31 Ekim 2010 Pazar

Arz-i Hâl


Karmate-Arja Bargı� (Nayino 2010)
Yükleyen ozdoganb. - Öne çıkan müzik videolarını izleyin.

‎"Doğru zaman kaçırılmışsa, diye düşündüm,
Eğer insan, bir şeyi kendinden bunca zaman esirgemişse;
Bir şey ondan bunca zaman esirgenmişse eğer,
Büyük bir güçle başlasa ve coşkuyla desteklense bile,
Artık çok geç kalınmış demektir.
Yoksa "çok geç" kalınmaz mı hiçbir zaman?
Yalnızca "geç" mi kalınır ve "geç" olması, her şeye karşın,
"Hiç" olmamasından daha mı iyidir?
Bilemiyorum..."

Ümit etmekten vazgeçmeli insan. Kitaplardaki o adamların gerçek olabileceğine inanmaktan vazgeçmeli. Ve daha da önemlisi, onu okumaktan vazgeçmeli.

Bu şarkı kulağıma o cümleleri fısıldarken saat gece üçü gösteriyordu. Gerçekte ne diyordu o şarkı bilmiyorum ama, ben kulağıma fısıldadıklarını dinledim. Vazgeçtim...

28 Ekim 2010 Perşembe

Perde

Karşı binanın, yağmurla birlikte kirli bir kırmızıya bürünen dış cephesine bakan, üçüncü kat penceresinin bir kanadı açık. Yağmurun, bir yaz esintisi naifliğinde yağdığını sanan hanım, yardım dilenircesine, bir kısmı pencerenin dışında sallanan perdeden habersiz, dolanmakta evin içinde. Perde beyaz bir bayrak sanki... perde, kıyıdan el sallarken, için için ağlayan bir yalnızın mendili.
Kadın, rüzgârda uçuşan eteğini zapt etmeye çalışırcasına, kornişte topluyor perdeyi. Ve bütün yaşadıklarının ardından bakarcasına, başı dik, ama aynı oranda hassas, kapatıyor pencereyi.

27 Ekim 2010 Çarşamba

Kayıp

Ve yağmur yağar, yağar... Taş binaların arasından süzülür, bir yol bulur kendine. Ben bulamam. Defalarca dinlediğim şarkıların, hayatımın anlamı olduğu zamanları özlerim. Bulutları bir şeylere benzetmeyi; pencereyi açıp, rüzgârın omzuma dokunan bir el gibi, usulca içeri girmesini özlerim. Heyecan duymayı, o heyecanın içine karışmayı özlerim. Bütün özlemlerim birleşir ve ben, kaybolurum gri bir bulutun içinde. Ararım kendimi... bulamam.

24 Ekim 2010 Pazar

Pek sevdim

üryan cümleler

Kaybetmek

"Bir taşra çocuğu sıfatıyla özlemeyi bilmiyorsanız denizi
Kaybettiniz (benim gibi)"

diyordu Oğuz Atay. Dolmabahçe'de, o deniz kıyısındaki çay bahçesinde, güneşin ısrarla gözümün içine girmesine bile aldırmadan, denizi izlerken aklıma geldi bu satırlar. Gelip geçen vapurlar, bir fincan çay ve birkaç kelime. Bazen hayat, bundan fazlası değil işte.

23 Ekim 2010 Cumartesi

Kırmızı çorap

Ev kalabalıktı. Aldıkları nefes yetmiyormuş gibi, kesik kesik soluyan insanlar vardı her yerde. Çoğunun kıyafetlerinde olmasa bile, eve derin bir siyah hakimdi. Oysa ben, o sabah, bir çikolata paketi kıvamında, kırmızı çoraplar giymiştim. Ağlaya ağlaya içindeki ipi tüketmiş, boş bir makara gibi bakan gözlerden, ayaklarımı saklayacak yer aradım, o uzun suskunluklarda.
Hayat ne garip. Hiç önemsemediğiniz bir şeyden bile, rahatsızlık duyacağınız bir konuma getiriyor sizi, bir anda.

