31 Aralık 2009 Perşembe

Yeni yıl

Bir otobüs durağında, uzun zamandır beklemekteyim. Ya çok erken gelmişim, yahut bir o kadar geç. Az ilerideki yaya geçidinin, tek ayağı havada çocuk resimleri üzerinden geçen insanları izliyor, güç almaya çalışıyorum onlardan. Herkes bir şekilde yaşıyor işte, diyorum kendime. Bir çıkar yol bulunuyor.
Hava birazcık bulutlu. Kendini bir türlü unutturmayan o yalnızlık duygusundan arınarak, ılık ılık esen rüzgarla ferahlatmaya çalışıyorum içimi. Sokakta oynamanın tadına varabilen, yaygaracı birkaç çocuğun bağırış seslerini dinliyor, tam karşımda duran, eski, yıkık telefon kulübesine bakınıyorum. Bir yerde olmalı elbet. Mutlaka bir yere saklanmış olmalı. Ama ne hikmetse, geçip giden şu koca senede de bulunamadı...

(Siz bu satırları okurken, ben Van'a doğru yola çıkmış olacağım. Dilerim mutlu başlar bu yıl. Ve öyle devam eder.)

Not:
Yağmur kız...
mavi bir gökyüzünde, kocaman beyaz bulutlar dolanırken, içimizi ısıtan aralık güneşi...
Doğum günün kutlu olsun. Çok çok mutlu ol, olur mu?

25 Aralık 2009 Cuma

Sevmek bir eylemdir


Ne zaman farkettik sessizliğe susadığımızı? Onca gürültü ve çatışma arasında, nerede olduğumuzu kaybettiğimizde ya da başkalarının doğrularına sarılıp, kendimize onların gözlerinden bakmaya başladığımızda mı? Kör, sağır, dilsiz yaşayan, koca bir kalabalığın arasında geçip giderken günler, mecazın aslından daha vahim olduğunu ne zaman farkettik? Farketmedik mi yoksa? Eyvah...

24 Aralık 2009 Perşembe

Acaba?

Bir tanım aranıyorum seninle her konuştuğumda. Bir kalabalığın ortasında yalnızlıktan sıkılır da insan, bir umutla, gözleri tanıdık birilerini arar ya hani etrafta... Ufak da olsa benzer duygular yakalamaya çalışıyorum kelimelerinde; olmuyor. Amacım sana yafta yapıştırmak değil; asla! Birazcık olsun anlayabilmek istiyorum seni. Ne kadar samimisin mesela? Ne kadarı sahtekârca kurduğun cümlelerin? Değer verdiğini söyleyip dururken, kendimi bu kadar değersiz hissetmemi de istiyor olabilir misin?

22 Aralık 2009 Salı

Tülay

Bunca yıldır benimle olduğu halde, nasıl merak etmedim? Bu kadar mı önemsemiyor, bu kadar mı basit, sıradan buluyordum onu? İsmimi yani. Tülay, ince ruhlu güzel demekmiş...

Sana bilmediğim bir şey söyleyemem...

Kapı zilinden ilk kez irkilmiştim. Diafon'a uzanıp, gelenin kim olduğunu sordum. "Benim". Kimliğinden bu kadar emin bir seslenişin karşısında, bir süre kararsız kaldıktan sonra, açtım kapıyı. Çocukluğumun komşu teyzesi, kimbilir kaç senenin ardından, akraba ziyaretinden dönerken uğrayıvermişti. Şaşkınlığımdan sıyrılmaya çalışarak içeri buyur ettim.
Kaç sene olmuştu; on, on beş? Ne yapıyor, nerede oturuyordu? Neler gelip geçmişti başından, görüşmediğimiz zaman dilimde? Onunla ilgili hafızamdaki en canlı bilgi, intihar eden kızıydı. Nedenini niçinini bile bilmiyor ya da hatırlamıyordum. Halının üzerinde bir noktaya dalıp, kendi kendine konuşur gibi anlatıyordu; oğlundan, kızından, torunundan. Usul usul birkaç soru sorup, çekiliyordum zihninden. Tam kapanmamış musluk gibi, sessiz sessiz anlatıyordu içinden geçenleri.
"İnsanlar arkalarına baktıklarında hiçbir şey göremediklerini söylerler ya" dedi, "işte ben, arkama baktığımda diyorum ki, her şeyi yaşamışım. İyiyi de, kötüyü de." Duyamadığını anlatmak ister gibi "nasıl?" diye sorduğunda farkettim, aslında içimden geçirmediğimi o cümleyi. "Peki, bu iyi bir şey mi?"

21 Aralık 2009 Pazartesi

Dü(i)şsel

Ne zaman kolumu yastığın altına koyarak uyumaya çalışsam, çıkan dişin, yastığın altında hediyeye dönüşeceği efsanesi gelir aklıma. Şu hayattan güzel şeyler istemek için, çekilmiş ya da düşmüş bir dişe ihtiyacım olmadı hiç. Başımı yastığa her koyuşumda, uykudan önce hayaller misafir oldu, göz kapaklarıma. Oysa diş, hayata tutunmak için, geçirmekle tamamlanan bir deyimde kullanıldı en fazla.

Yak bir sigara, kül olsun dertler ucunda

Gözüm, sadece bir nefes alabildiğim ve o andan itibaren, yavaş yavaş eksilişini izlediğim sigarada; kulağım, otuz kadar kişinin doldurduğu odaya yayılan, yaşanmış bir şeyleri anımsatan o türküdeydi. İçmeyi bilmediğim ve beceremediğim, ve üstüne üstlük, kokusundan da nefret ettiğim halde, bazı zamanlar, saçma bir özlemle doluyorum sigaraya karşı.
Belki de görücü usulü evlilikler gibiydi onunla ilişkim. Ortak yanlarının olup olmadığı sorgulanmaksızın, ailelerin birbirlerine uygun gördükleri gençlerdik biz. Belki boylarımızdı uygun olan, belki de işlerimiz. İşte tam o kıvamda yakışıyordu sigara, içimdeki kedere.
Kimsenin yadırgamayacağı bir efkâr terimi olmasına rağmen, öyle sevimsiz ve öyle aldatıcı bulurum ki ben onu, o an elimde sigara ile oluşturduğum görüntüye, alaycı bir gülüşle olmazlanışım da bundandı belki de.

20 Aralık 2009 Pazar

Bir sende değil, dumanlı ömür

Konusunun ne olduğunu bile bilmediğim bir filme rastlamış, öylece bakıyordum ekrana. Kanalı neden değiştiremediğimi de bilmiyordum. Çeşitli yerlerinden vurularak öldürülmüş insanların arasından, at üzerinde geçerlerken, gördüklerine inanmakta zorlanıyor gibiydiler; adam, kadın ve çocuk.
Ölmeyi, en çok o istediği halde, orada hayatta kalmayı başarmış tek insan, ansızın karşılarına çıkıp; "çok hastayım, ne olur beni öldürün" diye yalvarıyordu. Kendilerini kurtarıp, zar zor yollarına devam etmeye başladıklarında, bir anda, küçük kız, indi attan. Geriye doğru koşup, eline, kendisi kadar bir kaya parçası aldı. Adamın kafasına doğru olanca gücüyle fırlattı. Onca zaman beklediği ölüm, demek bu kadar yakınındaydı.
Acı çekmenin ne demek olduğunu bilen biri, hiç tanımıyor olsa bile, başkalarının acısına kayıtsız kalamıyordu. Yardım etmek için uzattığı elin, normal şartlarda yanlış kabul edilecek şıkkı seçmesi ne kadar zorsa, uzak durması da bir o kadar zordu işte. Yanlış dediğimiz şey de, artık kime göreyse?

Gülümse, hadi gülümse

Diğerlerine oranla boş sayılacak bir otobüsün orta kısmında, aralı camdan yüzüme ulaşan, şefkatli yağmur damlalarına ve acımasız rüzgâra teslim etmiştim kendimi. Akşamın karanlığında, camda belirginleşen yorgun yüzlere ve ince bir buharla silikleşen caddeye bakıyordum.
Sokakta kendi kendine yürüyebilmenin tadına yeni varabilen bir çocuk, endişeli annesini de ardından koşturarak, ana caddeyi adımlıyordu. Sonra kadın, son saniyelerine yaklaşmış kırmızı ışığı farkederek, çocuğu kucağına aldı. Her geçen saniye biraz daha hızlanarak karşı kaldırıma doğru ilerlerken, çocuğun havaya kalkmış elinin işaret parmağı, orkestra şeflerinin gülünç taklitlerini andırıyordu. Güldüm... Ve biliyorsun gülmek, insana hep iyi geliyordu.

18 Aralık 2009 Cuma

Film şeridi

Bazı anları, aklımıza ve aynı zamanda yüreğimize kazıyan duygular var. Seneler öncesi okuduğum bir kitabın, adı dahi hatırımda yokken; cümlelerini, sanki bana aitlermiş gibi, içimde taşıdığımı anladığımda öğrendim bunu. Ölsem de unutmayacağım cümleler, bakışlar, tavırlar, insanlar vardı.
Gönül Yarası'nda, "iyi ki çocuğunuz olmamış" diyerek, kızının ayrılığına acemi-iyimser bir açıdan bakmaya çalışan babaya, "zaten çocuğumuz olmadığı için ayrıldık biz baba" diyen o kadın...
Cesur Yürek'te, maskenin ardına gizlenmiş düşman yüzünü gördüğünde, savaşta bile yaşamadığı bozgun duygusuyla dağılan o adam...
Ya da eski türk filmlerinde, kaç değişik versiyonunu, bilmem kaçıncı kez izlediğimi kestiremediğim, kül kedisinden bir prenses yaratılan ve adamın, daha ilk bakışta kadına sırılsıklam aşık olduğu o sahne...
Ezbere bildiğimiz filmleri izlerken, gayri ihtiyari, yine o tuzağa düşmesin diye, başrollere akıl verilen o an...
Bir anlamı var mı tüm bunların?

17 Aralık 2009 Perşembe

Çekmece

Yatağımın başucundaki çekmece... Yıllandıkça tad kazanan dostluklardan hatıra, ufak notlar; on saniye öncesinde ağlamış olsa bile, o an gülümseyen yüzlere ait fotoğraflar... Boş kağıtlar; hiç bana benzemeyen, eskide kalmış birine ait yıllıklar... Mutlaka burada bir yerde olmalı, beni yeniden ayağa kaldıracak umutlar...

15 Aralık 2009 Salı

Barış

Otobüsün camları öyle buğulanmıştı ki, akan sular, dirsek hizamdaki o küçük oyukta birikmişti. Soğuktu hava. Çok beklemiş, yeterince de üşümüştüm. Öndeki koltuğun cam kenarında, atkı-bere tam tekmil kuşanmış, tahminen ilköğretim çağlarında bir çocuk, o ıslak cama dayamıştı başını. Yanında bakımlı bir kadın oturuyor, ara sıra göz ucuyla bakıyordu çocuğa. Küçümseyen bir yanı vardı sanki bakışının. Ya da bir kızgınlık emaresi, tam emin değildim. Kitap okumaya niyetliydim ama gözümü bir türlü onlardan alamıyordum.
Birkaç dakika arayla, ifadesi değişmeyen bakışlarını çocuğun üzerinde gezindirdikten sonra; sol elini, cam ile çocuğun başı arasına geçirdi kadın. Omzuna yasladı beresinin kuru yanını. Başını yüzüne siper edip, bakımlı elini, berenin nemli yanına bastırdı. Küstüler sanki... Ama barışmışlardı.

14 Aralık 2009 Pazartesi

Yağmurlu bir gündü

Her ne kadar, bir saat içinde sağa sola çarpıp, bir şekilde zedeleyeceğimi bilsem de, kırmızı oje sürdürdüm. "Sürmeyi beceremiyorsun, bari elinde tutmayı başarsan" gibi gedikli bir cümlem vardı nasılsa. Ardından, ne kadar uzun olduğunu hatırlayamadığım bir zamandan sonra, fön çektirdim saçıma. O koltukta, neden bu kadar rahatsız olduğumu sorup durdum yine kendime; gerekli-gereksiz bir sürü soruya, gönülsüzce kısa cevaplar veririrken. Onların en sevmediği müşteri tipiydim herhalde. Biri bana çok dikkatle bakarken; olmadığım biri gibi davranmaya, istemediğim konuların içinde bulunmaya zorlarken, hep böyle rahatsız hissediyordum kendimi.
Yağmur yağıyordu kuaförden çıktığımda. Şemsiye taşımayı sevmiyordum ama, onca eziyetini çekmişken, saçımın bozulmasına da razı değildim. Cumartesi akşamı ve Pazar gününün plânları için gerekli her şeyi, bavul gibi bir çantanın içine doldurmuştum. Çanta yeterince kalabalık olduğundan ve sohbetle geçecek zamanlarda, kitabıma ihtiyacım olmayacağını bildiğimden, onu almamıştım yanıma. Ama plân aksayıp da, kendimi tek başıma bir cafede otururken bulunca, bir kere daha anladım ki, hayata temkinli olunamıyordu. Misafirdik ya, umduğumuz gibi değil, bulduğumuz gibi yaşayacaktık her şeyi.
Elimdeki bardakla oyalanıp dururken, birçok soru sordum kendime. İnsanlar bazı cümleleri öyle bilinçsizce ve öyle ezberden söylüyorlardı ki, hayat ansızın sözlüye kaldırdığında, anlamaz gözlerle bakıyorlardı. Ama bütün bunlara aldırmadan, hayatımdaki sonuçlara, içten içe, gururlarını okşayan sebepler yakıştırıyorlardı. Yalnızdım; unutamadığım biri vardı muhakkak. Onlar böyle düşündükleri için mi, yoksa böyle düşünmelerine sebep olduğum için mi kızgındım, bilmiyorum.
Büyük laflar ediyor, tutamayacakları sözler veriyorlardı. İçlerine sindiremedikleri bütün cümleler su yüzüne çıkıyordu bir anda. Bütün sebepleri, hayal güçlerine borçlu olduklarını farkettiklerinde, kendi kazdıkları kuyularda kayboluyorlardı. Aldırmıyordum artık. Yürümek istiyordum, oysa yağmur yağıyordu...

11 Aralık 2009 Cuma

Doğum Günün Kutlu Olsun Yeşil Gözlü Dostum...




Günaydın güzel dost. Yine bir doğum gününde beraberiz. Benim için hayatın bana verdiği çok güzel hediyelerden birisin. Dostluğun,arkadaşlığın benim için değeri biçilmez bir hediye.Her zaman benim en iyi dostum olarak kalacaksın.Arada ki mesafe ne olursa olsun bu hiçbir zaman değişmeyecek.Yeni yaşının güzellikleri,mutlulukları beraberinde getirmesini diliyorum. Ve hayata biraz daha olumlu bakmanı sağlamasını istiyorum:) Unutma mutlu olmak senin elinde.Hiç bir kişinin seni üzmesine izin verme.
Bazen beni çileden çıkarsanda seviyorum seni yeşil gözlü Calimero:) Doğum günün kutlu olsun arkadaş....


Not: Blogunu ele geçirdim galiba.Kusura bakma ama doğum günün için özel bu.Benden kork demiştim:) Biraz acele oldu yazı.Daha güzelini yazmak isterdim.Ama bu konuda seninle yarışamam:)

10 Aralık 2009 Perşembe

+1

Gökyüzünde parıldayan yıldızlar gibi olsa da, pastamı süsleyen mumlar; ben o küçük kız çocuğuyum hâlâ.
Bakıyorum da, sadece posası kalmış yıllar öncesininin güzel dileklerinin. Ve ne yazık, son kullanma tarihi geçmiş, tüm umutlarımın. Yine de, dostlardan aldığım güçle, geceyi söndürmek niyetindeyim bugün.
27 mumun alevinden bir güneş doğarsa eğer, yeni bir güne; fısıltılı bir merhabayla karşılayıp, armağan edeceğim kendime. Her şeye rağmen, doğum günüm şerefine...

Aralık/2009

8 Aralık 2009 Salı

Hayat tuhaf filan değil...komik!

