26 Aralık 2007 Çarşamba

Takvimlerden haberin yok mu?

Bir zamanlar şenliğin merkezi olmuş, hatta bezen ses ve karmaşasından bıkılmış o eski ev. Karşıda dağlar, diğer köyler; sağ tarafta o tanıdık elma ağacı. Kapının girişinde, bir misafiri yolcu eder gibi, güneşin batışını izliyorum.
Dün gece, ansızın, bir rüyanın ortasında, kendimi bir köy evinde buldum. O kadar sessizdi ki, ürktüm. Aslında ben korkmazdım sessizlikten. Belki de korkutan sessizlik değil, oraların bu hale gelmiş olmasıydı. Yani delicesine akıp geçen zaman korkuttu beni. Ne çabuk geçmişti onca yıl, hiç farkına varmadan. Her şey nasılda hızla uzağımızda kalmıştı.
Annem mesela. Ben hep aynı yaşta, hep aynı görünüşte kalacak sanırdım annemi. İğneye iplik geçirmekte zorlandığında ya da bir şey yapabilmek için gözlüğe gereksinim duymaya başladığında, durup, “buralara ne zaman vardık ki?” diye sormuştum kendime. Bilmiyordum, bilmiyorduk. Hiçbirimiz farkında değildik çünkü. Ama zaman geçiyordu. En sıkıcı anlarda geçmiyormuş gibi gelmesine rağmen hem de. Şimdi neyin hesabı bu tuttuğum, bilmiyorum. Hesaplara yetmiyor çünkü aklım.
Kimliği belirsiz yarınların hapsettiği bir gelecek var önümde. Yeni bir yıl daha geliyor baş edilemez bir hızla. Yeni umutlar, yeni heyecanlar gelsin istiyorum, onun ardı sıra.
Umarım düşlerimiz kadar özgür ve mutlu zamanlar ayırabiliriz kendimize, geçen yıl olduğu gibi, çok geç kalmadan. Çünkü biliyorum, bu yıl da yine çok hızlı akacak zaman.

Aralık/2007

22 Aralık 2007 Cumartesi

Bayramlar bayram olsa!

Kimsenin anlam veremediği bakışlar, alabildiğine bir deniz manzarasında dolanan. Aranan bir bayram havası, bayram kokusu.
Bir omuza yaslamak varken, bir vapurun penceresine dayadığı dirseğinden güç alan ellerine yasladığı başını, bir bayram coşkusuyla kaldırmak isterdi o da, yastığından. Ama olmuyordu nicedir. Gidilemeyen, uzakta bir yer gibi duymak istediği heyecan. “Yol yokuş, yük ağır”, istese de gidemiyor insan.
Cıvıl cıvıl ama birbirine aman vermeyen üç küçük arkadaş var yanımızda. Anneleri, muhtemelen arada bir, “büyüselerde biraz rahatlasak” diyorlardı. Ama büyüdükçe, onlar çocuk sevinçlerinden uzaklaşacak, anneleri ise daha başka ve belki daha zor problemlerle karşılaşacaklardı. Onun ise tek bildiği, bayramın artık sadece bu ufaklıkları mutlu ettiğiydi. Belki yokluk, yoksunluk; belki yalnızlık, uzaklık; belki de daha başka nedenlerden tadı yoktu bayramların.
“Hiçbir zaman hayat bayram olmadı
ya da her nefes alışımız bayramdı.” diye mırıldandı içinden.
Ya herşey manasız, tadsız; herkes mutsuzdu ya da dün izlediği mahkumlarla yapılan röportajda farkettiği gibi, özgürce aldığı her nefes bayramdı.
Bir apartmanda çaldıkları kapıdan, çikolata ya da şekerle değil, harçlıkla ayrılan çocukların neşeli fısıldaşmaları; yeni kıyafetlerinin mutlulukları sadece, bize bayram olduğunu anımsatan. “Bayram” hala çok neşeli ve mutlu bir kelime. Ah bir de bayramlar bayram olsa…