22 Ekim 2010 Cuma

Yüz

Otobüsün kapısı açıldı ve cama yansıyan sevimsiz bir yüzle karşı karşıya kaldım. Ne yapacağımı şaşırdım önce. İnkâr etmeli, hiç oralı olmamalı ve yüzümü başka yöne çevirmeliydim. Öyle de yaptım. Ama otobüsten inene kadar aklımda dönüp durdu o suret. Yani kendi yüzüm.
Hiç akla gelmemiş bir yanı vardı. Yanından hızla geçtiğimiz insanlara hiç benzemeyen bir tarafı. Kızgın değil, üzgün değil, belki mutsuz bile değil. Ama kesinlikle sevimsiz. İnsan ne zaman, kendi yüzündeki ifadeden korkmaya başlamalı?

20 Ekim 2010 Çarşamba

Belki

Gitmeye karar verdi, şu zaman gidecekti filan derken; en sonunda gitti işte. Az önce telefonun bir ucunda annesi, diğer ucunda ben, hakim olamadık gözyaşlarımıza. Bazen her şeyin elimden kayıp gittiğini düşünüyorum. Keşke bugün daha bir özenseydim kendime. Ne bileyim makyajım makyaja benzeseydi biraz. Belki o zaman akmasın diye ağlamazdım.

18 Ekim 2010 Pazartesi

At kuyruğu

Güneşli bir pazar günüydü. Sürekli bir elimden ötekine geçirip durduğum, stres topu kıvamındaki televizyon kumandası ile, bir başınaydım evde. Ekranda bir sürü kadın, bir sürü erkek dolanıp duruyordu. O kadınlar gibi giyinip kuşanıp sokağa çıkmak geldi içimden. Aynı hızla da vazgeçtim hevesimden, nedense.
Oysa mutluluk saçan bir şarkı ritminde aynanın karşısında dolanmak, kapıdan çıkmadan, hâlâ o şarkıyı mırıldanıyor olmak isterdim. Denize nazır herhangi bir yerde, aynı şarkı olmasa da, mutluluğu çağrıştıran başka bir şarkının ritmini bulmak; ve o manzaraya rağmen, gözlerimi gözlerinden alamamak isterdim bir de. Bir türlü uzamayan saçlarımı, tepemde at kuyruğu yapmış olurdum. En çok sevdiğim şeylerden birinin, at kuyruğunun yürürken sallanması olduğunu söylerdim sana. Ve belki bir gün, sözlerini hatırlamadığı için, bir türlü hangi şarkıdan bahsettiğini anlatamayan insanların, bir yerde o şarkıyı duyduklarında yaşadığı sevince benzerdi yanında yürümek. "Bak işte bu şarkıydı"
Güneşli bir pazar günüydü, ben tüm bunları yerimden kımıldamadan yaptığımda. Elimde hâlâ bir televizyon kumandası vardı. Ama ne yazık, hayallerimin kanalı çekmiyordu bu televizyonda.

16 Ekim 2010 Cumartesi

Bekleyiş

Bekliyorum, öyle bir havada gel ki, vazgeçmek mümkün olmasın!

Orhan Veli

14 Ekim 2010 Perşembe

Küs

İşaret parmağını dolayıp diğer parmağının beline, yüzünde çocuklaştırmaya çalıştığı bir ifadeyle bana doğru uzattı elini. "Boz hadi!"
Zoraki gülmeye çalışırken ne kadar başarısız oluyorsam, içimden taşan gülme isteğini bastırmada da, aynı oranda başarısızım. Gülüyorum, hem de hiç istemediğim halde...

12 Ekim 2010 Salı

Mahsus

Bir tek kelimeyle, kilometrelerce ötedeki bir şehirde, kararmış ahşap pencerelerinin, buğulu gözler gibi dört bir yanına dizildiği; kırmızı çinko damının, bu mevsimde, vefakâr dostları yapraklar tarafından hiç terk edilmediği bir evde oturur buluyorum kendimi. Çıtırtıyla yanan kuzinenin açık kapağından fışkıran alevlerle, güneşliğin üzerindeki çiçeklerin rengi, kıyasıya bir yarış halinde. Gün, öğle vaktini geçmiş çoktan. Güneşlikler çekilmiş pencerenin bir yanına. Ve küçük bir kız, yastık niyetine, o kenara toplanan perdeye başını yaslamakta. Dışarıda her an patlamaya hazır bir yağmur, kuzinenin içindeyse, anneannenin nasırlı elleriyle yoğurduğu, lezzetli bir ekmeğe dönüşecek hamur.
Sesine pek de yakışacak bir türkü çalınırken radyoda, hemen bir hikâye anlatmaya başlıyor dede. Yine divanın baş köşesine kurulmuş, başında külah şeklinde bir bereyle. Camdan bakıyor ara sıra soluklanarak. Gökyüzü gibi usul usul koyuluyor anlattıkları da. Bütün söyleyecekleri bittiğinde, "onun gibi" diyerek bağlıyor yine konuyu, şimdiki zamana. Oysa benim hikâyelerim hep bölük pörçük. Hiçbirini bağlayamıyorum bir başkasına. Belki de o yüzden içim bu kadar dağınık hâlâ. Ya da belki hayat, mahsus yapıyor bunu bana.