Algımın bu dar çemberinden çıkmak istiyorum. En acıklı sahneye kahkahalarla gülerken, birdenbire hıçkırıklara boğulan o kadın, bana benziyor mu diye düşünmekten vazgeçip, okuyabilmek istiyorum yeniden.
Çocukluğunun hiçbir döneminde "dersini yaptın mı?" diye sorgulanan biri olmadığım için belki de, görevlerini hatırlatan bir anne otoritesiyle yaklaşıyorum kendime. Bir sonuca ulaşamıyorum çünkü, ne kadar düşünsem de...

7 Aralık 2009 Pazartesi

Bekleme Salonu Oyunundan...

Adam : Geçmişimin çamurlu sayfalarını size anlattım diye, köşemde oturup ağlamamı mı bekliyordunuz?
Kadın : Keşke...
Adam : Otursaydım değil mi?
Kadın : Hayır, ağlasaydın!

6 Aralık 2009 Pazar

Ya dışındasındır çemberin...

Her şeyden, herkesten kaçıyorum bu aralar. En çok da kendimden, her ne kadar boşa olsa da bu çabalar. Tanımadığım kalabalıkların arasında bir yalnız olmayı, çare belleyip kendime, dün akşam ve bugün için tiyatro biletleri satın aldım, alelacele. Canım sıkkınken yaptığım şeyler pek içaçıcı olmayacaktı. Evde olmamalıydım. Sürekli düşünecek, yerli-yersiz ağlayacaktım. Hiçbir şey okuyamayacak, huzursuzlanıp duracaktım. Ve dahası, etrafımdaki herkesi de huzursuz edecektim bu arada.
Düşünmekten alıkoyamasa da, o kalabalık, bende bir utanma duygusu oluşturur ve ağlamaktan alıkoyardı belki. Yine de, her boş anımda düşünürken yakaladım kendimi. Ve cevabını bir türlü bulamadığım sorular sorarken. Hayat, benden ne istiyorsun sen?
Sevdiklerimin kimini alıp götürdün, kimini benden çok uzaklara savurdun. Bütün cümlelerimi teker teker sınayıp durdun. Bütün olmazlarımı zorlayıp, kurallarımı ihlâl etmeye teşvik ettin beni. Söylesene neden? Sence de yeterince yorulmadım mı artık? Yeterince üzülmedim mi?
Önce anneannemi aldın, sonra Kazım abiyi. Ölümü tattırdın en ağır haliyle. Sonra çocukluk arkadaşımı savurdun, ülkenin br köşesine. Kınası yakılırken de, sorunlarını dinlerken de ağladım ben. Eli kolu bağlı olmanın yakıcılığını hissettim içimde. Şimdi tutmuş, en yakın arkadaşımı, dostumu, ülke dışına gönderme plânları yapıyorsun. Yarım kalmak ne demek, öğreneyim istiyorsun galiba. Ben sana ne yaptım bu kadar, bir türlü anlayamadım hâlâ?
Bütün kalp çarpıntılarımda, hep diken üstünde oturttun beni. Hiç "ohh" diyemedim, yarından korkmayan herhangi biri gibi. Karşıma geçip, "daha ne yaşadın ki?" dediğini duyar gibiyim. Türk filmlerin kötü kahramanlarındansın sen, muhakkak. Pis bir sırıtışla, kurduğun tuzağa düşmemi bekliyorsun. Ben bu kadar ani değişimlerin altından, kalkabilecek miyim peki?
Bir yaşı daha ardımda bırakacağım birkaç gün sonra. Karşıma daha neler çıkaracaksın acaba? Evet, doğum günüm yaklaşıyor yine.
Çocukken annemin kurduğu sofralardı, benim için doğum günleri. Beyaz, dantel bir örtünün üzerine dizilmiş, kurabiye, kısır, pasta, sarma dolu tabaklar. Ve illaki, yüze kondurulmuş emanet bir gülümsemeyle çektirilen, fotoğraflar.
Sonra, bir an önce geçmesini istediğim zamanlar oldular. Büyümek istiyordum çünkü. Aralık ayında doğan her çocuğun insafsız kaderiydi, annemin beni, inatla, aslında bir sonraki sene doğmuş sayıldığıma ikna etme girişimleri.
Zaman geçtikçe, benim için bir hesaplaşma gününe dönüştü, yaş devirleri. Ama her ne olursa olsun, o mumlar üflenmeli, güzel dilekler dilenmeliydi. Çaktırmadan daha özenli olurdum o gün, kendime. Sanki kimseye gerek kalmadan, ardımda kalan yılları unutturmak için, iltimas geçerdim, kaşıma gözüme.
Şimdi ilk defa bu kadar kayıtsız kalıyorum o güne, bir yaşı daha ardımda bırakacak olmama rağmen. Ben bu yıl öğrendim ki, "asla"ların ardına gizlenip, büyük cümleler kurmamalı insan. Gerçi emin değilim artık ya, öğrenmenin bile gerekliliğinden. Ve sanıyorum ki, doğru kabloyu kesebilmek için, bütün sorularımın cevaplarını bulmalıyım, cuma günü gelmeden...

4 Aralık 2009 Cuma

Vazgeçiş

Kaybettiğim bir şeyi bulmuş gibiydim, seninle karşılaştığımda. Ve bütün doğrularımı yitirmiştim sanki, bir çırpıda. Ben hayır dedikçe, kalbim evet diyordu ya; bir kez daha anlamıştım ki, insan en çok kendine kızıyordu, suçlu aramaya başlayınca.
Belki ilk defa, ardıma bakmadan gitmek, bu kadar zor olacaktı. İlk defa yaşayamadıklarım, hep bir başkasına ait kalacaktı. Bunca koşturma içinde farketmediğim bir şeyi anladım, yanında soluklanırken. O kadar çok yorulmuştum ki, sadece birazcık huzur istiyordum ben.

3 Aralık 2009 Perşembe

Ağaç

Takılıp kaldığım bir şarkının, burnumu sızlatan sesiyle bastırmaya çalışıyorum herşeyi. Bir daha dinlemeyeceğim deyip, iki şarkı sonra yine ona dönüyorum. Aynı şarkıyı defalarca dinlediğimin farkına varmıyor sanki hiçkimse, içimdeki gürültü sayesinde. Dinliyorum, ağlıyorum.
Penceremin tam karşısında, mevsime direnen yeşil yaprakları olan bir ağaç var. Gövdeye yakın kısmının yaprakları sararmış biraz. Sanki içinden bir ışık süzülüyormuş gibi. Kimbilir, belki onun da içi acıyordur benim gibi?

1 Aralık 2009 Salı

Gündüzün şerri, gecenin hayrından iyi miydi?

Ne kadar kararsız biri olduğuma defalarca karar vermiş olmama rağmen, şimdi bu halime neden şaşırıyorum dersin? Ve işin kötüsü, gündüzle gece kadar farklı iki seçenekten, hangisini seçersem seçeyim, canımın yanacak, aklımın diğer seçenekte kalacak olmasına; ve bu durumun gelip beni bulmuş olmasına neden şaşırıyorum söylesene? Çünkü ben bulamıyorum bir sebep, o kadar düşünmüş olmama rağmen hem de.

29 Kasım 2009 Pazar

İçinde tüm sevdiklerim, içinde İstanbul olsun

Adım adım dolaşıp, çalınan müziklerde yitip gideceğimiz bir mekan aramıştık, neredeyse bir saat boyunca. Afiş, işte o sürenin sonunda çıktı karşıma. Ve bir anda karar verdik, gidip o melodilerle yeniden içimizi yakmaya.
Başka türlü olmasını istediğim her şeye, öyle yüksek seslerle çağrı yapmayı özlemiştim. İçinde bana ait bir şeylerin bulunduğu masalları hayal etmekten mutlu, o hayallere sahip çıkmaya çabalamaktan yorgun olarak döndüm eve.
Yeni yıkanmış nevresimlerin üzerine, az miktarda yumuşatıcı, bol miktarda is kokusu sinmişti. Yastık kılıfını süsleyen çiçeklerin solmasından bile korktum esasında. Aklımda düşünülmeyi bekleyen onca şey varken, is kokulu bu nevresimin altında havasız kaldım. Ve uykusuz biraz da.

27 Kasım 2009 Cuma

Öyle işte

Gecenin karanlığını var gücüyle itiyor duvardaki saat; tik taklarıyla. Boğazımda takılı kalmış sözcükler, kesik öksürüklerle eşlik ediyor ona. Evin bütün odalarına yayılmış yalnızlığın rüzgârı, çarpıyor beni.
Bir fincan mis kokulu ıhlamurla, oturuyorum televizyonun başına. Eskilerden bir türk filmine rastlıyor, kimbilir kaçıncı kez izlemeye başlıyorum. Repliklerine eşlik ediyor, kötü adama kızıyorum bolca. Sanki ben de filmin içindeymişim gibi hissediyorum bazen ve bu yüzden, elimdeki fincanı kaptıracağım korkusuyla, daha bir sarılmış oluyorum kulpuna. Bu duruma daha fazla dayanamayıp, değiştiriyorum kanalı.
Yeni senaryolar yazıyorum içimde. Hem o filme, hem de hayatıma. "İmkânsız" diyenlere gülüyorum kahkahayla. "Değişecek" diyorum, "elbet değişecek!" Ama eksik kalan bir şey var bir yerlerde. Bulamıyorum bir türlü, koşuşturmalar içinde yitirdiğim her neyse, uzayıp giden sorumluluksuz saatlerde de...

Kasım/2009

26 Kasım 2009 Perşembe

Bayramlık

Bu sabah, birçok insanın hissettiği o yalnızlık duygusuydu uyanan, ben değildim. Ben uyanamamıştım henüz. Kimin, hangi sözüyle başladığı unutulmuş bir kavga gibi unutmuştum; bayram sevinçlerimi ilk ne zaman, cilalı hüzünlerle değiştirdiğimi. Hatırlamıyordum başlangıcını, eski başlangıçları hatırlamak istemiyordum.
Yeni olsun istiyordum her şey. Yeni kıyafetlerle donatılan çocuklar gibi, yeni umutlarla, yeni bir aşkla kuşanmak istiyordum, bayramın şerefine. İstediğinin alınması için, ayağını yere vura vura ağlayan bir çocukluk yaşamamış olmamın hatırına, şimdi ayaklarım yeri büyük bir inatla dövsün istiyordum. Öyle bir gün düşlüyordum ki, adı mutlaka bayram olmalıydı bunun.

25 Kasım 2009 Çarşamba

Oyun

Ben, zar kendine uygun düştüğünde utananı ve soranı severim. "Hilekâr bir oyuncu muyum yoksa?"

Gözleri tezgahın üzerinde bilinçsizce gezindi. Beğendiği bir şey var mı diye merak etmesine rağmen, adamın başındaki kalabalığın dağılmasını bekliyordu, başka bir şey düşünemeden. Kalabalığın kararsız ve ısrarcı olduğunu anladığında, parmağındaki yüzüğü göstererek derdini anlatmaya başlayacaktı ki, adam ne dediğini dinlemeden fiyatını söyledi. "Hayır" dedi kız, adamın, o korktuğu yanılgıya kapıldığını farkederek. "Ben bu yüzüğü geçen hafta almıştım. Büyük geliyor, neredeyse düşecek. Küçüğüyle değiştirmek istiyorum" dedi; parmağına büyük olduğunu adama kanıtlamak ister gibi, yüzüğü çıkarıp takarak. Adam önce kızın parmağına, sonra ellerini kavuşturarak yüzüne baktı. Gönülsüzce kıza yakın bir tablayı göstererek, "oradan bakın" dedi.
Nefret ediyordu bu durumdan, sürekli önüne çıkan bu ikilemden. Bu konumda olmaya tahammülü yoktu ama diğer taraftan da hakkını yedirmek istemiyordu. Sürekli bir ispat, sürekli bir ikna hâli. Her hareketi potansiyel suç sayılan insanlar ve bu suçu kimliklerine bir sıfat olarak konduranlar arasındaki farkı, kaç kişi ayırdedebilirdi ki?

24 Kasım 2009 Salı

Kayıp

Pencereden bakıp, uzun boylu birinin yüzünü görmeye çalışır gibi, üst katını görmeye çabaladığım binalar, bir sis bulutunun ardında bugün. Sanki bir yaramazlık yapmışlar, suçlarını da biliyorlar üstelik... Kendilerini koruyacak bir büyüğün ardına saklanmışlar, öylece etrafı kolluyorlar.
Çoğu zaman, böyle bir sis bulutunun ardında saklı, başka bir gezegenin olduğunu umut ediyorum. Kelimelerin, tabirlerin gerektiği gibi kullanıldığı; insanların yalan söylerken yüzlerinin kızardığı; "elalem ne der?" diye sorana kadar, "vicdanım ne diyor?" diye haklınının sınandığı bir gezegen; olmalı!

22 Kasım 2009 Pazar

Özenmek

Şiirin kapısına varabilmek için, aklından geçen birçok kelimeden vazgeçmen gerekir. Ardında kalan ayak izlerini, bir cümleye sığdırma marifetidir çünkü şiir. Hem de eksik gedik bırakmadan.
Oysa atmaya kıyamayacak kadar çok değer verdiğinde, en önemsiz kelimelere bile; uzayıp giden br yazının içinde, kaybedersin kendini. Cümlelerin virgülsüz, noktasız kalır; sen soluksuz kalırsın.
Sonra bir gün, birini görüverirsin. Onunla cümlelerinin nefes alacağına, anlamlarının birbirine karışmayacağına inanırsın. Bir büyük harf yapar, başlarsın yeni bir paragrafa. Noktalama işaretlerinden o kadar yoksun yaşamışsındır ki, yeni bir satırın başı olamayacağını geç farkedersin. Yine uzar gider cümlelerin.
İlk noktaya kavuştuğun an, kalın bir defterden, sana ait kelimeleri ayıklamaya başlarsın. İşte o gün, hiç şarkı söylememişken daha, şiir olmaya özenirsin...

19 Kasım 2009 Perşembe

Hiç de bikere

Bir kelimeyle seneler öncesine gidebiliyor insan. Bir şarkıyla yıllar öncesine ait bir duyguyu, aynı sıcaklıkla hissedebiliyor. Özlüyor; oyun oynamayı, toprağa basmayı, kahkaha atmayı, yağmurda ıslanmayı, heyecan duymayı, aşık olmayı... Özlüyor işte, aklına ne geliyorsa o anda. Mesela çocukça konuşmayı...

17 Kasım 2009 Salı

İkna

Siyah çerçeveli gözlüklerinin altından, süzülerek inen yaşlar, bir yaprağın üzerinde kayan çiy taneleri gibiydi. Dudakları titriyordu. Duvara zar zor tutunup, ayakta durmaya çalıştı. Ne olduğunu sormaya cesaret edemedim. Onun kadar sağlam duramayacağımdan korkuyordum.
Ne zaman bir hastanenin kapısından içeri girsem, geliş nedenimi unutup, başka hikâyelerin arasında kayboluyordum. Yine öyle olmuştu. Kadınlar, çocuklar; elleri bellerinde zar zor koridoru adımlayan, her adımda duraksayarak merdivenleri çıkan yaşlılar...
Nöroloji bölümünün kapısında durmuş, bir yandan, çifter çifter dağıtılmış sıra numaralarının karmaşasından kurtulmaya çalışırken, diğer taraftan da, şikayetlerimi nasıl anlatacağımın provasını yapıyordum içimden. Sanki, not yükseltmek için sözlüye kalkacak bir öğrenciydim. Aslına bakılırsa, pek de bir farkı yoktu. Sorulara doğru yanıtları vermeliydim.
Hastaneler, doktorlar farklı olsa da, takınılan tavır, pek de değişmiyordu. Hastalık, bizden habersiz, sosyal bir statü oluvermişti sanki. Ve onu kazanabilmek için, yalan söylememiz bile muhtemel görünebilirdi. Belki de sevinilesi bir durum olmuştu da ağrı, sızılar; sadakatinden mutluluk duyamayacaktık bir türlü, bizi böyle sınayıp durmasalar. Hasılı, bir hastalıkla başa çıkabilmek, sadece iki yola bağlıydı. Ya "bize bir şey olmaz" öngörüsüne sığınıp, uzak duracaktık hastanelerden olabildiğince, ya da bütün soruları eksiksiz yanıtlayıp, ikna edecektik onları, üç yanlış bir doğruyu götürse de...