Aralık/2007

12 Aralık 2007 Çarşamba

Ayrılık

Dinlediğim bir ayrılık hikayesinin yansımasıdır yazdıklarım. Sahibine ithafen…

Başka yollar düşlüyormuşuz seninle, bambaşkaymış isteklerimiz. Halbuki en başında, baktığımız farklı yönlerin buluşacağı renkli bir hayat resmi yapabileceğimizi ummuştum. Daha doğrusu bunu beraber umuyoruz sanmıştım. Anladım ki, bu resmi sadece ben boyamışım.
Büyük hatalarım oldu benim. Sadece sevgi yeter, seni bu kadar seviyorken bütün problemler geçer sanmıştım. Oysa ne aptalmışım. İlişkiyi başlatmak için verdiğin mücadeleyi, yaşadığımız her anda yüzüme vurmuşsun sen, bunun öcünü alır gibi davranmışsın. Seninleyken herşeyi erteliyordum ben, sana olan kızgınlıklarımı bile ertelemişim, kızamamışım sana.
Tanıdığım; akan, dökülen yerlerini bildiğim bir sığınak sanmışım seni. “Yanlış anlamışsındır.” diyor, seni tanıyan herkes. Tıpkı benim gibi sana güveniyorlar. Keşke bu kadar basit olsa herşey. Birgün yaşadığım herşeye bu kadar yabancı kalabileceğimi tahmin bile edemezdim. Neden biriktirmişim ki bu kadar şeyi.
Mücadelenin de, mutluluğun da tek başına yaşandığı bir ilişkiymiş bizimki. Maalesef ki, herşeye rağmen özlüyorum seni, ne acı.
Sevgimle yaşadıklarımın kıskacında geçiriyorum günlerimi. Neye mal olursa olsun, bitmeli içimde bulunan sevgin. Kolay kazanılmış paralar gibi kolay harcamak, tüketmek istiyorum. Yok etmek istiyorum, bir daha hiç bulunmamacasına. Bir yandan da sinir olduğun, kızdığın şeyleri yapmak; canını yakmak istiyorum.
Nedir bu karmaşa, ne hale getirdin beni? Tanıyamıyorum artık kendimi. Göremiyorum baktığım aynalarda, bulamıyorum söylediğim kelimelerde ya da davranışlarımda.
Hiç bana benzemiyor yokluğundan arttırdığım halim.
Senden ayrılmak, çok zormuş be sevgilim!

Aralık/2007

10 Aralık 2007 Pazartesi

Ne geçmiş tükendi, ne yarınlar...

11 Aralık…
Aslında bir farkı yok diğer günlerden. Benim için mahsup etme zamanı, kötülükleri iyiliklerden.
Bir envanter çıkardım, geçen yılıma ait. Giderek daha garip bir hal alıyor doğum günleri. Hayır, yaş korkusu değil; belki de henüz değil demeliyim. Önceden beklentilerim olurdu özel günlere dair. Farkettim ki, artık hiçbirşey beklemiyorum. Belki de bu yüzden, ilk defa bir doğum günü pastasını üflemek, benim için sürpriz oldu ve gördüğümde, ağlamaklı oldum.
Keşkeler, acabalar, belkiler, imkansızlar; vuruşup, yenişmeye çalışıyorlar aklımda. Bak bir yıl ne de çabuk geçti, bu kadar karmaşaya zaman yok aslında. Anlayamasamda neden bu acele, bende sürükleniyorum esen rüzgarla.
Doğum günleri, uzun yolculukların ihtiyaç molaları gibi artık. Ya da soluk soluğa yürünmüş yolların, nefes alma araları. Kaldığım yerden devam ederken; bana güç, mutluluk veren, gördüğüm bütün güzel yüzlere, teşekkürü bir borç bilirim. İyi ki varsınız, iyi ki…

Aralık/2007

5 Aralık 2007 Çarşamba

Ortak dil

Anneye söz verilen saatlerde sokaktan dönülemeyen, oyunun tadına doyulamayan güzel zamanlarda saklı çocukluğum. Annemin “saat kaç oldu?” azarlarından sonra, kuzu kuzu evin yolunu tuttuğumuz; açık bırakılmış kapıdan içeri sızarken, kardeşle ufaktan bir tartışma tutturduğumuz zamanlarda. Önceden konuşulmamış olmasına rağmen, imzalanan bir antlaşmanın gereği gibi tartışıp, eve geç girmiş olmamızın önemini yitirmesini umduğumuz; bu vesileyle de içimizdekileri öylece anlatıverdiğimiz pervasız zamanlarda. O duygu dün yaşanmış gibi taze hâlâ.
Anılara sığınmak çok garip bir durum. Tutunacak bir dal aramak gibi. Kötü bir günün tam ortasındayken, sevdiğin birini ya da kavuşmayı beklediğin mutlu bir haberi düşünmek gibi. Kötülüklerden korunmak için, sevdiğin şeylere sığınmak, mutsuzluğun ortak dili mi peki?