Kolonya

İnsan her şeyi anlattığında karşısındakine, korunabileceğini sanıyor bazen. Ellerini bile nereye koyacağına bir türlü karar veremezken; gizli saklı acılarını, kötü günler için saklanmış umutlarını, çok olağan bir şeymiş gibi bırakırıveriyor masanın üzerine. Artık hiçbir sorunun kalmadığını düşünüyor. Sonra bir gün, asıl sorunun o günkü açıklığıyla başladığını anlayıveriyor birdenbire. Satın alınıp beğenilmemiş bir şey gibi, yine bir masanın üzerine bırakılıyor anlattıkları. Öyle yıpranmış, öyle başka bir hâle gelmiş oluyor ki, kendine ait olduğuna inanamıyor insan. Anlatırken ağlamamışsa bile, geçen zamanda aldığı bu hâli görünce, ağlayası geliyor. Bazı insanların yaralarına dökecek kolonyaya bile ihtiyacı kalmıyor bazen. Çünkü gözyaşları da aynı işlevi görüyor.

11 Ekim 2010 Pazartesi

Sesleniş

Vapurun üst katında bir cam kenarına, gecenin kuytuluğunu giyinmiş şehrin, denizle sarmalanmış yanına yasladım başımı. Işıl ışıldı vapurun içi. Kulağında kulaklıklarıyla, hangi şarkıya eşlik ettiğini bile bilmediğim, birini izliyordum camdaki yansısından. Bazen hafifçe yukarı kaldırıyordu başını. Üzerinden çok zaman geçmiş, ama yine de duyulmasıyla eski bir ânı hatırlatmaya yetmiş bir şarkıydı belki dinlediği. Hafifçe eğilmişken ellerine; görüntüsünün yansıdığı camın ardında dalgalanan, laciverdimsi suyun yüzeyine çıkmış gibi, "her şeyi ardımda bıraktım" der gibi kaldırıyordu başını. İşte o an, kendimi görünmez sanmama yarayan camın rahatlığını yerle bir etti, başını hafifçe yana çevirdiğinde, yüzünde ışıldayan o belli belirsiz gülümseme. Sınıf listesinden rastgele seçilecek olmasına rağmen, yine de eğilip bükülerek, sözlüden saklanabileceğini sanan bir öğrenci gibiydim. Biliyor musun, bazı şeyler hiç değişmiyordu. Ne zaman adın söylense, "ben mi?" diye gereksiz bir zaman kazanma çabasıyla kıvranıp durmuşsan geçmişte, yıllar sonra bir gün, yine, aynı sancılı ânları yaşıyordun, hem de adın söylenmese bile.

Mühim değil

Tırnaklarımı nar çiçeği kırmızısına, göz kapaklarımı gece mavisine boyayan o eğlenceli gece, nedense, içimi dumandan hallice bir griye denk düşürdü. Şeffaf şemsiyelerin altında adımlanan sokaklar, ilk defa görülüyormuşçasına şaşkın bakışlarla süzülürken; ıslandıkça daha bir yorgun görününen kaldırım taşlarına, derdine ortak olunan bir dostmuş gibi, hassas davranılıyordu. Belki dilim kadar dolaşmıyordu ayaklarım birbirine. Ve belki, beni sadece yağmurdan değil; bildiğim-gördüğüm bütün kötü şeylerden koruyabileceğini sandığım için dört elle sarılmıştım, elimdeki şemsiyeye. Üstelik hava da esiyordu. Yani unutmak için gerekli her türlü imkân, benim için seferber olmuştu. Ama ne gariptir ki, insan unutmuyor içinde biriken anıları, öyle zamanlarda bile. O anıları neden unutması gerektiğini, hiç hatırlamazken hem de...

8 Ekim 2010 Cuma

Neylersin?

