Tadına doyulamayan kısacık şarkılar gibi yağmıştı yağmur, o uzun ve serin cumartesi günü. Belki de bu yüzden, o şarkılara nasıl devam ediyorsam işte öyle çıkıp yürümüştüm sokaklarda, gözyaşlarım da yağmur gibi ıslatıyorken yüzümü. Bulup buluşturup ellerimi çıkarmıştım sonra ortalığa, belki onlar gizleyebilirler diye yüzümü sarıp sarmalayan o hüznü. Olmuş muydu?
Kalabalık caddelerin, sessiz sakin sokaklara açıldığı yollardan geçip, ıslak kaldırımlarına bir çocuk eli gibi yumuşacık dokunan güneşin aydınlattığı bir tanesine, sanki çağrılıymışçasına girivermiştim öyle. Karşılıklı pencerelerde gerili iplere, muhtemelen yağmurda apar topar toplanılan çamaşırlar asılıyordu, ben sokağa girdiğimde. Sarı, kırmızı, mavi, yeşil... sanki bir kutlama alanını süslercesine. Biliyor musun, insan onca rengi bir arada görünce garip bir sevincin içine düşüyor birden. Az ilerideki köşe başında duran minik kız da benimle aynı fikirde miydi bilmem. Ama sevinçle hüznü biraraya getirmiş çok tanıdık bir ifade vardı yine de yüzünde.
Gelişigüzel toplanmış saçlarıyla, çıplak ayaklarına aldırmadan bir gofret tutuyordu elinde. Bu şehirdeki en büyük suç, neden bir çocuğun çıplak ayakları değildir ki? Ne ayaklarına ne de yüzüne bakamıyordum bu soru aklıma geldiğinde. Etraftaki binalar sanki ondan daha ilgi çekiciymiş gibi yaparak geçiyordum yanından. Tam sokaktan çıkarken, bir apartmanın önüne konulmuş küçük pabuçları görüyordum merdivende. "Kim bilir nerede" diyordum içimden, yine hangi çocuk çıplak ayaklarını değdiriyor kaldırım taşlarına, bir tür ölümü haber vermek istercesine.