29 Kasım 2007 Perşembe

Bağlamanın telinde bir çift söz

Hava soğuk, gökyüzü gece karası, sokaklar kalabalıktı. Kafamdakiler dağılsın diye yürüdüm. Belki ilk defa yürüdükçe daha çok gömüldüm düşüncelere. Kararlar alıp, caydım. Tespitlerde bulunup, yalanladım. Suçlular bulup, akladım. İnsan kendiyle nasıl kavga eder, yeniden duyumsadım. Sonra yine hiçbir şey düşünmemek, her şeyden uzak kalmak için, hepsinin üstünü örtmeye karar verdim. Bir konser salonunda kurtulmayı denedim düşüncelerimden. Bağlamanın sesinde açığa çıktılar birer birer. Bir zincirin halkaları gibi birbirinin peşi sıra gelip karşıma dizildiklerinde, daha bir ağır hissettim kendimi. Sonra dalıp gittim türkülere.
“Söğüdün yaprağı narindir narin
İçerim yanıyor, dışarım serin.”
En dar vakitlerde, kimse görmesin diye alelacele sakladığım anıları buldum söylenen türkülerde. Yad ettim ve ne çok şeyin değiştiğini farkettim. Tükenenleri, tükettiklerimi yeniden gözden geçirdim. Konser bittiğinde, her dinlediğimde yeniden hatırlayayım diye, bıraktım yerlerine karşıma çıkanları. Bir kendimi aldım salondan çıkarken, yine başbaşaydık…

Kasım/2007 (Erkan Oğur-İsmail Hakkı Demircioğlu konseri sonrası)

26 Kasım 2007 Pazartesi

Yine mi?

Bir insan neden yapar bunu kendine? Sonu gelmeyecek, ne mantık, ne tarih tutmayacak şeylerin peşinden, niye böylesine gidesi gelir?
En ufak bir davranışını bir hüzün bulutuna çevirip, içine dolup taşan bu ağlama isteğiyle kıvranıp durmak, ne kazandırır insana? Her defasında aynı yollardan geçiyorsun. Öğrenmiş olman gerek artık, virajlarını, eğimini, engebesini, seni zorlayan şartlarını. Yetmedi mi bugüne kadar yaşadıkların, yorulmadın mı?
Vazgeç ne olur. Bari bu sefer acı çekmeden vazgeç. Yine en çok sen acı çekecek, yine yalnızlığına yenik döneceksin. Yapamayacağın kararlar almana sebep olan, kızgınlık, kırgınlıklar yaşayacağın sonlara ulaşmadan, kalbin daha fazla hırpalanmadan, gözyaşlarını içine akıtmak mecburiyetinde kalmadan vazgeç.
Şimdi ufak sıyrıklarla atlatabileceğin bu badireyi, ilerletirsen, bir yıkımla altında kalacağın tehlikeli yüksekliklere ulaşacak. Önlemlerini al, koru kendini olacaklardan.
Daha şimdiden yutkunurken yakıyor düşündüklerin. İçine yayılan gereksiz bir ağrı var.
Yine mi aynı şeyler, hayır olmamalı. Bile bile lades değil artık gerekli olan. Şimdi böyle olmamalı, bunu aklına takmamalısın. Başka şeyler düşünmeli, bundan biran önce kurtulmalısın…

Kasım/2007

23 Kasım 2007 Cuma

Tanımlama...