16 Kasım 2009 Pazartesi

Hayal/gerçek

Birkaç otobüs ve araba geçip, sessizliğe terkettiğinde o tanıdık caddeyi; kaldırımda birikmiş kuru yaprakların, adımlarımla hasbıhalini dinledim. O koca ağaçların, rüzgârla yayılıveren sakinleştirici müziğine kulak kabartmışken; uzaktan geçen ambulansın, siren sesiyle ürperdim. Homurdanıp duran iç sesimi dinleyerek yürüdüm sonra.
Geçen kuş sürülerini, yaprakları süpüren belediye işçilerini izledim. Yalnız yürüyen birini farkettiklerinde, erkeklerin ne kadar cüretkâr olabildiklerini gördüm. Ve yalnızlığın, hiçbir zaman, bir kelimeden ibaret olamadığı hayatları. Bizim dışımızda akan bir hayatın varlığını, bazen nasıl da unutuverdiğimize şaşırdım yeniden. Hâlâ şaşırabildiğime sevindim.
Ağlamaktan kızaran burnumu, kırmızı bir süngerle gizlemeyi; boyalarla resmedilmiş gülümseyen bir yüzde, gözlerimin buğusunu kaybetmeyi denemeliydim. Pollyanna olamamıştım hiç ama... belki palyaço olabilirdim?

Kasım/2009

13 Kasım 2009 Cuma

Kararsız şarkılar

Akşam karanlığının, tatlı bir sarhoşlukla, ağır aksak, yalpalayarak geldiği bir vakit. Laciverde boyalı gökyüzünde, beyaz, uçucu bulutlar. Üzerimde gökyüzünün rengini kıskanan ve karanlıktan istifade, belki de ona benzemeye çalışan bir bluz ve esen rüzgârda ürpermemi engelleyen, beyaz bir şal. Beyaz olan sadece bulutlar ve şal değil tabii.
Karanlığın göbeğinde bile seçiliveren, saçımdaki birkaç tel... Kalemin kapağına sıkıştırdığım defter yaprakları... Umutlarım... Duymayı özlemle beklediğim ya da hatırlamamak için aklımı meşgul ettiğim tüm cümleleri, bir dost sıcaklığıyla kulağıma fısıldayan, kararsız şarkılar. "Gidemem" diyen İlkay Akkaya, "Giderim" diyen Ahmet Kaya.

12 Kasım 2009 Perşembe

Buralardan böyle ceketsiz...


MusicPlaylist



Her sabah derin nefesler alıyorum. Bu saçma işleyişin, içimde yarattığı huzursuzluğu, bir nebze olsun hafifletmek istiyorum. Oysa, pasta üzerine dizilmiş birkaç narin mumu üfleyebilmek için, küçük bir nefes çekmişim gibi davranıyorum. Belki de en çok bu yüzden yoruluyorum.
Otobüs beklerken, yolda yürürken, kitap okurken, sadece bir yudum alabildiğim çay, elimdeki fincanda buz gibi olurken, dalıp gidiyorum bir yerlere; kendimden bile habersiz. Döndüğümde her şeyi aynı buluyorum.
Yıldız kaydığında ya da bütün mumları aynı anda söndürdürmeyi başardığımda, gökkuşağının altından geçebildiğimde ve bıkıp usanmadan, bir dileği kırk kere tekrar ettiğimde, gerçekleşeceğine inanmak istiyorum. Evet, istiyorum...

11 Kasım 2009 Çarşamba

Yağmur olsam, yağsam...

Yaz yağmuru sanıyorlar beni. Gün ortasında birdenbire başlayan yağmurun, ferahlatıcı damlalarıymışım gibi, bir an sonra durulmamı bekliyorlar. Göğe dönüp, damlalarıma teslim ederlerse yüzlerini, kötü anılardan arta kalan kırışıklıkları, silerim sanıyorlar. Oysa ben, sadece bilinçsiz bir yağmur damlasıyım. Buharlaşıp göğe yükselen ve her seferinde diğerini bilmezden gelerek, yeryüzüne inen. Ve dahası, yaz yağmuru olamayacak kadar, biriktirilmiş hüzünler taşıyorum içimde. Tek başlarına anlamı olmayan kelimeler var heybemde.
Gönül, eski bir sevgilinin güzel sözleriyle meltemi hissetse de, fırtınaların eşiğinde küçük bir tekne hâlâ. İnce düşünmekten yorgun... Ve başka türlüsünü bilemediği için, işlek bir caddenin ortasında kalakalmış gibi şaşkın, korkak...
Başarı gerektirmeyecek kadar eski bir duyguymuş meğer, ayrılıktan sonra, son vermemek cümlelere. Kurduğumuz köprüleri yıkmadan, ayrı yollarda yürümeye başlamak... Can yakmamak ne mümkün, ama acıya, bile isteye sebep olmamak. Eskiye ait bütün duygulardan arınıp, mutluluğu başka hikâyelerde aramanın gerektiğine inanmak... Ve seneler sonra bile, onu, "iyi insan" olarak tanımlamak; neden bu kadar önemli? Çünkü ilişkiler bitip, sıfatlar değiştiğinde dökülür, eteklerdeki taşlar. Ve asıl o zaman değer kazanır, bizim için yapılan tanımlamalar...

9 Kasım 2009 Pazartesi

Başka biri

Hiç olmadığım kadar kızgınım bugün, hiç yoktan sebeplere. Ateşler içinde yanarken, soğuktan titrer gibiyim, derin bir huzursuzluk labirentinde. Dönüp dolaşıp aynı yere vardıkça, daha çok kızıyorum kendime.
Hiç olmadığım gibi olmak istiyorum bu yüzden. Hiç kendime benzemeyen bir ben'le yaşamak istiyorum, hayatımın geri kalanını. İnce detaylardan uzak durmak; birini beğendiğimde, gözümü ayırmadan ona bakmak; içimdeki boşluğun, aslında hiç varolmadığını sanmak ve istediğim gibi yaşayabilmek için, bu kadar hırpalanmamak istiyorum. Gözümün içine baka baka, gülüyorlar söylediklerime.
İşte o zaman, beni ben yapan tüm özelliklerimi unutup, başka bir hayata başlamak istiyorum. Hayattan bu kadar ince ve dolaysız istekler yerine, daha acımasız ve hilekâr bir şeyler isteyebileyim diye.

6 Kasım 2009 Cuma

Ben artık şarkı dinlemek değil...

Gecenin karanlığına gülümseyen arkadaş yüzlerini, itinayla kaydeden fotoğraf makinaları kadar detaycı, düğmeye basıldığında beliriveren "duracak" ibaresi kadar kararlı günlerde, kalabalık caddelerde umursamaz, ıssız sokaklarda korkusuz, geziniyorum. Boynuma sarılıveren bir şal gibi uzlaşmacı ve her daim özlemli günler geçiriyorum.
Bulutlara tutunmaya çalışıyor gibiyim. Ne zaman yakaladım sansam, boşa düşüyor ellerim. Yine de yollarda yürüyor, umut ediyor, güzel günleri bekliyorum.
Hep aynı sorulardan bıkkın, suskunluktan yorgunum. Durduk yere gülebilir, dokunsanız ağlayabilir bir anlaşılmazlıkta ruhum. Ve hepsine rağmen, şarkı söylemek istiyorum.

5 Kasım 2009 Perşembe

Resim defteri

Bütün kahramanlarım çöp adamlardı benim. Güneş, geniş m harflerini andıran dağların arasından doğardı sürekli. Aralıklı birkaç kısa çizgiyle saçardı ışıklarını. Bir üçgenin altına oturtulmuş sağlam bir kareyle, yapabileceğim en güzel evi inşaa ederdim, kağıdın ortasında bir yere.
Küçük bir dikdörtgenden kapı yapardım, tokmağını unutmadan. Küçük karelerden pencerelerini iki yana kondurur, perdelerini düzgünce yanlara tutturmuş olurdum. Yanıbaşına, aşağıdan yukarıya iki paralel çizgi ve onun üzerini örten, yarım ay gibi çizgilerle bir ağaç yapardım. Yakında bir yerde mutlaka bir dere akardı ve üst yanında, nereye gittiğini bilmediğim bir patika yol başlardı. Resim, benim hiç sevemediğim bir dersti. Matematiğe rağmen hem de.
Hayatında hiçbir zaman doğru düzgün bir resim çizememiş olan ben, şimdi bunun cezasını çeker gibi, yarım bırakılmış bir resmin ortasında hissediyorum kendimi. Bir şeyler eksik, biliyorum. Sayfalar dolusu kelimelerle anlatsam da derdimi, hep bir kelime eksik kalıyor sanki. Belki de o konuyu daha işlemedik biz. Ve belki de bu yüzden bulamıyorum, nesi eksik resimlerimin?

3 Kasım 2009 Salı

Med-cezir

Ancak, bulanık bir suya yansıyan sureti kadar anlaşılır olabiliyor, uzak durduğu kalabalığa. Ve bazen, istediği gibi yaşayabilmek için, saklanması gerekiyor. Belki blog yazıyor gizli bir kimlikle. Tanıdıkları bile, onlardan bahsettiğinden ve dahası, anlattığı olaylardaki kahramanlardan biri olduklarından habersiz, kınıyorlar okuduklarını. Ya da ne bileyim, başka yollar seçiyor belki saklanmak için.
Ne, güzel ya da çirkin, ne de şişman ya da zayıf diye sınıflanırılamayacak bir gölge olup, hiçbir gözün denetiminde olmadan, kendi gibi yaşayabilmek istiyor. Ama bu dünyada, sıradan olmak da o kadar kolay değil. Ona göre sıradan olanın, başkalarının sıradanlığı arasında sivrilmeyeceğinin garantisi yok çünkü. Kalabalığın kılığına bürünemiyorsa, istediği gibi yaşamaya da hakkı yok.

2 Kasım 2009 Pazartesi

Bu yollar nereye gider?

Elim varmıyordu, beyaz kağıtların masumiyetini karalamaya. Ve aklım... ödevini yapmamak için bahaneler aranıp duran, ve hepsine katlanmaya razı, talebeler gibiydi. Önüne çıkan engelleri aşmaktan kaçınıyordu sürekli. Oysa boş vakitlerle kuşanmıştı ne zamandır. Hevesle beklediği o zamanlara kavuşunca, neden böylesine umursamaz oluvermişti, bilmiyordum.
Daha çok okuyordum... Sormaya cesaret edemediğim tüm soruları, o sayfalarda aranırcasına. Ve o sorulara rastlarsam, yanıtlayacak ipuçlarına da ulaşabilirim diye umutlanarak, daha da çok okuyordum. Aklımdaki sesler sussun diye, bir mırıltı eşliğinde kıpırdanıyordu dudaklarım. Başka bir sesin yankısına saygılıydı iç sesim, susup dinliyordu usulca.
Elim de, dilim de susuyordu... Ve aklım, onlara inat, daha çok konuşuyordu.

27 Ekim 2009 Salı

Bir bavula kaldırılmış çocukluklar

Su başında çamaşır döverken, yaşamını yarılamış bir kadın gibiydi küçük kız. Her seferinde daha bir gayretle indirdiği sopayla, hayattan hıncını alıyordu sanki. Anlam veremediğim bir şekilde, yaşıtları bebek arabalarında gezdirilirken buralarda; o, hiç oynamadığı, hatta adını bile duymadığı barbie bebekler yerine, küçük kardeşini yediriyor, giydiriyordu. Utangaç bir gülümsemenin kapladığı yüzü ve onu çevreleyen dağınık saçları eşlik ediyordu, her zamanki suskunluğuna. Kalabalıklaştıkça artan yokluğun ortasında, yapayalnızdı.
Evin taş zeminine uzanmış ders çalışan, bir türlü kapanmayan sınıf kapısının arasına kağıt sıkıştıran, söyleneni anlamayan ve bazen anlasa da dinlemeyen, öğrendiği birçok kelimenin gerçekte ne olduğunu bile bilmeyen çocuklar... İsimlerinin ne önemi var?
Seçmedikleri bir hayat için, gözden uzak bedel ödeyen, yoklama defterlerinde geçse de adları, hayatın defterinde hep yok yazılan, isimsiz çocuklar. Ne yazık ki hayal değil onlar.

23 Ekim 2009 Cuma

Rüzgârda savruk, başına buyruk...

Böyle gereksiz ve nedenini bilmediğin bir hüzün gelip oturdu ya içine, birden bire... Dokunsalar ağlayacak gibisin hani, ağlanılmamış tüm zamanlara inat. Uzak, mağrur ve yenilmez bir edayla gezinse de gözlerin etrafında, bir şarkıyla sicim gibi akıyor ya gözyaşların hâlâ. Giderek artsa da ardında kalan yıllar, değişilmiyor onlarla; anlıyorsun.
Kocaman bir boşluk var içinde, dolduramadığın. Hiçbir duygunun, diğerinin yerini tutamadığını bilmiyormuş gibi, bir gayretle, o açığı başka bir şeylerle kapatma çaban, anlamsız. Her ayağın takıldığında, yine aynı çukurda buluyorsun kendini işte.
Uzun zamandır kitaplığın bir köşesinde bekleyen o kitabı, neden tam da böyle bir akşam, okumaya başladığını soruyor musun kendine? Neden ilk sayfasına birkaç satır bir şey karalayıp, kendine armağan ettiğini ya da? Ne diliyorsun bilmiyorum, dilini çözemediğin şu dünyadan ısrarla?

16 Ekim 2009 Cuma

Birkaç sayfa, bir-iki mısra...

Yastığımı duvara yasladım, sırtımı da ona. Ayaklarımı uzatıp, kapağını az önce kapattığım kitap elimde, kendime hayret ediyordum sadece. Bütün gün, o ânı yaşamak için bekleyip durmuştum. İlk fırsatta evin bütün seslerinden uzaklaşıp, odama geçtim. Pencereden içeri sızan birkaç topuk sesi ve araba gürültüsü haricinde tabii. Kelimeler kelimeleri kovaladı, sessizliğin içinde. Ve hepsi, şekle büründü belleğimde. Ama bir gariplik vardı. Hikâye çok, çok tanıdıktı. Benzer birçok mücadele öyküsü okuduğum için belki de, öyle hissetiğimi düşünüp devam ettim. Birkaç sayfa daha... Evet bir gariplik vardı. Ben bu anı daha öne yaşadım der gibiydim. Birkaç sayfa daha... Kesinlikle bir gariplik vardı. Çünkü cümleler bile tanıdıktı.
İnsan kendinden korkar mı? Ben dün akşam korktum. Okuduğum kitabın ismi bile belleğimde yokken, bütün cümlelerin nasıl olup da tazeliğini koruduğunu bilemediğim için galiba. Ya da geçen gün, bir arkadaşımla aramızda geçen konuşma aklıma geldiğinden. Birkaç türkü seçip yollamamı istemişti. Küçük bir araştırmayla liste oluşturmuştum hemen. Bir tanesinin altına da not düşmüştüm, "dedenin türküsünü yolluyorum bak" diye. "Sen nerden biliyorsun?" demişti şaşkınlıkla.
4-5 sene evvel, bir sonbahar akşamıydı. Gezi parkındaki o çay bahçesinde, havaya inat, üzerimizde ne varsa onlara sarınarak, dışarıda oturmuştuk. O zaman kendimizi rahatça anlatamıyorduk daha. "Ya beni yanlış anlarsa?" lar kaybolmamıştı zihnimizden. Kelimeler yetmeyince, türkülere çevirmiştik rotamızı. Bir oradan, bir buradan söyleyip; dalıp dalıp gidiyorduk bir yerlere. İçeride oturmuş, elleri çay bardaklarını, gözleriyse bizi sarmalamış insanlara aldırdığımız yoktu. İşte o akşam söylemişti bu türküyü de, hikâyesini de. Hiç unutmamıştım ki...