Bilmem ki neylemeli?
Kendinize soramayacağınız soruları şarkılar sorar bazen. Melodiye kapılıp mırıldanırken sözleri, hiç aklınızda olmayan biriyle karşılaşmışsınız gibi bir şaşkınlıkla kalakalırsınız bir an.
İşte öyle oluyor bu şarkıda... ve unutuluyor zaman...

Neylersin

"k"

O kadar büyüdüm mü ben? Yani insanların, beni gördüklerinde ilk düşündükleri, "Şu bizim bilmemkimin oğluyla bir tanıştıralım" olacağı kadar yani. Evet bu bir yaş tanımı işte. O yaşa gelmişim ben.
Oysa hâlâ iki güzel söze kanabilir, adımlarımı sağlam taşlara denk getiremeyip, sendeleyebilir, hatta içip içip ağlayabilirim. Ama işte, hayat pek ilgilenmiyor sizin potansiyelinizle. Birileri yanınıza birini yakıştırıyor. Adam meşgulü "k" ile yazıyorsa da, onlar için bunun bir önemi olmuyor. Ve hayat, camdan izlediğim şu yağmur gibi, hızla akıp geçiyor.

7 Ekim 2010 Perşembe

Dışarda hafiften yağmurun sesi

Yağmur bazen böyle yağar işte. Köy evlerinin çinko damlarında, uzak şehrin insanlarına yabancı melodiler çıkarır. Ne zaman özleseniz o melodiyi, hatırlamaya çalışmanın tatlı heyecanı kaplar içinizi. Usul usul, ama aynı zamanda bir kor gibi değdiği yeri yakar. Birgün bir bakmışsınız, aralarındaki bütün engelleri aşmış âşıklar gibi, perdeleri kenara sıyırıp, karşılıklı ağlamışsınız. Sesinde her şeye rağmen bir ninni yumuşaklığı saklar. Yağmurlu sabahlarda yorgana sarınıp, göz kapaklarınızın ardındaki hayallerle geçirdiğiniz saatleri anımsatır. Ne olsun istiyorsanız ona yorabileceğiniz bir sesi içinde barındırır. Hani ardınıza dönüp, "biri bana mı seslendi?" diye sorsanız yanınızdakilere, kimse anlam veremezken bu halinize, sesi, içinizdeki delinin kahkahalarını da bastırır.
Yağmur bazen, bir başkasının gözlerindeki görüntüyü taşır gibi süzülür, ıslak saçlarınızdan içinizdeki kuytu köşelere. İşte o zaman, çatısı akan evler gibi, bir kova tutuşturup damlayan kimi yerlere, ayağa kaldırırsınız, içinizde bugüne kadar ıslanmamış yer, her neresi ise. Çünkü yağmur, çocukken geçirmediğiniz bir hastalık gibi gelir, bulur sizi, hiç de beklemediğiniz bir vakitte...

Öyle güzel ki...

Karşı binanın penceresinden bakarken, seni gördüğünde hafifçe kenara çekilen biri olduğunu bilmek; aslında sinirleneceğin saçma bir duruma, saatlerce kıkırdayacak çocuk yüzler görmek; açık pencereye konan kuşları, ürkmesinler diye kıpırdamadan öylece izlemek; yağmurlu olduğunu bildiğin halde, şemsiyesiz çıkmış olsan da sokağa, ıslanmadan işyerine varabilmek; otobüste oturduğun cam kenarı koltukta, yanına oturan genç beyin de kitabına sarılmasıyla, kendini bambaşka bir yerdeymiş gibi hissetmek; yanından geçen hatunların, bir kilometreye yayılabilen parfüm kokularını, neye borçlu olduklarını anlayamasan da, onlara özenmek; kimilerine sessiz sessiz, kimilerine dile gelmiş sen'li cümlelerle hitap etmek ve hep, hep maviyi böylesine sevmek, yağmurlu bir günde bile; öyle güzel ki...

6 Ekim 2010 Çarşamba

Şimdi sen gidiyorsun ya...

Boğazımdaki ağrının, bir sevgiliden çok daha vefalı olduğu bir Ekim akşamı, belki de son defa yürüdük Kadıköy sokaklarında; içimde koca bir boşluk. Hiçbir kelimenin, hiçbir gülüşmenin dolduramayacağı kadar büyük. Özleminin bile dolduramayacağı bir boşluk.
Yolun açık olsun dostum.