Sabah güneşi ardımda, yansıyan gölgem uzun sokakta. Evet, bu gölge bana ait. Saçları toplanmış, eli çenesinde. Gölgesinden bile tanıdığım insanlar var benimde.
Bir insanı kokusundan, gölgesinden, uzaktan gelen sesinden, kapıyı çalışından, yazdığı kelimeden, söyleyiş biçiminden tanıyabilmek, nasıl güven verici ve sevgi dolu değil mi?
Çocukken misafirliğe gittiğimiz bir yerden ayrılacakken, paltosunu istemişti dedem. İçeride bir sürü palto vardı, yatak üstünde sıralanmış. Olabileceğini tahmin ettiğim bir tanesini alıp, koklamıştım. Evet, dedem kokuyordu. İnsanların kendilerine has kokularının o zaman farkına varmış, onu uyutmayı bıraktığında, annemin kıyafetleriyle uyuyan kardeşimi görünce de bu farkındalığı perçinlemiştim.
Bir beyaz kağıda elimi koyup, çizdiğim şekil kadar tanıdıklarım ve tanındıklarım da var elbet. Ne zor şey kendini anlatmak. Hele de benim gibi yanlış anlaşılmalardan korkan biri için.
Bazen, hiç tanımadığım bir yerde, yapayalnız olmak gibi dileklerim oluyor. Ama “neyin var, durgunsun?” diyecek birinin olmadığı bir yer ve bu durum, insanın tahammül edebileceği bir yalnızlık mı acaba?, diye de düşünüyorum bir yandan.
İçimin kapılarını ardına kadar açıp, içeride ne varsa, ne için ne düşünüyorsam saklamadan, yanlış anlaşılır mıyım diye düşünmeden anlatabileceğim; “kötüyüm” dediğimde yanımda bulduğum bir dostun tanıdıklığından nasıl vazgeçer, buna nasıl ihtiyaç duymaz insan söylesenize.
Gül peşinde koşarken ezilen papatyalar gibi olmasın, yanımızda yöremizde varolanlar. Hatta içimizde bulunanlar.

Kasım/2007

Ölmek ne garip şey anne

Bir hastane kapısında acıyla yüzyüze gelmiş, ne olduğunu anlamaya çalışırken; gördüğün taksiden inen teyzeyle, başka şeyler düşünmeye başlıyorsun. Aklın kıyas yapmaya, ölüme bir sıra biçmeye yelteniyor çaresizce. Bütün bildik sözler sıralanıyor ardı ardına. Biliyorsun sende, bunu da sindirip, tahammül edilebilir hale getireceksin, ama zamanla. Fakat bundan sonra, genç ölümleri duyduğunda, bir film karesi gibi aynı sahneyi defalarca hatırlayıp, her seferinde aynı şeyleri hissedeceğini de biliyorsun.
Erkendir her ölüm, sevdiğini uğurlarken buralardan. Başlangıcı olup sonsuza uzanan tek şey zamandır. Ve geriye kalan herşey, onun içinde kaybolmaya mahkumdur, biliyorsun. Bunu tahmin etmemişsin işte, hiç böylesi aklına gelmemiş. Düşlemiş miydin? Böyle birşeyi nasıl düşlersin ki, düşlemedin elbet. Sevdiğin hiçkimseye yakıştıramadın ki ölümü. Onlar sıcaktılar, sevgi dolu. Ama ölüm, içini üşütecek kadar soğuk. Ellerin değil, duygularındı üşüyen şu yaz ortası.
Görememek, konuşamamak. Bir gün önce yanında olandan, artık bir ömür boyu ayrı kalmak gibi yakıcı hisler kapladı heryanını. Bu idi demek, sevdiklerinden önce gitmek isteyişinin nedeni. Bunu nasıl bir bencillikle istediğin ve isteğini ne kadar geçerli nedenlere dayandırdığın aşikardı şimdi.
Ona senden yakın olanların acısını görünce, sakladın kendi acını. Öncelik sırasını karıştırdın acıların. Onların bu haline mi, acının asıl nedenine mi üzülüyordu için, en ilk?
“Birileri yeni kitaplar yazacak, okuyamayacaksın; yeni filmler çekilecek, izleyemeyeceksin; sevdiğin bir şarkıyı bir daha dinlemek isterken, dinleyemeyeceksin.” diyordu ya filmde. Gideceği zamanı bilerek yaşamanın verdiği ağırlığı, bir kez daha hissetmiştin o sahneyi izlediğinde.
Sana acı verenin, onun acılarına son verdiğini aklına getirdin bunları düşününce. O, kurtulmayı diliyordu belki de, kurtuluş ölüm olsada; oysa sen, razı değildin ölümüne, onun acılarından habersiz olsanda. Bu açmazda, kim daha acılıydı ki acaba?