15 Ekim 2009 Perşembe

Küçüğüm

Küçücük adımlarıyla yanıma kadar gelip, at kuyruğu yapılmış kıvır kıvır sarı saçlarını, iki yana savurdu bir süre. "Hoşgeldin" dedim, elimdeki kalemi bırakıp, ona dönerek. Masanın kenarına tutunmuş, sağa sola salınıp duruyordu, bana kaçamak bakışlar atarak. Sonra geldiği gibi usulca uzaklaştı yanımdan, yine saçlarını savurarak. Odadan çıkarken bir kez daha baktı arkasına. Küçükken ben de ne kadar severdim, saçlarımı böyle savurmayı. Hatta ne zaman at kuyruğu yapsam saçımı, aynı isteğe kapılırım hâlâ. Bazı duyguların değişmemesi ne kadar güzel.
"İçeride kim var kızım? Tanıştın mı o ablayla?"
Bir sırrı açıklarcasına sessizdi, annesinin sorularını yanıtlarken.
"Ama sen kocaman kız oldun. Elini uzatıp adını söyle, sonra da tanışın, hadi"
Aynı yavaş ritimle odaya girip, salına salına masama doğru yaklaşmaya başladı. Gülümseyerek ona bakıyordum ben. Onu izlediğimi görünce, yönünü değiştirip, diğer odaya ilerledi. Boş odada dolandı bir süre. Sonra kararsız adımlarla geçti yine yanımdan.
-Ne oldu, tanıştınız mı kızım?
-Cıkk
-Eee, ne konuştuk biz?
Salınarak yeniden girdi odaya. Konuşmak istiyor, ama nasıl başlayacağını bilmiyordu. Gelip masanın ucuna tutundu yine. Gözlerimin içine baktı. Sonra birbiri üzerinde bağlı ellerimi açıp, tokalaştı benimle.
-Benim adım, benim adım Asya. Ya seninki?
-Benimki de Tülay, Asya.
-Memnun oldum, deyip, koşar adım uzaklaşırken odadan;
-Ben de çok memnun oldum, dedim, duyabileceği bir sesle.
Utangaçlık, doğuştan içimizin bir köşesinde mi saklıydı acaba? Ya da ne bileyim, küçüklükten kalma bir alışkanlık mıydı yoksa?

12 Ekim 2009 Pazartesi

Muhasebecinin evliliği :)


Sirlarumi söyledum

Sen konuşurken, sessizce sildim gözyaşlarımı; bardağımın altına sıkıştırdığım o peçeteyi, el yordamıyla aranıp bularak. Akıttığım yaşlar için tek bir söz söylemeden; devam ettin hikâyene sen. Biliyordun, "neyin var?" diye sorulursa, bir sele dönüşüverirdi gözyaşlarım; kurtulamazdım. Çünkü hâlâ yüzme bilmiyordum ben.
Sigaranın dumanına yol olsun diye aralayıp, yanı başımızdaki pencereyi; gökyüzünün laciverdine gizlenmiş karşı yamacı sığınak belledin efkârımıza. Başka şehirler, başka isimler gelip geçti aklımızdan. Ne kadar başka olsa da dudaklarımızda kıpırdananlar, geçmişin yabancısı iki insanı, tek bir kelimeyle bağlayıverdi birbirine, benzer duygular.
Dört elle sarıldığımız umutlar, mevsimi geçmiş çiçekler gibi kurumuş; yitirdiklerimizse, ne yaparsak yapalım unutamadığımız tüm anılarla birlikte, kabuk tutmuştu. Yaralarının kuruyup gitmesine izin vermeyen küçük çocuklar gibi, her fırsatta koparıp duruyorduk kabuklarını. İzi kalıyordu. Her izde yeniden akıtıp gözyaşlarımızı, tuzunu basıyorduk yaralarımıza. Sadece dikkatle bakanların farkedeceğini bilmeseydik, akıttığımız yaşların yol yol ettiği yüzlerimizi; bu kadar rahat ağlayabilir miydik yoksa...

7 Ekim 2009 Çarşamba

Reklamlar

Alın, verin, ekonomiye can verin!

Reklamın yeni versiyonu. Ama en gerçekçisi ne yazık ki. Uykusuz

5 Ekim 2009 Pazartesi

Her neyse

Arka arkaya sıraladığı onca şeyden, kendimce önemlilerini aklımın bir köşesine not edip, geri kalanını, otomatiğe alınmış bir bilinçsizlikle "tamam" diyerek geçiştirdim. Ayakkabılarını da giyip, artık gitmeye hazır olduğuna inandığında, kapıyı kapatmak için acele ettiğimi farkedip, aynı şeyleri tekrar sıralamasından korktum. Şükür ki, "dediklerimi unutma" diyerek özetledi hepsini, ben de son olmasını umduğum bir "tamam" diyerek, gönül rahatlığıyla kapadım kapıyı.
Terkedilmiş bir sevgili gibi, kaldığım sayfada yüzüstü bıraktığım kitabımı okumak için, koltuğa doğru birkaç adım atmıştım ki... Yine o bilindik kuş sesi. Aslında kapıyı kapattıktan sonra, en azından bir-iki dakika beklemeliyim. Tam olarak gittiğinden emin olduktan sonra, hayaller kurmaya başlamalıyım. Ama maalesef, sabırsız bir ruhum var benim. Yine bir şey unutmuş olmalı.
Neden onu iyi tanıdığım halde, aynı konularda delirme noktasına geliyorum sürekli, bilmiyorum. Bazen kendimi bile tanıyamazken, başka birini çok iyi tanıdığımı söylemek ne kadar mantıklı, onu da bilmiyorum ya gerçi.
-Tülay?
-Efendim.
-...
-Efendim?
-...
O çoktan başka bir şeyle uğraşmaya başlamış bile. O an ne için seslendiğini merak ediyorsam, biraz uğraşmam gerekecek.
Bazı şeyleri sorun olarak görmekten vazgeçip, üstelemediğimde, benim için çok daha kolay olacak sanırım hayat. Ama işte bunu başarmak, pek de kolay olamayacak.

4 Ekim 2009 Pazar

Gemiler gibi hayat, geçip gidiyor...

Zar zor bulabildiğimiz teknenin üst katına çıkmış, saçımızı darmadağın eden, ince hırkalarımızdan içeri sızıp üşüten asi bir rüzgârla yol almaya başlamıştık. Kelimelerimiz, teknenin gürültüsünde yitip gidiyordu. Kulakları ağır işiten iki yaşlı gibi, her cümleyi tekrar ede ede anlamaya çalışıyorduk birbirimizi.
Karaya vardığımızda, bulutlu bir gökyüzü ve tatil yörelerine has, daha ilk dakikada sarmalayıp içine alan sessizlik ve belki de o sessizlikten yayılan rahatlık karşıladı bizi. İlk bulduğumuz kafede, denize karşı sandalyelere kurulup, pek de keyif vermeyen çaylarımızı içmiştik.
Uzun zaman görmediğim küçük bir çocuk gibiydi gökyüzü. Karşılaştığımda, o kadar büyüdüğüne bir türlü inanamadığım. Tıkış tıkış binalar arasından çıkıp gelince, bir anda büyüyüvermişti sanki.
Kimi zaman kararsız bir yağmur, kimi zaman, eski toprak bir anadolu kadını gibi inatçı güneş, devraldı gökyüzündeki hakimiyeti. Son demlerini yaşayan ağaçların süslediği evlerin, seyrine doyulmaz güzelliğine; fayton seslerine karışan, pedal sesleri eşlik etti. Kenarları kıvrılmasın diye ataşlanmış bir deftere, kurşun kalemle bastırarak yazdığım harfler gibi yazıldı belleğime, attığım her adımda geçip giden o anlar. Yürüdükçe, yere daha sert basmam, bu sebeple miydi bilmem?

Ekim/2009-Büyükada

1 Ekim 2009 Perşembe

Şifa istemem balından

Upuzun, labirent gibi birbirine açılan, havasız koridorları vardı hastanenin. O koridorları dolduran onlarca insan, uğultulu bir bekleyiş tutturmuştu. Sanki iyileşmek için değil, hasta olmak için; üstelik de şehrin, hatta ülkenin çeşitli noktalarından gelmişti; yaşlısı, genci, çocuğu.
Saklı kalması gereken ya da öyle olmasını istediğimiz bir şeyler olurdu hep. Bazen bir defter arasını, bazen de kaçırılan bakışları mesken ederdik saklananlara. “Hastalık” dediğimiz şey de, vücudumuzun sakladıklarından meydana gelmez miydi zaten?

30 Eylül 2009 Çarşamba

Nasıl olsa her şeyin...

Başka hayatları okuyorum kelime kelime. Artık günün sona ermesi gerektiğini düşündüğüm anda, uzanıyorum geceye. Gecenin sessizliğinden uzak tutmak için ruhumu, kimi zaman ne dinleyeceğime karar veremeden geçiriyorum saatleri. Ama bu akşam takılıp kalıyorum birine. "Nasıl olsa her şeyin, zamanla sonu yok mu?" diye soruyorum, Zeki Müren'in ardından.
Okuyor, dinliyor ve becerebildiğim kadar yazıyorum, içimi kuşatan kelimeleri. Ama bazıları, taşı sevgiyle saran yosun gibi çöreklenmiş yüreğime; anlatamıyorum. Ya da anlatsam da hep eksik kalıyorum.
Yaşadığım hiçbir şeyden pişman değilim aslında. Acı-tatlı her anı kabulüm. Mutluluk kırıntıları uğruna, yaptığım yanlışlar bile. Bütün hesaplarımı görmüşüm çünkü kendimle. Hep figüranı olduğum hikâyelerden miras bir burukluk bu. Oysa nasıl da biliyorum, her şeyin zamanla sonu olduğunu...

28 Eylül 2009 Pazartesi

Bir gece vakti...

Akşamın karanlığı çöker; günün aydınlığını, eski sevgilileri gibi unutuveren şehrin üzerine. Rüzgâr dolaşır, henüz rafa kalkmamış yaz kıyafetlerinin, açıkta bıraktığı teninde. Ürperirsin... Beklediğin dostların gelir, sarılırlar. Sözleriyle ısınıverirsin.
Çaylarınızı yudumlarsınız, özenle kurduğunuz masada. Aileden, işten, günün o saatinde kayda geçmesi gereken, gün sonu hesaplaşmalarından katık edersiniz, çayın yanına. Geçirdiğin hiçbir zamanın, o an kadar olağan ama bir o kadar da özel olamayacağını hissedersin konuşurken.
Saatler ilerler, muhabbetinizle beraber. Güldükçe kırışır göz kenarlarınız, ağladıkça ıslanır. Ne kahkahalar, ne yanağınızı yakan yaşlar değildir aslında sizi ilgilendiren; baktığınız gözlerdeki ışıktır. Konuşmanın bir yerinde, hatırlamaya bile cesaret edemediği anıları, anlatmasa da gönlünden dışarı sızdıran rahatlıktır.
Müzikler dolanır tüm anlatılanların başucunda; eşlik edersiniz hiç düşünmeden. Çünkü düşünülecek başka şeyler vardır. Çıkış yolunu bulurum sandığınız çıkmaz sokaklarda, sizi gezindiren...

25 Eylül 2009 Cuma

Bir kendim, bir ben

Odaların ışıklarını yaktım birer birer; sırf sen korkmayasın diye. Karanlıkta büyümüş bir çocuğun, gereksiz telaşıydı bu belkide.
Yapraklardan tabak, gazoz kapaklarından bardak yapıp, oturduk bir masanın iki ucuna. Eskiye dair ne varsa içimde, tatil yörelerinden hatıra süs eşyaları ya da zamanla aşınıp şekil değiştirmiş kaya parçaları gibi, ortaya seriverdim hepsini, bir gece yarısı. Anlatmaya koyulmuşken kendimizi, çocuklar gibi sakınmasız; bu dünyanın ne kadar güvenilmez bir yer olduğunu unutuverdik. Sevgi ve güven üzerine kuruldu bütün cümlelerimiz.
İlkokul çağlarının anket defterlerini süsleyen, zoraki söylenmiş samimiyetsiz sözcükler gibi, hayatımızı yok yere işgal eden sözleri çıkarıp attık hayatımızdan. Her seferinde ders alıp, her yeni adımda nasılsa aynı hataya düşeceğimiz olasılıkları da. Uzun sessizlikler oldu kimi kelimelerin arifesinde. En doğru tanımlamayı aranıp durduk. Bazen de bildiğimiz kelimeleri, öylece sustuk. Ve buğulu gözlerle tamamladık, yarım kalan kimi cümleleri.
Tüm gece boyu, kendime anlattım içimdekileri. Ve bir yabancı gibi dinledim söylediklerimi. Ağzımdan çıkanı kulağım duydu. Kulağımın duyduğuna da, şahit yazdım ruhumu...

24 Eylül 2009 Perşembe

Bayram

Kararsız bir gökyüzü altında ağardı gün, aydınlandı. Bayram dedi birileri, elimi uzattım. Bayram dedim içimden. "Beni tanıdın mı?" diye soran birine cevap vermeden evvel, gülümseyerek zaman kazanmaya çalışır gibiydim. Hatırlayamadım?
Yeni kıyafetleri, heyecanlı uykuları, harçlıkları, kalabalıkları anımsar gibi oldum bir ara ama... Hayallerini gerçek sanmaya başlayan biri olmaktan korktum.

11 Eylül 2009 Cuma

Yağmur sesi

Biliyor musun, ne zaman yağmur sesi duysam ben, köy evinin ahşap çerçeveli yarı açık penceresinde, yemyeşil bir uzaklığa baktığımı düşlerim. Çünkü orada, hiçbir müzik aletinden duyulamayacak kadar naif, kimi zamanda bir o kadar serttir yağmurlar.
İnsan, hatıraları olmasa yaşayabilir mi?
Geçen sene dönüş yolculuğumun bana armağan ettiği, otobüs camında gözden yitirinceye değin izlediğim o görüntü olmasaydı, yine bu kadar eksiksiz kurabilirmiydim yolculuk hayallerimi? Upuzun, kıpır kıpır bir deniz üzerinde salınıp duran sandal, ufkun kızıllığında gölge oyunu oynuyordu. O kızıllıkta birçok şey vardı üstelik. Ardımda bıraktığım sevdiklerim, kavuşma heyecanına kapıldığım şehrim, dostlarım. Hüzün ve sevinç karmaşasının hediyesi, buruk bir tad vardı damağımda. Her saniye uzaklaştığım o şehrin bir meyvası gibi. İşte o buruk tadı hatırlatıyor bana yağmur sesi.

10 Eylül 2009 Perşembe

Bir yer bul, otur önce

Kişileri değişen kalabalıklarda, konuları pek de değişmeyen konuşmaları sürdürüyoruz. Ardı arkası kesilmeyen cümleler, arada bir çınlayan kahkahalar uzayıp gidiyor. Bazen ilgisiz oluyorum konuya, bazen, sadece dinlememi gerektirecek kadar bilgisiz. Ama bazen hiçbir sebep yokken ortada, öylesine sessiz.
Sağa sola savrulan topları takip eder gibi, dudaklardan sızan kelimeleri takip ediyorum. Konuşmanın bir yerinde yolunu şaşırıyor top, gelip çarpıyor bana. "Niye konuşmuyorsun?" diyorlar.
"Niye konuşmuyorum?" Kendime defalarca sordum aslında bu soruyu. Ne zaman sorulsa bu soru bana, yerli-yersiz ben kendime sorsam ya da; daha da sessizleşiyorum. Karanlık bir kuyuda bir şeyler aranır gibi oluyorum çünkü. İçimde bir mücadele başlıyor çoğu zaman, bu sorunun ardından. -Hadi bir cümle de sen kur. -Ne söyleyeyim. -Ne bileyim, söyle bir şey işte.
Toplum baskı kuruyor üzerimizde. Onlar herkesi aynı görmek isterken, siz, bu istekleri yüzünden, kişiliğinizi bir problem olarak görmeye başlıyorsunuz, gereksiz yere. Ne istediğinizin, ne hissettiğinizin bir önemi olmuyor ama, suskun kalmanızın önemi giderek artıyor.
Belki daha ilk dakikadan içinizdeki her şeyi anlatmak istediğiniz insanlarla da tanıştınız. Belirleyici bir nedeni olmasa da, saatlerce konuştunuz belki onlarla. Bazılarıyla bu noktaya gelmek için belki zamana ihtiyacınız var, belki de üzerinizdeki gerginliği atmaya. Ama nedenlerin önemi yok kalabalıkların dünyasında. Kesin bir yargıya varmak için beklemeye de gerek yok. Yok mu gerçekten?

