımda ve çok yabancı bana.
Hayallerimin çoğunun takıldığı engel, maddi imkansızlık olsa da, hayatın sadece büyük meblağlarla alınabilecek bir marka olduğuna inanmıyorum. Asıl marka, kendi benliğimiz ve kişiliğimizdir. Hayat ise onu geliştirebileceğimiz alan.
Ne olmayacağımı biliyorum. Ne olacağımı ise hala öğreniyorum.
Ve

“Yaşamak istiyorum sadece,
kendi savaşlarım uğrunda
Ben sadece ben olmak istiyorum.”

Ekim/2007