Kasım/2007

20 Kasım 2007 Salı

Hayali...

Yazacaklarım, çok ufak bir an gördüğüm bakışın eseri aslında. Ama onu besleyen hayallerim, düşündüklerim de yok değil. Sadece belli zamanlarda gördüğü, bir kıza olan aşkını anlatıyor çocuk. Peki “niye yazıyorum bunu?” Hala olabileceğini bilelim ya da inanalım diye. Siz seçin, hayal sizin…

İşte geldin…
Saçların yine pek bir güzel bugün. Yüzün, bakışların çok güzel. Bütün bunları sadece 1 saniyelik bakışında yakalayabilmem mucize değil, seni senden iyi tanımamdan elbet. Hiç konuşmadan, tanışmadan hemde.
Bilsen ne çok korkuyorum “ya bu sabah aynı otobüse binmezse?” diye. Bilsen seni görmediğim sabah, o günü daha o saatten gözden çıkardığımı; sabahları nasıl iple çektiğimi bir bilebilsen keşke.
Tam karşına oturdum işte, yüzün bana dönük. Otursanda, ayakta olsanda, yanında, karşında, çaprazında, seni görebileceğim herhangi bir yerde olacağım nasılsa.
Dün camdan dışarı bakıyordun. Senin gözlerinle baktım bende, günler boyu görmekten ezberlediğim yerlere. Rüzgardan sallanan ağaçlara baktın, pencereye yaslanmış dışarıyı seyre dalan 3.kattaki kadına, karşıya geçmeye çalışan yaşlı teyzeye, elinde sigara, dolaşan liseli öğrenci kalabalığına, karşı kaldırımda elinde bir sopayla yalnız başına yürüyen, gözleri görmeyen kıza; simit satan o küçücük çocuğa. Anladım ki ben seni izlerken, sen dünyayı izliyordun milim milim, her karesini. O karelerden biri de ben olmak istedim. Etrafı inceleyen gözlerin, beni de görsün istedim.
Yaşlı teyzeye yol vermeyen arabalara kızdın galiba. Simit satan çocuğa, cama yaslanmış kadına, tek başına yürüyen, gözleri görmeyen kıza bakıp, dalıp gittin. O an, öyle bir sarılıp öpme isteğiyle doldum ki. Elimden gelenden de fazla çaba göstererek, kötülüklerden uzak tutmaya çalışacağımı anlatmak ister gibi, sarıp göğsüme saklamak istedim seni. “Üzülme, ben varım artık” demek. Bir çocuk kadar masumdu o güzel yüzün. Bu haline dayanamadım.
Ne çok karşı durdum, yok saymaya çalıştım hislerimi bilsen. İçimde var olmadığına ikna etmeye çalıştım kendimi. Ama kalbim de bana karşı durdu işte. Aslında en çok onun uzak durması gerekirdi senden. Yaralarını daha yeni sarıyordu. Cesaret edemez, o da vazgeçer sanıyordum. Bir merhem gibi seni sürdü yaralarına, iyileştirdi kendini. Ben de teslim oldum sonunda, vazgeçip nafile çaba direnmekten. Sendeyim işte. Sende tam şuramdasın, kalbimde.
Seninle olabilmek için bir durak önce iniyorum otobüsten. Seninle karşıya geçiyorum. Sen işyerinin kapısından girince, bir durak arası yürüyorum, o günkü güzelliğini düşünerek.
“Bir bakış bile yeterken, anlatmaya herşeyi
Kalbinizi dolduran duygular, kalbinizde kaldı.” diyor ya Necatigil, bende tekrarlıyorum içimden, söylediklerinin birkez daha farkına vararak.
Ellerim ceplerimde, ıslık çalıp, sekerek gitmek geliyor içimden, şu yolu. Böylesine bir duygusun bende işte. Yüzünü görmek, en değerli hazinelere değişilmez. Dünyadaki tek varlığım, o güzel bakan gözlerin.
Kimseye anlatamıyorum seni nasıl sevdiğimi. Gözlerime ışık, hayatıma renk getirenin, bir çift gülen göz olduğunu bilmiyorlar. Erkeklerin dünyasında bu işler daha başka türlü yürür. Beni besleyen duygularımı anlatamam. Sana bile anlatamamışken, kimlere anlatılmadığının ne önemi var ki zaten?