9 Eylül 2009 Çarşamba

İnsanca yaşamak

Koşarsak yetişiriz sanıyoruz, daha hızlı hareket edersek bitiririz... Ama olmuyor işte, gün bitiyor... Yarım kalmış işlerin arasına sıkışmış, bir yanı eksik insanlar olarak dönüyoruz evlerimize. Bazen insan demeye dilim varmıyor türümüze ya, bir ismi söyler gibi yineliyorum ara sıra. Alelacele ya da özenle hazırlanmış sofralarda, ülkeden haberler alıyoruz, karanlık çökünce. Trafik kazalarını, ufak tefek yangınları aperatif olarak sunuyorlar; felaketleri, terörü ana yemek. Arkası yarın kuşağı gibi, her gün bir başka ayrıntısıyla rengarenk boyanan cinayetleri ise tatlı niyetine. Nasıl alışıyoruz bu ülkede her şeyin normal olabileceğine?
İnsanca yaşayabilmenin açılımını yapabilseydik önce. Kürt, Türk, Laz, Çerkez, Alevi, Sünni, hatta kadın erkek demeden, insanca yaşamanın hakkı olduğunu bilseydi herkes. Zaten bizden çaldığıyla lütfedip bir parça ekmek verdiğinde, yüzüne tükürebilseydi mesela...


8 Eylül 2009 Salı

Ruhum bedenime dar

Ne ruhum bedenime sığabiliyor, ne de bedenim şu dört duvara. Sokaklara atıyorum kendimi, bir umutla. Yağmur yüklü bulutlar geçiyor başucumdan. Kimi zaman mağrur bir hanımı, kimi zaman bir külhanbeyini andırıyor yere düşen damlalar.
Aynalara yansımasını istemediğim, silik bir hüzün var içimde. Bembeyaz kağıtlara yazılmış, silinip silinip değiştirilmiş kelimelerin, birbirine karışması gibi, bütün duygularım karışıyor birbirine.
Üzerine defalarca yazılmış o kağıda yeniden yazmak için, eski hikâyelerden birkaç kelime ödünç almak istiyorum; olmuyor. Yağmur yağıyor yürüdüğüm sokaklara. Ben en çok, yağmur sonraları yürümeyi seviyorum oysa...

4 Eylül 2009 Cuma

Bir eylül akşamı

Caddenin kalabalığını aşmaya çabalıyoruz, istikrarlı adımlarla. Ne tarafa yürüsek üzerimize geliyor kalabalık. Bir mantık hatası mı yapıyoruz acaba?
Otuz derecelik açılarla, kolları ile vücutları arasına sıkıştırdıkları soru dolu kağıtları, burnumuza dayıyor, adım başı birileri. Yeni sorulara değil, kafamızdaki soruların cevaplarına ya da en azından yardımcı olacak ipuçlarına ihtiyacımız var. Kimisi başka yöntemler deniyor, eline tutuşturulan soruları üzerimize yıkmak için. "Çok güzeliz bugün" diyerek yanaşıyor yanıma. Hiç yapmayacağım bir şey olmasına rağmen, koluna girip gerçekten böyle mi düşündüğünü sormak, ve hatta bunu kimseden duymadığımı söylemek istiyorum, kendimi acındırarak. Amacı bir anlık şaşkınlığımdan faydalanıp sorulara başlamak ya hani, aynı şaşkınlıktan faydalanıp kurtulurum belki sorularından.
Oturduğumuz mekânın bütün görüntüsüne hakim bir noktadan, insanları izliyoruz; eylül serinliğinin ürperttiği kollarımızı kavuşturarak. Birbirimizin yaşadıklarının tanıkları olsak da, anlam veremiyoruz tükettiğimiz zamanlara. Sırasında kendimize bile itiraf edemediklerimizi, çözümlenen düğümlerin ardından çıkarıyoruz ortaya; kötü demlenmiş çaylar eşliğinde. Tüm konuşmalarımızın üstüne, "aşk bu mu, sevda bu mu, hayat bu mu" diyor sahnedekiler, sırtımızı sıvazlar gibi. Bütün nağmeleriyle eşlik etmeye başlıyoruz şarkıya. Sanırsınız o şarkıya eşlik etmekle ulaşacağız, aradığımız cevaplara...

1 Eylül 2009 Salı

Sermayem derdimdir, servetim ahım.

Temmuz sıcağıyla ağırlaşan havayı yararak, işaret parmağını yüzüne savruyor adam. Bazı insanların lunapark aynalarına sahip olduğunu düşünüyor o sıra. Bu adamın etrafını kuşatan aynalar, kendinden başka herkesi görünmez kılıyor. Ve dolayısıyla haklarını da. Oysa o, her şeyi yıkıp dağıtmak, acizliğine uydurmaya çalıştığı kılıfın, gülünesi halini o aynalarda görünür kılmak istiyor. Dakikalar boyu kendini sakinleştirmeye çabalıyor. Başarısız olsa da çabalıyor en azından.
Çalan telefon onu konuşmaya çağırmak için muhtemelen. Odasına gittiği adamın aynalarında ise, sadece paraya çevrilebilir nesneler görünüyor. Huzursuz devinimlerle giriyor odaya. Önemsemez bir tavırla, yüzü cama dönük adamın. Sizi dinlemeyeceğini bildiğiniz birine, bir şeyler açıklamaya çabalamanın zorluğunun farkında olarak, olayı anlatmaya çalışıyor; sürekli sözünü kesmesine aldırmadan. Adam, bir hakim gibi, elindeki tokamağın gür sesine boğuyor odayı. Vardığı kararda bir ortak noktaları var aslında. İkisi de eksik bir şeylerden bahsediyorlar ama, konuları başka!
"Babanla ayrı yaşıyordunuz değil mi?" diye soruyor ansızın. Sorudaki aldatmacayı çözümlemeye uğraşırken, şaşkın şaşkın "evet" diye yanıtlıyor onu. "İşte bu yüzden!" diye devam ediyor sözüne adam, riyakârca. "Büyüğe saygıyı öğrenememişsin bu yüzden."
İçinden taşan öfke boğazında düğümleniyor, gözünde bir damla yaş beliriyor. Bu kadar gafil avlandığı ve bu konuda hâlâ bu kadar hassas olduğu için öfkeli en çok da. Bu kırılgan hâline lanet ederek toparlanıyor ve aklında dönüp duran bir iki cümleyi söyleyerek çıkıyor odadan. Bir ayna da o edinmek istiyor şimdi; tüm yaralarını görünmez kılanından...

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Sayıklamalar

Çiçeklerim var... Yastık kılıfımı süsleyen rengarenk çiçekler büyütüyorum. Kimi zaman gözyaşlarımla suluyorum onları. Gecenin karanlığında gözümün içine bakıyorlar.
Sokağı sahiplenmiş başıboş köpeklerin havlamaları, salına salına yürüyen birkaç kişinin, adresi belirsiz konuşmaları uğruyor ara sıra odama. Affedilmeyi bekleyen bir suçlu gibi dikiliyorum uykunun kapısında. Ne yapsam olmuyor.
Ağaçlar hayâl ediyorum, deniz köpüğü rengi duvarlarımda. O ağaçların dallarında gezinmek için belki, perdeyi savurup duruyor rüzgâr. Engellerini kaldırıp, izin veriyorum hayalime ortak olmasına. İçeri yayılan serinlikle birlikte, gözlerimin önünde sağa sola salınıp duran bir obje oluyor yorgunluğum. Hipnotize olmuş gibi, derin bir uykuya dalıyorum.

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Kendi kendime

Fısıltı tonunda birkaç merhabanın ertesinde, sessiz sedasız ilişiyorum sandalyaye. Oysa ne çok seviyorum merhabamı bekleyenleri. Ve onların bir hoşgeldinle beni sarmalayıveren samimiyetlerini.
"Neyin var?" diyor içlerinden biri, yanıma yanaşıp. Var olanı değil, olmayanı söylemek daha kolay geliyor; "keyfim yok" diyorum. Gidip gelip takılıyor bana, "suratsız" diyerek. Biliyorum, çok suratsız görünüyorum. İçimden gelmese de bir şeyler hakkında konuşmaya çalışıyorum. Belki aklım dağılır, diyorum. Zaten o da aklımı dağıtma çabasında.
Akıttığı yaşlar, elmacık kemiklerinde damla damla belirgin bir kadın, burnunu çekerek bir şeyler anlatıyor. Dayanamayıp gülüyorum. Ona katılıp ağlamak geliyor içimden oysa.
"Bir sigara iç, geçer" diyor biri, muzip muzip gülerek. İlk defa, ciddi ciddi sigara içmeyi düşünüyorum. Bunu farkedince bir kahkaha atıyor. Bazen haddinden fazla anlaşılmazken, bazen bir o kadar kolay çözümlenebilir olmayı nasıl başardığımı, merak ediyorum...

21 Ağustos 2009 Cuma

Nazmi bey, Ankara çok mu uzaktır?

Kabullenilmiş hayatları vardı hepsinin. Kilometrelerce uzaklıktaydı bedenleri ama, aynı kumaştan kesilmiş parçalar gibiydi kaderleri. Ya da kader deyip kabullendikleri.
Hayatı sadece sorumluluk olarak algılayan, kendine ayırabildiği bir günü olmadığı gibi, saati de hiç olmayan, tanımsız kadınlardı onlar. Bütün tanımlarını, daha çocuk denecek yaşta ellerinden almışlardı. Ağladılar biraz, içlerine baba korkusu salan cümleleri dinleyerek. Ve sonra alıştılar. Öyle alıştılar ki, gün geldi, doğrusunun kesinlikle bu olduğunu savundular.
Sevgiden bahsetmeye kalksanız yanlarında, yetmişinde de olsalar, utanarak başlarını çeviren kadınlar oldular. Bilmezlerdi öyle şeyler. Zaten evlenirken fikirleri sorulmamıştı. Kimin, ne için söylediğini bilmedikleri, dahası nasıl bir iyilik kastedildiğini sormadıkları, sormaya da haklarının olmadığı bir "iyi" kavramının ardına katmışlardı çeyizlerini.
İyi çocuktu... İyi aileydi... Ömürleri boyunca yaşadıkları her problemde, bu iyiliğin ne olduğunu araştırıp durdular. Üzeri halıyla kapatılmış gizli bir geçit, kapısı dolapla gizlenmiş bir mahzen filandı belki. Olur ya gözlerinden kaçmıştı, farkedememişlerdi.
Asıl farkedemedikleri ellerinden kayıp giden hayatlarıydı. Aralarına uzun mesafeler konulan hayat. Uzaktı, hiç gidemeyecekleri kadar uzak...

20 Ağustos 2009 Perşembe

Rüya

Şiir gibiydi adamın kahverengi gözleri. Şiir gibi, içinde saklananların özetiydi. Okudukça içini yakıp geçen kelimeler gibi, nakış nakış işliyordu duyguları. Gözünün içine içine bakıyordu. Kovalamaca oynarken, hiç yakalanmayacakmış gibi kaçar ya hani insan, bir duvara sıkışana kadar... İşte öyle kaçıyordum bakışlarından. Kendimi huzurlu bir resimde düşlüyordum yakalandığımda.
Bir çardak altında oturmuşum, ufkun kızıllığa boyandığı bir vakitte. Rüzgarın taşıdığı hanımeli kokularının sarhoşuyum. Rüya bu ya, içimdeki bütün sesleri de susturmuşum.
Tahta bir iskeleden denize uzatmışım ayaklarımı, dalga seslerine eşlik ediyorum. Saçlarım uçuşuyor rüzgârla, beceriksizce atıyorum kulaklarımın arkasına. Ellerim iki yanımda sabit ve kendimden öyle emin, bakıyorum uzakta bir noktaya...

19 Ağustos 2009 Çarşamba

Bir düğüm daha...

Yüreğimizdeki düğümlere bir düğüm daha atacak ama,
Okumalı! Demotike

Çöp adam

Dünden içimde kalmış karmaşa, boğazımda düğümlüydü uyandığımda. Aslında bugünü hiç muhatap almak niyetinde değildim. Ama hayat, inatçı bir çocuk gibi, kıyafetlerimden çekiştirerek istediğini almakta ustaydı. Hayata yenildim... Ve içimdeki isteğe galip geldim. Giyinip kuşanıp çıktım sokağa.
Ana caddeye açılan o sokağın sonunda, çöpleri karıştıran annesini izliyordu bir küçük kız. Çıplak ayakları üzerinde, benim daha ayılamadığım o saatte, cin gibi bakan gözleriyle duruyordu karşımda. Onlara doğru, alışkın adımlarla yürürken sokakta, sağ kaldırıma yayılmış bir şeyler dikkatimi çekti. Üzerine küçük bir örtü örtülmüş, oyuncak bir bebek; etrafına dizilmiş çamaşır suyu kutusu, birkaç kapak ve beyaz plastik bir kap. Annesinin bulduklarını alıp oyununa katıyordu belli ki küçük kız. Ne tek bir söz edebildim, ne de gözlerine bakabildim bir daha. Yanlarından usulca geçip gittim yalnızca.
Şükür ki boğazımdaki düğüm çözülüverdi. Ve koca bir taş olup, yüreğimin ortasına çöreklendi...

18 Ağustos 2009 Salı

Karanlığın aydınlattıkları

Akşam karanlığının yavaşça örtündüğü bir gün sonunda, otobüsün camına yansıyan görüntüleriyle mutlu oluyordu çocuklar. Gördükleri sanki bir ilüzyonmuş gibi, cama yansıyan başka suretlere el sallıyorlardı, sevinçle. Kimisi kendi dertlerine gömülmüş, kimisi kelimelerin kalabalığında kaybolmuş, onlarca insanın arasında; çocuktu onlar. Camdaki görüntülerde başka anlamlar aramayan, her şeyi olduğu gibi görebilen nadir insanlardandılar.
Belli belirsiz o görüntülere müthiş bir huzur hakimdi. Bütün problemler halledilmiş, bütün borçlar ödenmişti sanki ve tatlı bir yorgunlukla evlere dönülüyordu. Oysa biliyordum; gerçek, cama yansıyan o hâl değildi. Öyle görmek, öyle olsun istemek yetmiyordu gerçeği bir anda değiştirmeye. Kiminin yarım kalmış bir hikayesi, kiminin de bir problemi vardı belki. Ve belki kiminin, o problemleri söylemeye bile varmıyordu dili...

Kahve falı

Üzeri, her an canlanıp masaya dökülecekmiş gibi duran, çiçeklerle bezeli fincanlar konuyor masaya. Bütün konuştuklarımızın ve söyleyemeyip yutkunduklarımızın üzerine geliyor kahveler. Yudum yudum içiyorum, rengi koyu olsa da, yüreğimi şeffaflaştırması niyetiyle. Bittiğinde, fincanı kapatıp içime, soğumasını bekliyorum hevesle.
Kırk yıllık hatırına ihtiyacım olmasa da, bir tatlı sözüyle gülümsetmesine hayır demeyeceğim. O yüzden, kahve telvesiyle çizilmiş kısa yollara çıkacağım; sonu aydınlık, ferah. İçim yine kuruntudan kararmış olacak belki ama şaşırmayacağım. Kuşlar haber getirecek, sevinçle kabul edeceğim. Bir şarkı saracak içimi belki. Hiç de huyum değilken, sakınmadan söyleyeceğim.
Bütün iyi niyetler, kahve fincanın elverdiğince söylenip tüketildiğinde, ne yolculukları, ne gelmesi muhtemel aşkı zaptedebilecek belleğim. Sadece o nedensiz mutluluk kalacak geriye. Bir küçücük fincandan, kelimelerle yayılacak ruhuma, mutluluk. Kelimelerin gücüne, yiine ben şaşıracağım en çok.