4 Ekim 2010 Pazartesi

Eski


Hayat çok çabuk geçiyor. Eski maillerimi okuyor ve bu sonuca varıyorum nedense. Benim yazdıklarım, bana yazılanlar... Galiba bu hassas hâlim, şu pençesine düştüğüm soğuk algınlığından. Sebebi nedir bilmiyorum ama, hayat çabuk geçiyor işte. Ne yazık ki Eylül gibi, bir çırpıda bitecek Ekim de...

3 Ekim 2010 Pazar

Hani bir yağmur yağar da bazen

"Hâlâ onun için mi üzülüyorsun?" diye soruyorlar bana. Yüzümde bir şaşkınlık ifadesiyle kısacık bir an, bir şeyler aranır gibi bakıyorum yüzlerine. Ne bileyim, belki unutulmuş bir kelime aradığım, yutmaya çalışırken ağızlarının kenarından dışarı taşmış. Kırmamak, üzmemek için hep saklanmış. Oysa bilmiyorlar, bütün cümlelerden haberdarım ben. Bazen kelimelerle ne kadar iyi dost olduğumu unutuyorlar. Kimin ağzından çıkmışsa benimle ilgili bir cümle, nasıl oluyorsa, ilk bana uğruyor, bilmiyorlar.
"Hayır" diyorum. "Ben onu çoktan unuttum"

2 Ekim 2010 Cumartesi

Sevmek ciddi iştir

Tam da bana göre bir girişti aslında. Biraz çekingen, biraz gergin, biraz tedirgin ve biraz... Biraz işte, her şeyden biraz. Aylardır konuşmadığım dostumun evine girerken, içimden geçenlerdi bunlar.
Kırgınlık öyle bir şey ki, bütün duygularınızın üstünü örtebiliyor bazen. Onların artık yok olduğunu sanabiliyorsunuz. Ama oradalar... incecik bir perdenin altında. Onunla gülmeyi, bir şeyler anlatırken yüzünün aldığı ifadeyi, birbirimize sataşıp, sonra hiçbir şey olmamış gibi kaldığımız yerden devam etmeyi ne kadar özlediğimi, biliyorum şimdi. Ve bütün bunların yerini, asla başka bir şeyle dolduramayacağımı, yıllar da geçse o duyguların yerinden oynamayacağını da.
Elimizdeki ince bellilerle başlamıştık sohbete. Sohbetin de ince belinden. Dört işlemle birlikte mi öğrenmiştik hatırlamıyorum ama, biliyordum ben; hatıralar hoyrat davranmaya gelmezdi. Çay bardağının kavranılan ince beli gibiydi, birilerine anlatılanlar. Ve siz durup durup, aynı ince beli kavrayıp, içinize çekerdiniz hatıraların yudumlarını. Ve hep, aynı anda, bir şarkı başlardı...

1 Ekim 2010 Cuma

Benim en güzel düşlerim içimde kaldı



Bir yanım gündelik şeyler
Evdir ekmektir
Bir yanım türküler söyler
Yoldur özlemdir
Benim en güzel düşlerim
İçimde kaldı



Otobüsün cam kenarında, elimde kitabımla oturarak başlıyorum bugüne. Etrafa yayılan uğultuya aldırmadan okuyorum. O koltuktan hiç inmemek, en azından kitabı bitirmeden inmemek istiyorum. Çok değil 10 dakika daha. Sabah yataktan kalkmak istemeyen insanlar gibi, "n'olurrrrr" diyesim var hatta.
Çünkü kadın, nihayet hoşlanabileceği birine rastladı, bir kırmızı ışık sayesinde de olsa. Ve dahası, adam, "siz bana numaranızı vermezsiniz diyerek" kartını uzattı yan cama. Ama gelin görün ki, çantasını çaldırdı kadın. Ve ben, o cümleyi okuduğumda verdiğim tepkiyi, ne kadar yüksek bir tonda söylemiş olabileceğimi bilemiyorum hâlâ. Çantadaki diğer önemli şeylerin kayboluşunun, o kartı kaybetmenin üzüntüsünün yanında bir hiç sayılacağını bilmem için, sonraki cümleyi okumama gerek yoktu. İçimde bir yerlerde biliyordum zaten, çok öncelerden. Erkeklerin kadınları anlayamamasına bir sebep aranmanın boşunalığını farkettim, bütün bunlar olurken.