Kasım/2007

18 Kasım 2007 Pazar

Çember

Renk renk sıralanmış kaldırım taşları. 3 sıra pembe, 3 sıra gri, sonra yine pembe. Sadece pembelere basarak yürümeye çalışıyorum, iki tarafı ağaçlarla çevrili yolun kaldırımını. Aklımda başka birşey yok, sadece basmamam gereken gri kaldırım taşları.
Ne dün tekrar farkettiğim değişme gerekliliği, ne kendime acıma halleri, ne bu halime kızgınlığım. Oyun oynarken topu elinden zorla alınmış, bir köşeye çekilip içli içli ağlayan bir çocuk gibi hissetmemi bile hatırlamıyorum.
“Hayatımı sahibinden satışa çıkarsam?” demiştim, bunları hissettiğim akşam.
“Ne oldu?” dedi arkadaşım.
“Hiç, hiçbirşey. Tam da bu yüzden satmalıyım ya işte…”
Yolda gördüğüm, annelerinin, babalarının elinden tutmuş, kimi paytak paytak yürüyen gülen yüzlü çocuklar, yerlere düşen sararmış yapraklar, geçen arabada çalan sevdiğim şarkı, hep pembe. Araba gürültüsü, asfaltı kazılmış yollar, bu karmaşa ise gri, herzamanki gibi. Grilere basmamalıyım…
Yağmur başlıyor. Pembe parke taşları, grilere oranla daha çabuk belli ediyorlar yağmurun içlerine işleyişini. Zaten oldum olası sevmedim yağmurda yürümeyi, şemsiye taşımayı. Ne zaman yağmurda yürüsem, başım ağrır benim. Hele de biraz şiddetliyse o yağmur damlaları, damladığı yeri ağrıtır sanki. Lisede arkadaşlarım ne gülmüşlerdi bunu söylediğimde, “sen saçını yıkarken ne yapıyorsun peki?” diye. Öyle değil işte O zamanda demiştim ama faydası olmamıştı.
Ne çok yürüdüm bu yolu ben. Ne kızgınlıklarda, üzüntülerde, sevinçlerde. Ve kimbilir daha ne duygularda. Ama hep sevdim bu yolu ve yürümeyi, bu ağaçları, tanıdıklığı.
Kafamda o akşamdan kalan soru yığınları, serpiyorum birer birer gri taşlara. Ne kadar önemsiz hissetmiştim kendimi. Ve değersiz, silik. Bir nokta gibi hani. “Ne işim var burada?” demiştim, “Niye buradayım?”. Ve “Niye böyleyim?”
Sorularım, onlardan yarattığım sorunlarım ve ben, bir çember içinde gibiyiz. İlerlemek bile başa dönmek demek. Dışına çıkmak gerek bu çemberin. Yıkıp dökme isteğim var ya hani, aslında buradan başlamalı.
Şimdi birazda dışında olma zamanı…

“şiirlerle şarkılarla
kendini avutacaksın
ya dışındasındır çemberin
ya da içinde yer alacaksın”

Kasım/2007

15 Kasım 2007 Perşembe

Bilindik mi, doğru bildiğin mi?