Ağustos/2009

17 Ağustos 2009 Pazartesi

Annem gibi

Göz kapaklarıma yığılan uykuyu silip atmak istiyordum bir tarafa. Onun gibi olmak; durmak, yorulmak bilmeden, hatta hiç bıkmadan, sıkılmadan çalışmak... Ama olmuyordu. Onu izliyordum, elimdeki işi oyalanarak tamamlamaya çalışırken. Gece ben yatağıma uzandığımda, kapının altından odama sızan ışıktan anlıyordum ki, o hâlâ bir şeyleri derleyip toparlama telaşında. Sanki son günü, son saatleriymiş gibi geçiyordu onun için zaman. Hep elinden gelenin fazlasını yapmaya çalışıyordu. Oysa ben yorulmuştum. Uğraşmak da istemiyordum dahası. Belki de tek gerçek neden buydu. Her şeyi bir anda ortaya döküp uğraşmak taraftarı değildim ben. Hele de hevesle, içim dolup taşarak yapmıyorsam elimdeki işi... Ama yine de suçlu hissediyordum kendimi.
Odalar arasında gidip gelen gölgesi, kapı altından sızan ışığa yansıyordu; alamıyordum gözlerimi. Bu kadar fedakâr olabilmeyi sağlayan duygunun ne olduğunu bulmaya çalışıyordum, derin derin alarak nefesimi. Daha da yorgun düşen aklım, bedenim, uykunun kollarına bırakıyordu sonunda kendini. Yine de biliyordum, yeni güne, bir öncekinden daha azimli başlayacaktı o; ben yineleyip dururken aklımdaki soru işaretlerimi.

14 Ağustos 2009 Cuma

Yan masa

Dün akşam, işlerin yoğunluğu altında geçip giden vakitlerin acısını çıkarmak için, arkadaşlarla buluştum. Seni anlattım; senin olmadığın, belki de hiç olamayacağın masalarda.
Kadıköy'ün ara sokaklarından birinde, kalabalığın gürültüsüne kattım sana dair tariflerimi. İnanmaz gözlerle baktılar, yan masadan kulak misafiri olanlar. Neden bilmiyorum ama, bulunması gereken ve aynı oranda da imkânsız şeylerdi istediklerimiz; sana, size dair. Masadaki peynirin kahverengi olmaması kadar doğaldı aslında, bir çırpıda sıralayıverdiklerimiz. "Şu hayalperestlere bir cümle etmek gerek" der gibi bakan biri, seslendi yan masadan; "Artık peynirler bile kahverengi olabilir." Güldük...
"Anlamıyorum insanları" diye devam ettim söze; içi boş kalan "sen" imgesine talip olanları ya da delice öyle olmasını istediklerimi anlatırken. "Anlamak için uğraşmayı bırakalı çok oldu" dedi bir başka masa. "Sarhoş muhabbeti yapıyor bunlar" diye fısıldaşırken kendi aramızda, "sizden çok daha net görüyoruz birçok şeyi, hem de bu kafayla" diye terslendi cümlenin sahibi. Sessiz kaldık. Artık gülemiyorduk da.
Masanın her bir köşesine dizilen telefonlara gitti ara sıra gözlerimiz. Suskun kalınan anların ilk uğrak yeri oldu telefonlar. Kimi sevgilisinin aramasını bekliyordu, kimi, bir ufak gönül çarpıntısıyla varılacak noktanın, belirleyicisi bir işaret. Sadece benim elim, can sıkıntısından uzanıyordu telefona. Evirip çevirip vakit geçiriyordum, ta ki biri, hikâyesine kaldığı yerden başlayıp, cümleleri sıralayana kadar ardı ardına.
Geçmişten, gelecekten bahsedip, hayaller kurmaya başladık sonra; her an diğer masalardan gelecek bir müdahaleyi bekleyerek. Neyse ki hayallerimize karışmadılar; belki de "ne halleri varsa görsünler" diye içlerinden geçirerek. Fırsattan istifade uzun uzun konuşup, yanıtsız sorular sorduk birbirimize. Ve sustukça inandık, bütün cevapları yaşadıkça öğreneceğimize...

13 Ağustos 2009 Perşembe

Beklerken

Akşam güneşi gibiydi kız. Ellerinde, yüzünde, tüm bedeninde geziniyor ama yakıp kavurmuyordu. Gözleri kamaşıyordu ona bakarken çocuğun. Kıstığı gözlerinin seçebildiği kadarı yetiyordu hayatı tanımlamaya. Bir parça gökyüzü, rüzgarda savrulan kuzguni saçlar. Gözalabildiğine uzanan buğday tarlalarında gezinen, uzaktan bakanı, bir melodi gibi ritmik dalgalanışına hayran bırakan rüzgar gibiydi kız. Ilık, nazik... Ve güzel...
Kızın gözleri elindeki kitabın aynı sayfasındaydı dakikalardır. Kitaptaki kadın gibi, bulunduğu hiçbir yere bağlanmayan ve gittiği herhangi bir yerde yaşamaya karar verecek kadar yalnız biri olduğunu hayal ediyordu. Aidiyet duygusu olmayan bir yolcu olabilir miydi? O boşluk duygusunu hissetmeye çalıştı. O duyguya benzer bir şeyler arandı belleğinde.
"Başka yerde yaşayamam" dediği şehirde geçiyorken hayatı, bütün şehirlerle ve birçok insanla bağlantısını koparmış ya da koparmak zorunda kalmış; özgür ve yalnız bir yaşamın tahtına oturmuş o kadının yerinde olmak ister miydi? Bir yaprak gibi oradan oraya savrulmaya tahammül edebilir miydi?
Tam o anda, uzun zamandır ona yöneldiğini hissettiği ama önemsemediği bakışların, içini okumuşçasına daha da ısrarcı olduklarını farketti. "Evrenin mesajları" diye düşündü.
Durağa yanaşan otobüs, yolcularını almış gitmek üzereydi ki, daldığı düşüncelerden uyandı. Kitabını, çantasını, kucağına koyduğu ufak tefek poşetleri bir akrobat edasıyla çarçabuk toparlayıp, son anda bindi otobüse.
Uzun süre güneşle oynaşmış gibi ışığa doymuştu çocuğun gözleri. Şimdi baktığı her yerde, karanlık içinde patlayan kıvılcımların dansı vardı. Kıvılcımlar dans ediyor ve ömründen bir günü daha tüketiyordu.
Yaşadığı acıyı başkasında gördüğünde şıp diye tanıyıverirdi insan. Farklı yollardan yalnızlığa ulaşan yorgun yolculardı ikisi de. Çarpışan arabalar pistinde sağa sola çarpa çarpa zedelenmiş ruhları vardı. Ve ne yazık, vardıkları yerde, yine en olmaza açıp gönül kapılarını, savunmasız kalacaklardı...

12 Ağustos 2009 Çarşamba

Oynamıyorum

Bana bir sürpriz hazırlığında sanki hayat. Aralarında fısır fısır konuşurlarken, ben yaklaştığımda acemice konuyu değiştiren arkadaşlarım gibi; beni gördüklerinde arkaya saklanan elleri gibi davranıyor bana. Oysa ben dışlanmış hissediyorum kendimi. Bu hâlin anlamını bulmak için kafa yoruyorum... Ve efkâra boğuluyorum bazen. Omuzlarımı çekerek "banane" diyorum, "oynamıyorum ben!"
Elindeki çikolataya doğru, ilk adımlarını atması beklenen bir bebek gibiyim onun karşısında. Tam yaklaştım derken, çikolatayı götürüyor hep daha uzağa...

11 Ağustos 2009 Salı

İşmar

Göz kırpmayı öğrenmeye çalışan küçük bir çocuk gibiydi şans. Ne zaman denese, ağzının bir kıyısı kulaklarına çekilmiş gibi, bir sağa, bir sola salınır dururdu. Gözünü kırpmak isteyen fakat daha çok ağzını oynatmayı başarabilen bir çocuktu onun şansı. Uğraştıkça yüzü daha komik, daha görülesi bir hâl alan, bir küçük çocuk...
Severdi çocuk yüzlerini. Ve tüm tanımlamalarını çocukların yüzlerinde kişiselleştirmeyi...
Belki de bu yüzden, köşeye kaldırdığı bir eşya ya da giysinin, tam da işe yarayacağı konumu bulmuşken ve üzerine plânlar yapmışken üstelik; çöpe atıldığını öğrendiğinde... Ya da bütün yaz dolaşıp beğenemediği ve artık aramaktan vazgeçtiğinde gözüne ilişiveren o ayakkabının, ya rengini, ya numarasını bulamadığında; o çocuk yüzü gelir gözlerinin önüne. Aksilikleri unutuverir...

(İşmar; Bizim oralarda göz kırpmak anlamına gelir)

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Tersine

Kulağım çınlıyor. "Biri seni konuşuyor" diyor içimdeki ses. "Ya da biri seni konuşsun istiyorsun" diye ekliyor ardından. Gökyüzü kâh gri bulutlarla örtülür, kâh mavi mavi gülümserken, ince bir duman gibi dağılan beyaz bulutlarıyla; ben bir sandalyede oturmuş, gelip geçen insanları izliyorum.
Bir kadın, üç-dört yaşlarında bir çocuğa dil çıkarmasını öğretiyor, kahkahalar arasında. Bir yanda, zar zor dengesini tutturduğu adımlarından habersiz, kendi bebek arabasını iten bir ufaklık; diğer tarafta, neredeyse ilkokul çağındaki çocukları, bebek arabalarına koymuş, dolaştırmaya çıkaran kalabalık... Bu hayatta her şey, tersine mi işliyor artık?


Can Yücel' den

Yaşamın en tatsız tarafı sona eriş seklidir..
Şüphesiz ki yaşamı tersten yasamak daha güzel,
Hatta mükemmel olurdu.
Nasıl mi ?
Cami'de uyanıyorsunuz. Bir tahta
sandık içersinde, Herkes karsınızda
saf durmuş, iyiliğinize dua ediyor
ve tüm haklar helal edilmiş
vaziyette.tabuttan doğruluyorsunuz, yaşlı,
Olgun ve ağırbaşlı olarak.
Herkes etrafınızda, büyük bir
İtibar, iltifatlar, çocuklar torunlar hepsi
Hazır.arabanıza kurulup evinize gidiyorsunuz.
Doğar doğmaz devlet size
maaş bağlıyor, aylık veya üç ayda bir maaşınızı
alıyorsunuz. Ne güzel, hazır maaş, hazır ev....
Altmışlı yaslara kadar hersek garanti, huzur
içinde yaşıyorsunuz. Sağlığınız gittikçe düzeliyor,
kaslar güçleniyor, kuvvetleniyorsunuz. Bir gün
çalışmak istiyorsunuz ve ise ilk başladığınız gün
size hoş geldin hediyesi olarak bir plaket ve altın
kol saati veriyor patronunuz.. Ve genel müdürlük
veya bunun gibi yüksek bir makamdan tecrübeli bir
insan olarak ise başlıyorsunuz. Herkes karsınızda
el pençe divan...vücudunuzda da bazı hoşa giden hareketler
de başlıyor. Gittikçe zayıflıyor forma giriyorsunuz.
Diğer hormonal aktiviteler artıyor,
fevkalade.....aman ne güzel günler başlıyor...
Derken bir gün patron size artık üniversiteye
gitsen daha iyi olur diyor. Bu arada babanız ortaya
çıkmış, "fazla çalıştın" diyor "artık eve dön, isi
bırak, okumaya basla, harçlığın benden olsun..." keyfe
bakar misiniz ?
Okuduğunuz dersler gittikçe kolaylaşıyor. Ekmek elden,
su gölden bir dönem başlıyor. Partiler, diskotekler,
kızların sayısı artıyor. Derken Anne ve babanız sizi
götürüp getirmeye başlıyor, araba kullanma derdi de yok
artık....
Günün birinde sizi okuldan da alıyorlar, "evde otur,
keyfine bak, oyuncaklarınla oyna" Diyorlar..
Mamanız ağzınıza veriliyor, zaman zaman altınızı
bile Temizliyorlar, hatta bu durum alışkanlık yaratıyor
ve hiç tuvalet kullanmamaya başlıyorsunuz.
Derken anneniz bir gün size süt verme
kararını alıyor ve başka bir keyifli dönem başlıyor.
Mama artık her yerde, her an ve en taze şeklinde
hazır. Bir gün karanlık ilik ve sıcak bir ortama
giriyorsunuz. Beslenmek için ağzınızı açmaya
dahi gerek yok, bir kordondan besleniyor,
sıcacık, yumuşacık, gürültü ve patırtısız bir
ortamda yasıyorsunuz.
Küçülüyor, küçülüyor, ufacık bir
hücre halini alıyorsunuz.
Ve günün birinde müthiş bir
Olayla hayatiniz bitiyor...

7 Ağustos 2009 Cuma

Cümleler

Kelimelerin arasından fışkırmalı duygular. Öyle ki, sarhoş olmalıyım okurken. Kaşlarımı kaldırıp hayrete düşmeliyim bazen. İçimden geçip gitmeli hikâye, beni içine almalı. Kendimi yerine koyabilecek kadar hissetmeliyim anlatılanları. Bazen kaybolmalıyım içinde... Bazen de sorgulatmalı kendimi bana...
Kapağını kapatsam da bir kenara bırakamamalıyım; aklımda dönenip durmalı. Bir gün yolda yürürken, hiç tanımadığım birinin yüz ifadesinde yeniden karşıma çıkmalı. Küçük bir çocuğun başucuna serdiği bayram kıyafetleri gibi olmalı; her gözümü açtığımda, yeniden kendine baktırmalı. Bazen, bir şarkı sözüyle yürümeye başladığım yol, aynı sokağa çıkmalı. Değerli bir taş olup parmağımda olmasa da, bir küçük kıvrım olup, dudağımda; bir ufak kırışık olup, gözümün kenarında bulunmalı.

6 Ağustos 2009 Perşembe

Bir sabah

Yapış yapış bir sabaha uyanmıştı şehir. Nemli ve bunaltıcıydı hava. İşlerine gitmek için evlerinden çıkan insanlar, ağır ağır adımlıyorlardı sokakları. Sanki asfalt erimiş, ayaklarına yapışmıştı; yürüyemiyorlardı. Kimse, yanından geçenin yüzüne bakmıyordu bile. Gülümseyişleri tükenmiş, selamları karanlığın içinde kaybolmuştu. Işıkları söndürüp, sahneyi başa almak istiyordum. Parmağımı şıklatarak dondurmak istiyordum, tüm devinimleri.

Henüz açılmamış bir dükkanın önüne kurulmuş, gelip geçenleri süzüyordu; hayatın aldıkları karşılığında, sonsuz bir umursamazlık bağışladığı o kadın. Adım adım ona yaklaşan ve ondan uzaklaşan insanlara bakarak gülüyordu. Derin bir acıma mı, yoksa ince bir alay mı olduğunu kestiremediğim o gülüşü, her kişide farklı derecelerde oluyordu. Kimi zaman gürültülü bir kahkaha koyveriyordu, neredeyse sözleşmiş gibi sessiz yürüyen kalabalığın doldurduğu sokağa. O sessizlik için, parmak uçlarında yürüyecek kadar özenli, ama bir merhabayı esirgeyecek kadar da özensiz yürüyordu kalabalık.

Terden yüzüne yapışmış, kulak hizasında küt kesilmiş saçları vardı kadının. Ve kirden seçilmeyen yüzünde, güldüğünde parıldayan beyaz dişleri. Dalgalı, uzun sarı saçları olan bir kadın geçti önünden. Az önce yerden bulduğu gazete sayfası elinde, geçen kadına baktı bir süre. Yüzüne yapışmış saçlarını, başını sağa sola sallayarak savurmaya çalıştı sonra, semtin en güler yüzlü delisi. Yırtık kot pantolonuyla salına salına geçen genç kıza güldü; örneğine sadece türk filmlerinde rastlanabilecek bir alaycılıkla. Kimbilir ne kadar zamandır üzerinde olan, rengi seçilemeyecek denli kirli ve lekeli pantolonuna baktı sonra. Dizindeki yırtığa, kanayıp kabuk tutmuş yarasına baktı şaşkınlıkla.

Geçen arabalara el salladı. Annesinin elinden tutmuş yürüyen çocukların, kiminin korkuyla, kiminin merakla açılmış gözlerine gülümseyerek bakıp, selamlaştı. Yanına yaklaşan sokak köpekleriyle konuştu, kedilerin başlarını okşadı. Onu orada öylece otururken görseler, yanından geçerken birazcık dikkat etseler, kaldırım taşında değil de, yumuşak bir minderde oturduğunu sanırlardı.

Eli yüzü, üstü başı kirliydi. Ve burnumuza ulaştığı anda, mide bulandıracak denli kötü bir koku yayılıyordu üzerinden. Kendi kendine konuşup, vara yoğa gülüyordu. Tanımadığı kişilere selam veriyor, ona tiksintiyle bakan gözlere daha çok gülüyordu. İnsanın içini karartacak tüm kötü düşünce ve huylardan arınmış, eşi ancak çocuklarda görülecek bir saflıkla gelip çıkmıştı karşımıza. Ama yan yana dursak, sabah yeni giydiğim ütülü kıyafetlerle, ben ondan daha temizdim güya.

Yollarda yalpalayarak yürümek; ellerim ceplerimde dolanıp, yanımdan geçen insanların gözlerinin içine bakmak, gülümsemek istiyordum. Günün sıcağında, ayağımızın altına yapışmış zift karasını, her gittiği yere götüren biri olmak istemiyordum. Belki bu yüzden, sadece bir başlangıç olsun diye yani; kimse ona bir an olsun bakmadan yanından geçip giderken, ben dikkatle izliyordum onu. Üzülüyordum, özeniyordum... Ve korkuyordum da belki. Ama aklım, gerçeklerden kaçmama izin vermeyecek bir dedektifti. Ve gelip yine bulmuştu beni...

3 Ağustos 2009 Pazartesi

Uğultu

Beyaz bir masa örtüsü üzerinde, ojeli tırnaklarını gezdirdi kadın. Bir kitabın cümleleriyle, hayalinde canlanan bir sahneydi sanki, ansızın hatırlayıverdikleri. Az önce "evet" demişti. Sulanan gözlerinden aşağı yaşlar süzülmesin diye kırpmak istememişti ama, geçmişin can yakan anılarına dayanamadı gözleri. Silinsin, yok olsun diye gördükleri, sımsıkı kapadı; ve yaşlar süzüldü yanaklarına. Damla damla ıslandı sevinçleri.
Şaşkına dönmüş onlarca yüz vardı çevresinde. Deli gibi sevdiği adamla evlendiğini belgeleyen deftere damlıyordu gözyaşları. Herkes kendince bir senaryoya uyarlıyordu olanları. Oysa o, bir kapının eşiğine oturmuş, kavga eden anne-babasına yalvarıyordu hâlâ. "Yapmayın" diyordu; kan çanağına dönmüş gözlerini, elinin tersiyle silerek. Kesik kesik hıçkırıyor ve sesi çıktığınca bağırıyordu. "Yapmayın!"
Baba, kapıyı çarpıp gidiyor; anne, olduğu yere ilişip, saatlerce ağlıyordu. Yalancı mart güneşi vuruyordu salonun penceresine. Pencere kenarına konulmuş yemek masasının üzerindeki beyaz örtü, az önce üzerinde parmaklarını gezdirdiği örtüye benziyordu.
Yıllar geçiyordu hızla. En kirli örtüler bile yıkanıp temizleniyordu ama, insan içinde biriken tortuları bir türlü temizleyemiyordu. Islak gözlerini yerden kaldırmadan, "yapmayın!" dedi, yıllar sonra yeniden. Ve içindeki çocuğun ıslığa benzeyen sesi duyuldu. İnsan, zaten hep en mutlu olduğu anlarda duyardı, kötü anıların kuytu bir köşede saklanan uğultusunu.

24 Temmuz 2009 Cuma

Çözdükçe dolanıyor

Gün geçip gitmiş yine, gökyüzü koyu karanlık. Tek tük ışıklar yanıyor evlerde, pencereler ardına kadar açık. Mutfak musluğundan damlayan suyun sesi kaplıyor karanlık evlerden birini. Sessizlik öyle sarıp sarmalamış ki duvarları, koltuğa topladığı bacaklarına sarıp kollarını, nefesini dinliyor kadın.

Kalkıp musluğu kapatmak gerek. Kalkıp ışığı yakmak gerek! Ya da ne bileyim, bir ufak çantaya birkaç parça eşya atıp, yollara çıkmak gerek. Oysa o, damlayan bir musluğun gereksiz ritmine ayak uyduruyor. Tuhaf kokularla sarmalanıyor çevresi; umursamıyor...

Şu hayatta önem verdiklerinin, sokaktan geçen el arabasına, mandal karşılığı verilen eskiler kadar bile değerinin kalmadığını gördüğünden beri, yarım bir insan gibi hissediyor kendini. Ne kadar uğraşsa da aklı almıyor bir türlü, çevresinde olup bitenleri. Bir rüzgâr olup esmek, fırtınaya dönüşmek, değer verdiklerinin üzerine basıp geçenleri, silip süpürmek istiyor yanından yöresinden. Doğru sözle, iyi niyetle, gözlerinin önüne serilmiş bir yürekle karşılaştığında, şaşırmamak istiyor; olmuyor...

Bütün ağrılar gece ilişiyor insana. Diş ağrısı gibi, gönül ağrısı da. Bir kelime kadar basit aslında, gece gece sancıya sebep olanların, hayatlarını oturttukları temel. Her şeye bencillik penceresinden bakabiliyorsanız eğer; hiçbir sorun, ne gece, ne gündüz, ağrı olup kapınızı çalmıyor. Ama varlığınızın adına yaraşır duygularınız varsa hâlâ, ve yüreğiniz, vicdanınız biraz da; o ağrılar artık kapıyı çalmaya bile gerek duymuyor. Anlamaya çalışıyorsunuz insanları ama, bir cümle o kargaşada aklınızdan uçup gidiyor. Anlamak diyor ya hani şarkıda, çözmeye yetmiyor...

20 Temmuz 2009 Pazartesi

Deli diyorlar sana...

Asipena'ya...
Memleketinin çok uzağında bir ülkenin, sana yabancı sokaklarını adımlarsın. Görüntüler, insanlar, kokular, konuşulanlar başkadır. Ne kadar kendini oyalamaya uğraşsan da, ardında bıraktıklarının yokluğu canını acıtır.
Her sabah, bir rüya olmasını dileyerek açarsın gözlerini yeni güne. Ama gördüğün yine yabancılıktır! O an gözlerini sımsıkı kapatıp, gördüklerini inkâr etmek istersin. Çocuklar gibi ellerini kulaklarına siper edip, o yabancı sesleri duymayasın diye, bağırıp çağırmak istersin. Ama olmaz, olmaz işte!
Ayaklarını sürüye sürüye çıkarsın yollara. Günler geçer, haftalar, aylar geçer; alışamazsın. Sesini özlersin sevdiklerinin, kokusunu özlersin annenin yemeklerinin. Öylece durup izlediğin manzarayı, adımladığın kaldırımları, keyifle içtiğin çayı özlersin. Ayrıntı sandığın birçok şeyin, aslında ne kadar önemli olduğunu farkedersin. Kendine anlatırsın derdini... Gözlerinin içine bakmadan kendinle konuşursun... Birileri sana deli der, aldırmazsın. Özleme bu kadar dayanabiliyorken, deli olmayı ödül bile sayarsın.

17 Temmuz 2009 Cuma

Akşam çayı

Karanlığın ortasına, belli aralıklarla yakılmış mumlar gibi şehrin ışıkları. Gükyüzünde ay; masada, ince belli bardakta, yeni demlenmiş çay. Günün yorgunluğunun üzerinden geçen, hafif, ılık bir rüzgâr.
Bakışlar, uzaklarda bir noktadan yol gözlüyor sanki. Oysa parmaklar, çay tabağının kenarında, yarım yamalak hatırlanan bir şarkının, tanınmayan melodisine kaptırmış kendini. Az sonra, yeni dağıtılan çaylardan, masaya davet edilen misafire "hoşgeldin" der gibi yükselen kaşık sesleriyle, bozulur düşüncenin de sessizliği.
Oysa her bardakta kenara ayrıp kaşığı, yarım kalan bir hikâyeye devam eder gibi yudumlarım ben çayı. "Nerede kalmıştık?" diyerek uzanırım bardağa. Ama özlüyor insan bazen, bardakta dolaşan kaşık sesini bile. Ve sohbetlere karışıp giderken yudumlar, alışıyor bazı seslerin yitip gidişine de.
Konular değişiyor, sesler, sözler değişiyor... Başımızda asırlık ağaçların yaprakları hışırdıyor belki. Etraftaki insanların uğultusu eşlik ediyor ona. Ve akşam, usulca giriyor gecenin koynuna...
17.07.2009

15 Temmuz 2009 Çarşamba

Bulmaca

Gökyüzünün griliği ve delicesine yağan yağmurun sesi eşlik ediyor bugünüme. Sen neredesin şimdi, ne yapıyorsun acaba? Benim gibi cam kenarında sessizce oturup, yağmurla akıp gitmek istiyor olabilr misin? Seviyor musun yağmuru acaba?
Yanımda olsan, bir bulmaca alsan eline yine, ardı ardına sıralayıversen soruları. Bilmediklerime şaşırsan, bildiklerimden anlamlar çıkarsan, başka sorular sorsan sonra. Seninle eksik kalan ya da tamamlanan her neyse onu bulmaya çalışsam ben de, sen sorular sorarken. Kalbimi koysam tartıya, aklımı da yanına. Ölçsem, tartsam... Yüzüne baksam, gülümseyişini de eklesem sonuca. Böyle çözülür mü bu bulmaca?

Temmuz/2009

Arayış

Kalabalıktan yükselen kahkahalar arasında, yolunu kaybetmiş bir dertli bakış, gelip yerleşiverdi gözlerime. Bağlamanın sesinde bir yol buldum kendime. Geçtiği yolları kaybetmesin diye ekmek kırıntıları bırakan, o masal kahramanının yolundan yürüdüm. Yürüdükçe uzaklaştım tüm kalabalıktan, derin bir sessizliğin içine düştüm. Elimde bir bardak, kafamda onlarca düşünce... Her yudumda tükenirken hayat, tıpkı elimdeki o bardaktan eksilenler gibi; hiç unutulmasın diye aklıma kazınmış, onlarca anı gelip geçti gözlerimin önünden. Üzgün oldum, kızgın oldum, yorgun oldum. Âşık oldum, mutlu oldum. İşte bütün gece, hayatın neresinden tutunup yürümeye başlayacağımı arayıp durdum.

26 Haziran 2009 Cuma

Acaba nedir, nedir?

Tıkış tıkış dolu, hatta sığmayan eşyaların sağından solundan sarktığı bir çekmece gibi hissediyorum kendimi. Aklım da, hayatım da aynı durumda. Yanımdan yöremden hızla akıp geçiyor her şey. Plân yapmanın birçok konuda bir işe yaramadığını biliyorum bilmesine ama, benim gibi organizasyon ruhlu birine, bu durum pek uymuyor. Aslında hep istediğim, "hadi gidelim" dediğinde biri, acaba şöyle mi olur, böyle mi olur, ama şu işi halletmem gerekti, filan demeden yola düşebilmek. Ama kişiliğim buna uygun değil işte.
Bu aralar iç sesim de çok geveze. Zaten kendime hiç zaman ayıramıyorum. Bu yoğunluktan, yorgunluktan bu kadar bunalmışken üstelik, bir de onun dırdırı hiç çekilmiyor. Sanırım bu durumun da etkisiyle, içimden hiçbir şey yapmak gelmiyor. Kitap bile okumak gelmiyor içimden. Hani belki bir öneriniz olur diye, derdimi anlatayım dedim. İyi bir dinleyiciyimdir hep. Önerileri can kulağıyla dinlerim.

25 Haziran 2009 Perşembe

Özlüyoruz




Her 25 Haziran'da "seni unutmadık" demek neden acaba? Çernobil'in etkilerini ve yöneticilerin vurdum duymazlıklarını insanlara anlatmaya çalışırken, kansere yakalanışın kadar, kendi kültürünün türkülerini, melodilerini, üstünlük derdin olmadan aktarışın ya da o kültürün yok olmaması için mücadele verişin de unutulmasın diye mi? Yoksa sesini duyduğumuzda içimizde yanan o kıvılcımı herkes bilsin diye mi?

4 sene oldu sen gideli. Geçen zamanı şekle büründürebildiğimiz gibi, özlemi ya da boşluğu da sayılarla ifade edebilseydik keşke...
Zaman geçiyor ve biz sana söylenecek cümleleri tüketiyoruz.
Seni çok özlüyoruz.

10 Haziran 2009 Çarşamba

Hadi...

Neden hep eksik kalıyor söylediklerimiz? Neden dilimizin ucuna kadar gelmişken yutkunuyoruz biz ve içimizde parça parça bir yerlere gizliyor kelimeler de kendini? Neden bir gülümseyişin, bir dudak büküşün ya da bir baş çevirişin ardında saklıyoruz, içimizde dönenip duran kaçak kelimeleri? Halbuki tam yeri, tam da zamanı değil mi?
Öfkeliyken değil, çaresizken de değil belki. Ya da sarhoşken... Söyleyeceklerinin güvenilir olmadığını bildiğin tüm zamanları çıkar aklından. Ama ya diğer zamanlar? Geçip gitmesine izin verdiğin onca an, tam da hakedilmişken her harf, kaçırılmış değil mi?
Öyleyse sus yine... Derin bir of çek hadi. Elin çenene yanaşırken gözlerin saklanacak kuytu bir köşe aransın. Değil yeni bir soruyla, soran bakışlarla bile karşılaşmayasın. Hadi yutkun bir kez daha ve unuttum san yine. Aldanmayı marifet sayanlardan ol hadi sen de...

9 Haziran 2009 Salı

Umut çiçeği

Kasvetli bir sıcağın ortasında bile yüzü güneşe dönük çiçekler var. Kendini sakınmak istese de, yüzünü çeviremeyişine tepkisi belki bükük boynu. Hafif bir esintide yaprakları titreşen o renk cümbüşünün, bir damla suyla neşeye boğulduğunu biliyorum. Umudun çiçeğinden yüz çevirmeye gelmediğini bildiğim gibi.

8 Haziran 2009 Pazartesi

Hayat

Tatlı bir uykuya davet etmenin telaşına kapılmış gibi, gecenin laciverdini giyindiğinde şehir, evlerin parıldayan ışıkları altında akıp gidiyordu hayat. Hep son anı yaşanıyordu sanki. Taze demlenmiş çay, ince belli bardak... Gündüzün sıcağından uzak, hafif esintili bir çardak... Eskiden, yeniden, umut edilen gelecekten bahseden ve o esintinin ardına katılmış kelimeler... Başka bir evin penceresinden süzülüp, kulağımıza belli belirsiz çalınan o müzik sesini kıskandıran gülücükler...
Toprağın, fidanın, ağacın, suyun; ve hatta çiçeklerin adının hakettiği için söylendiği bir bahçe içinde, adına huzur denilen o vakit. Geçiyor... Söylene söylene anlamını yitirmiş tanımlamalardan olsa da, durup düşündüğümüzde hâlâ hayretle bakakaldığımız o cümle geliyor aklıma. "Hayat su gibi akıp geçiyor." İşte böyle, biraz huzur, bir tutam mutluluk, hatta biraz gözyaşı. Daha başka nasıl tanımlamak isterdim ki hayatı?