Nerelerden alıp geldin, şimdilerde hint kumaşı misali değerli bu insani özellikleri sen? Kadın-erkek eşitliği mi? O da ne, ne gerek var kuzum? Belli kuralları (!) var bu işin. Kadın susar, alttan alır. Bilmez misin de konuşursun böyle sen?
Kadını ikinci sınıf insan statüsüne sokan anne profilleri ağzından, “annesinden kızına öğütler” diye uzun bir listeyi sağda solda yayınlayan da bu zihniyet, bilmez misin?
Kadın-erkek ayırımı yapmadan, insan tek başına ayakta kalmayı bilmeli diye düşünürüm ben. Kardeşim bu yüzden evde tek kaldığında, aç kalmaz; yemek yiyip üst köşeye çekilmez; sultanlık, saltanat devirleri gibi ayağına hizmet beklemez. Ortaktır yaşam, birinin hizmeti, diğerinin keyfi üzerine kurulmaz. Bu ülke buna ne kadar hazır, ne kadar kabullenir tartışılır tabi.
3 kız arkadaş gittiğiniz ada tatilinde, her oturduğunuz yerde, “öğrenci misiniz?” diye sormaları; değilseniz nerden, neden geldiğinizi öğrenmek istemeleri, o tatil yöresi içinde bile olabiliyorsa, vay gün görmemiş yerlerin haline demek geliyor içimden.
Geçenlerde bir televizyon programında, aldatmayı konuşuyorlardı. Kadınlarda ve erkeklerde aldatma nedenleri ile ilgili bir araştırma yapılmış. Bir adam konuyla ilgili yorum yapıyor. “Erkek aldatırsa geri dönebilir, kadın aldatırsa geri dönemez.” sonuçlu, bir paragraf konuşma. Aldatmanın kadını erkeği mi olur gözünüzü seveyim, bu nasıl bir seviyesizliktir diye söyleniyordum kendi kendime. Yerli yersiz 21.yüzyıl ve gelişme nutukları atan bu insanların, bu kadar cehalet içinde olmaları, yeni alınmış bir takım elbise gibi üstlerine geçirdikleri o medeni insan görüntülerini, işlerine geldiği şekilde kullandıkları aşikar, bu soyutlanmış insan suretleri, deli etmeye yetiyor insanı.
Seninde bu konuda çelişkilerin var hala, evet. Belli kalıplarla yetişmiş bu toprakların her genç kızı gibi, aklına yer eden bazı şeyleri değiştiremiyorsun, doğru. Ama bu, kendini ezdirmeyi marifet sayan bir ruhun olduğu durum değil kesinlikle.
“Ben anlamıyorsam kesin önemli birşeydir.” deme devirleri gerilerde kalmadı mı? Kötüleri geride bırakıp, iyilerle yola devam edeceğimize, tersini yapıyoruz, ne garip değil mi?

Kasım/2007

14 Kasım 2007 Çarşamba

Bugün güzel bir gün olsun

Deliksiz uykulara hasret gecelerde, kapı önünden, evin yolunu geç tutanların sesleri doluşur bazen odaya. Sadece karmaşa içinde sesleri duyarsın, ne konuşulduğunu bilmeden. Bu sessizlik ne güzel. Böyle sessizliklerde, çığlık çığlığa bağırdığını hayal edersin hep ama, şu an sessiz kalmak en güzeli.
Saçma sapan rüyalar girmiş uykuna. Neredeyse ömründe var olan bütün insanlar sözleşip, bir akşam buluşmuşlar gibi, hepsini birlikte görmüşsün. Özlediğinde var içinde, “şimdi bu da nereden çıktı?” dediğinde. Hepsi bilinçaltından birer birer yüzeye çıkıyorlar bu gece. Sevdiklerin, nefret ettiklerin, üzdüklerin, seni üzenler, ihmal ettiklerin, seni ihmal ettiğine inandıkların.
Çocukluğunun o kocaman bahçesinde top oynarken, aşağıdaki boşluğa düştü sanıp, “eyvah!” diyene kadar, bir daire çizip geri gelen topa şaşırdığın kadar, şaşırıyorsun, rüyana giren genç, çocuk yüzlere.
Dibinden balını emdiğin bahçenizdeki çiçek geliyor aklına, adı gelmesede. Yan komşunuzda içtiğiniz çaylar, alt katınızda oturan, matematik dersi aldığın abinin, ders bitimi ödül diye verdiği, ama asla yiyemediğin ağır nane mentollü şekerler.
Hala gördüğün o bahçede, o beyaz çiçek yok. Tıpkı artık İstanbul’da olmayan o komşularınız gibi. Başka yerlere göç etmiştir belki; ilkokulun yarısında, başka bir şehre çok üzülerek gönderdiğin arkadaşın gibi. Nerdedir kimbilir, ne yapıyordur acaba? Hatırlıyor mudur o da, pikniğe gitmek için hevesle bekleyişinizi boşa çıkaran o sevimsiz kıza, nasıl sinir olduğunuzu. Sen hatırlıyorsunda, hatırlamak marifet mi, onu bilmiyorsun galiba.
Gece sessiz sessiz ilerliyor. Karanlıkları ardında bırakarak bir gün daha doğacak ufuktan. Nasıl olacağı belirsiz senin için henüz. Her şeyi kayda alan aklın ve kötülüklere yer bırakmamaya çalıştığın kalbinle; diliyorsun, umuyorsun ve söylüyorsun.
Bugün, güzel bir gün olsun…