Haziran/2009

22 Mayıs 2009 Cuma

Düğümleniyor her şey

Bir yolun kenarında, elbisesinin eteklerini etrafına yaymış oturuyor bir kadın. Elinde tuttuğu ipin düğümüne bakıyor. İki ayrı ip, bir düğümle bağlanıvermiş birbirine. O düğüm nasıl çözülür biliyor bilmesine kadın, ama çözüm kendi kararı olamayacak kadar karmaşık duruyor. Birileri sürekli konuşup akıl veriyor ona. “O ipi ne kadar zor birleştirdin!” diyor biri. “Öyle hemen çözülüverir mi?” “O düğümü atmadan evvel düşünecektin bunu!” diyor bir başkası. Bense bir köşeden izliyorum sadece. Elimi uzatamıyorum o düğüme.
Akşam serinliği, geçmiş günlerin sıcaklığına kananları çemberine almışken, sadece rüzgarın etkisi sanıyorum içimdeki titremeyi. Oysa bir buzdolabının kapağını açmış, önünde öylece duruyorum sanki. O anlatıyor, ben dinliyorum. Uzun zamandır saklanmış sözcükleri sıralayıveriyor ardı ardına. Tüm cümlelerini dinledikten sonra, birkaç cümleyi toparlayıp söylüyorum. Ama hiçbiri şaşkınlığımı anlatmaktan öteye geçemiyor. Hem ne söylersem söyleyeyim, o düğümü çözebilecek yalnızca kendisi. Ve senelerimizi birlikte geçirmiş olmamıza rağmen, şimdi ikimiz de başka noktalardan bakıyoruz hayata. Geçen 3-4 yılda çok yol katettik. Ne benim bulduğum çözüm onu mutlu edebilir artık, ne de ben onun mecburiyetini anlayabilirim. İşte en çok bu üşütüyor beni.

1 Mayıs 2009 Cuma

Fiyat ve değer

Ağır aksak adımladığı sokakta kimsecikler yoktu. Hissettiği acı, sokağın kimsesizliğinde rahatça yayılmıştı yüzüne. Her adımında ayağının altına iğneler batıyordu sanki. Apartmanlardan çıkan biri olursa, tozu alınmış ahşap bir zemin gibi, kaskatı kesilmiş bedeninde saklayacaktı, yüzündeki acıyı. Sokak bitipte, büyük mağazaların bulunduğu ana caddeye çıktığında, derin bir nefes aldı. Ana caddenin kaldırımları ile ara sokağın kaldırımları, ülkenin doğusu ile batısı kadar farklıydı. Artık daha az acı çekecekti yürürken.
Karşı kaldırıma geçmeyi düşündü. Bir süre gelip geçen arabalara çekingen bir şekilde baktı. Bulunduğu yer yaya geçidiydi ama ne gelip geçen arabaların bunu önemsedikleri vardı, ne de kendilerini onların önlerine atan insanların. Birkaç dakika sonra, yavaşlayan bir arabadaki bey, yol verdi kadına. Ağır aksak geçti yolun karşı tarafına.
Bir mağazanın vitrinine yanaştı. Günlerdir gelip geçerken baktığı o elbiseye daha dikkatli bakıyordu şimdi. Alamadığı için dertlenmişti. Belli etmemeye çalışsa da, kızı da üzülüyordu elbiseyi alamadığına. O da kızının üzgün haline daha fazla dayanamış, kıyıda köşede kötü günler için sakladığı altınlarını gözden çıkarmıştı. Bir süre vitrini seyretti öylece. Cama yansıyan yorgun suretini, acılı yüzünü farketmemişti bile.
Elindeki gazeteyi masanın üzerine bırakan tezgahtar, sigarasının dumanı ile çıktı mağazanın kapısına. Cama konmuş sineği kovalar gibiydi bakışları. Kadın, adımlarıyla artan ayağının acısına aldırmadan, mağazanın kapısına yönelirken, tezgahtara gülümsedi. Tezgahtar, donuk yüzüyle bir set çekmişti sanki kapıya. Kadın, gözleri vitrinde yavaş yavaş yaklaştı mağazaya. Israrla kapıda dikilen tezgahtara yöneltti sonra bakışlarını. Dudaklarından dökülmese de, bakışları, “nereye?” der gibiydi tezgahtarın. “Vitrindeki elbiseye bakacaktım.” dedi kadın. “O elbise 300 lira” dedi tezgahtar. Yüzünde acıma dolu bir gülümseyişle, “o elbiseye bakacağım” diye yineledi kadın. “Fiyatını sormak istesem sorardım. Derdimi en az sizin kadar anlatabiliyorum” diye de ekledi ardından. Memnuniyetsiz bir yüz ifadesiyle mağazaya girdi tezgahtar. Askıdaki elbiseyi aldı eline, “az evvel de söyledim. 300 lira!” Kadının daldığı hayalde ne tezgahtar vardı, ne de onun iğneleyen sözleri. “Hediye paketi yapar mısınız lütfen” dedi kadın. Duyduğuna anlam veremeyen tezgahtar, soru dolu bakışlarını yöneltti kadına. Çantasını açıp parayı saymaya başlayınca, tezgahtarın yüzündeki soru dolu ifade, abartılı bir şaşkınlığa dönüştü. Parayı denkleştirdiğinde, gözlerini kaldırıp, tezgahtarın yüzündeki ifadeyi yokladı kadın. Biraz olsun mahcubiyet aradı o bakışlarda. Bulamadı…
Yokluğu imâ etmenin, yüzüne vurmanın ayıp olduğunu öğrenerek büyümüştü o. Hatta yokluğu ulu orta söylemenin bile ayıp olduğunu öğretmişlerdi. Şimdi nasıl olmuştu da değişivermişti her şey. Yoksunluk, nasıl olmuştu da insanları hor görme hakkı tanımıştı birilerine? Umursamazca etiketledikleri değer kaybediyordu. Asıl yoksun olan onlardı aslında. Her şeyin fiyatını bilenler, değerini bilemeyeceklerdi asla!

Mayıs/2009

6 Nisan 2009 Pazartesi

Ah çocuk

Kapalı göz kapaklarının ardında kıpır kıpır gözleri. Bense yüzümü öyle yaklaştırmışım ki ona, büyüdükçe kaybettiğimiz herneyse onu arıyorum sanki. Alnı biraz nemlenmiş, yüzündeyse gördüğü rüyayı yansıtan tatlı bir tebessüm. Ah çocuk, dünyayı senin gözlerinden görmeyi ne kadar özledim bir bilsen. Küçücük parmaklarıyla, yüzüne yaklaşan bir yüzü kavramaya çalışan bir çocuk olmak yeniden, bir zafer sevinci içinde; ne güzel olurdu.
Biliyor musun çocuk, ben senin kadarken, daha küçük yaşlarıma ait fotoğraflarıma, başka birine bakıyormuşum gibi bakardım. “Gelsede oynasak beraber” derdim hatta. Şimdi bunu söylediğim yaşıtlarım gülüyorlar sözlerime ya, sana söylesem, “gerçekten gelir mi?” diye sorarsın ilk olarak, eminim. Büyüdükçe, gerçeklerle yüzleştikçe kaybettiğimiz şeylerden biri de bu galiba. Düşündüklerimizin, düşlediklerimizin olabilirliğine inancımızı kaybediyoruz. Ne kadar uzak kalmaya çabalasak da, o mantık çemberiyle sarıp sarmalıyor bizi hayat. Ah çocuk, isterdim ki sen uzak kalabilesin bu tuzaklardan. Ama ne mümkün. Büyümek, çocukluğun sonunun, kaçınılmaz başlangıcı. Umarım o başlangıçta, sen ipotek ettirmezsin mutluluklarını.

Nisan/2009

1 Nisan 2009 Çarşamba

Tek kelime

Sokak, karanlık ve sessizdi. Lambaların solgun ışığı teslim almıştı kaldırımları. Sabah ezanı sokağın sessizliğinin üzerine yayılırken, sadece kedilerdi adımlayan kaldırım taşlarını. Cama yaslanmış, boş sokağı izliyordum öylece. Yüzümde, az önce sonlandırdığımız sessiz sinema oyunundan kalma bir tebessümle. Konuşurken bir nefeste söyleyiverdiğimiz kelimeleri, sessizce anlatabilmek için, nasıl da uğraşıp durmuştuk.
Kimi zaman derdini anlatmanın, konuşmadan tarif etmeye çalışmaktan da zor olduğunu gördüğümüz de olmuştu şu hayatta. Gözümüzde büyüdükçe büyüyen kelimeler... Söyleyebilmek için uzun süre kendimizle kavga edip durduğumuz, kısacık cümleler. "Yok" derdik, "olmayacak!" Ama akla düşmüştü ya bir kere, silinip gitmeyecekti. Ne yaparsak yapalım, taptaze duracaktı belleğimizde, dalından yeni koparılmış bir meyve gibi.
Nefes alıp-verişlerimle silik bir bulut gibi inceden buğulanan camda, evin dört bir yanına dağılmış dalgın yüzleri görüyordum. İşte o an, "hadi bir şeyler yap!" dercesine, yanı başımda duran, çalıştığından bile emin olmadığım o radyoya dokundu elim. Oysa odaya dolan müzik, daha da durgunlaştırmıştı bakışları. Sanki o müzikle beraber, herkes başka diyârlara yolculuğa çıkmıştı. Yan yana oturmamıza rağmen, bizi yolcu eden o şarkının ritminde, git gide birbirimizden uzaklaşmaya başlamıştık. Biliyordum, yine tek kelimeydi yalnızlık. Ama bölerek bile anlatılamıyordu artık.

Siz geniş zamanlar düşlemiştiniz

Alelacele söylenen cümleler duymuştum, duyguların yok olduğu yüksek binalar arasında. Daha söylenirken anlamlarını kaybediyorlardı sanki. Zaman kadar hızlı geçip gitmişlerdi kulaklarımdan. Tamamlanana kadar unutuvermiştim.
Sonra bir gün, uzak bir dağ köyüne çekildi gönlüm. Ben o dağ köyüne ait küçük bir çocuktum. Kayaların diplerinde, uçurum kenarlarında açan, şaşılası güzellikteki dağ çiçeklerini tanırdım. Tozu dumana katan rüzgarların uğultusunu duyar, kışın kapanan yollarla pekişen uzaklığı, anlayarak büyürdüm.
O küçük çocuğun eline tutuşturulan, kokulu ıslak mendil gibi ferahlatıcı ve yeniydi kelimelerin. İlk defa duyduğum o kokuyu, usulca kapadığım parmaklarımın arasında, korurum sanmıştım. Yanıldım...
Teyze diye seslenilen yaşıt genç kızların, mahçup, anlayışlı gülümseyişleri kadar içtendi anlattıkların. Keyifle dinlemiştim. Dinledikçe de artıyordu özlemim. Neyi özlediğimi tanımlayamıyordum ama, belli ki güzel şeylerdi.
Senden arta kalan kelimeler elimde, gözlerim uzaklarda şimdi. Yeni bir sayfanın başında, kararsız... bekliyorum. Bilmiyorum, ne yazarsam değişiverir gelecek günler? Ve bu kadar değiştirmek çabasındayken ben, neden sürekli başa sarıyor filmler?

Nisan/2009

Nerden başlasam, nasıl anlatsam

Kirpiklerinin gölgesi düşmüştü yüzüne. Bir damla yaş, gözünün kenarını yol bellemiş, iniyordu usul usul dudağının kenarına. “Ne oldu?” diye sordu, karşı koltuğunda oturan adam. Daldığı düşüncelerden uyanıp, soruyu sorana baktı uzun uzun; sanki bir anlam veremiyormuş gibi baktığına. “Hiç” dedi iç geçirerek. Ne olduğunu merak etse de, o “hiç” yetmişti soruyu sorana da. Sustu ve bakışlarını başka yöne çevirdi, o “hiç”te gizli hassasiyetin sınırlarından sakınırcasına. Dudağının kenarındaki damlayı silerken konuşmaya başladı kadın. Kendi kendine konuşur gibiydi daha çok. Belki de tüm söylediklerini içinden geçirdiğini sanıyordu, kimbilir?
Adam, gözleri bir noktaya kilitli, elinde tuttuğu mendili buruşturup duran kadına baktı. Onu ne kadar sevdiğini düşündü. Birlikte geçen zamanlarını, kavgalarını, barışmalarını, suskunluklarını… Ve sonra sevmediği bir koku yayıldı odaya. Ölümü düşündü. Onu kaybederse ne kadar üzüleceğini, bırakıp gitmenin nasıl zor geleceğini geçirdi aklından. Bıçak kesiği gibi ince bir sızı gelip geçti içinden.
Kadın, göz yaşlarının yol yol ettiği yüzünü kaldırıp, cevap bekleyen bakışlarını yöneltti adama. Adam endişeliydi, belli ki kaçırdığı bir şeyler vardı. İşte o an, deminki kötü kokuyu bile bastıran bir sıkıntı hissetti içinde. “Seni ne kadar sevdiğimi düşünüyordum” dese, inanmayacaktı kadın. “Sen beni dinlemiyorsun”a çıkacaktı bütün yollar. Üzgündü ama yetmezdi tabii. Nerden başlasa, nasıl anlatsa bilemedi bir türlü.
Bir cümle ile anlatılabilirken içimizden geçenler, dolanıp durur dilimize bazen. Ne susmak çare olur, ne de çıkmaz bir yola girdiğini bile bile anlatmaya çalışmak. Öyle bir an gelir ki, hiçbir yerde olmamayı diler insan. Ama o dilek, gerçekleşme ihtimali taşımaz hiçbir zaman.

Nisan/2009

Misafir

Bir ikindi vakti, Anadolu’da bir köy evinde yemek yiyormuş bir aile. Baş köşeye oturttukları bir de misafirleri varmış. Buyur etmişler onu da sofraya. “Tokum” demiş misafir, yerinde oturmaya devam etmiş. Sofraya gelen her yemekle misafire sunulan teklif de yineleniyormuş. Ortaya tatlı tepsisi konduğunda, ev ahalisi artık misafirin hiçbir şey yemek istemediğine kanaat getirdiğinden yeniden buyur etmemiş. Ama onlar tatlılarını yerken, öte yanda misafir kıpırdanmaya başlamış. Bunu farkeden ev sahibi dönmüş o tarafa. “Ağa…” demiş misafir, “bir daha çağırsana”
Hayatın tok misafirleri olduğumuzu düşündüğünüz oldu mu hiç? Yorgun bir günün ardından başımızı yastığa koyabiliyorken, her zaman güzel şeyler olmasa da karşılaştıklarımız, yine de görüp, duyabiliyorken ve birileri inatla anlamasa da söylediklerimizi, konuşabiliyorken; ağırlanması zor, tok bir misafir gibi mi davranıyoruz acaba?
Güneş, yeni sevdalı bir kız gibi bazen utanarak saklasa da yüzünü, gülümsemeye başladı yine. Bahar geldi. İşin en tatlı kısmı yani.

Nisan/2009

Tanımlama

En zor soru, insanın kendine sorduğudur her zaman. Başkasına sorduğunun cevabını didikler durur da insan, kendine sorduğu soruları geçiştirir kimi zaman. Bazen de kendine sormak istediklerini başkalarına sorar.
Şimdi biz, kan kardeşi olurken, kolunda bacağında kabuk tutmuş yaraları yeniden kanatan çocuklar kadar cesur, ve birinin düştüğünde kesilen, diğerinin bir cam parçasıyla çizdiği parmaklarında birleşen kan grupları gibi farklıyız. Bir çok ortak yanımız var, bir o kadar da zıtlaştığımız.
Şimdi biz, hata yapmamak uğruna müziğin ruhunu kaybetmiş şarkıcılar gibiyiz. Ritmimiz tam ama duyguyu yitirmişiz.
Şimdi biz, güneşle ay gibiyiz. Birimiz varken, diğerimiz olamasak da, birbirimizin varlığında ışıldayabiliriz. Ve ikimiz de mutluluğu çağırıştırabiliriz.
Şimdi biz, aynı odaya açılan kapı ve pencere gibiyiz. Birimizin perdelerin ardına gizlediğini, diğerimiz daha korunaklı hale getiririz. Bir gün perdelerin ardını görebilmek ne kadar mümkünse, kapıların ardını görmek, o derece imkansızdır, bir türlü öğrenemeyiz.

Nisan/2009