Kasım/2007

12 Kasım 2007 Pazartesi

Boşluk

Bir fincan yeni demlenmiş çay elimde, camdan dışarıya boş boş bakıyor gözlerim. “Gidelim buralardan, dayanamıyorum.” diyor Nazan Öncel. Sorunum buralarla mı bilmiyorum ama, şu an bulunduğum duygularla ilgili olduğunu iyi biliyorum.
Çok sıkıldım artık aynı ruh halini yaşamaktan, aynı şeyleri anlatmaktan. Çok sıkıldım şarkı sözleriyle avunmaktan. Her silkinmeye çalışmamla, daha da bir yer ediyor bu haller bende. Başka türlüsünü bilmiyorum, deniyorum ama beceremiyorum.
Dostlarla oturup konuşmanın yarattığı heyecan ve belki de umut, yoklayıp geçiveren tatlı bir esinti oluyor. Soğuk bir İstanbul akşamı, ellerim ceplerimde yürüyorum, kafamdakileri bir düzene sokmak için. Keşke saat bu kadar geç olmasa, durmadan yürüme isteği var içimde. Aklımdakilerin tasniflenmesi bitene kadar yürümek istiyorum. Uzun uzun yürümek, soğuk soğuk eserken rüzgâr yüzüme.
Sessiz bir bekleyiş, nedensiz ve belki gereksiz. Ama en çok da iç bunaltıcı. Hem de öyle ki, kelimeler yetmiyor durumumu tasvir etmeye. Beklediğim bir ses, ama bekleyişimin nedeni yok. Belki de var.
Mantığım işlemiyor, işlese de inkâr ediyorum zaten. Derin derin iç geçiriyorum. “Eksik bir şey mi var hayatımda?” diyor ya şarkı, var ama eksiğin adını koymaya mı korkuyorum nedir, ben de bilmiyorum. Parça parça biriktirdiklerimle dolu içim, ağzına kadar. Ama sorsan, koca bir boşluk, anlatamam. Koskocaman bir boşluk işte, içimi bu kadar dolduran.

Kasım/2007

10 Kasım 2007 Cumartesi

Avuç içi kadar

En ufak mutluluk kırıntısının bile arkasına gizlenmiş suçluluk duygusu, nasıl bertaraf edilir bilmiyorsan sen de, benim gibi. Kafanda sürekli iki kişi savaş halindeyse ve sen, ortasında kalmışsan bu harbin. Her seferinde kararsız, çaresiz kalıyor; yorgun düşüyorsan bu savaşlardan...
Gittiğin yerlerde başka şeyler düşlüyorsan hep. Bulunduğun yerin değil, ait olduğun düşüncelerin havasına kapılmış buluyorsan kendini... Yaşamayı mı, mutlu olmayı mı bilmiyorsun acaba?
Şimdi derin bir nefes alsan; havalandırıp, kullanılmaya hazır etsen rafa kalkmış duygularını. İçindeki boşluğa anlamlar yükleyip, altında ezilmesen. Kurduğun hayallerin kahramanlarını beklemekten vazgeçsen, umudunu kaybetmeden. Yeniden başlasan kaldığın yerden... Avuç içi kadar değil belki ama, avucunda tutabileceğin kadar mutluluğa, razı mısın benim gibi?

Kasım/2007

7 Kasım 2007 Çarşamba

İyi ki doğdun...

Bugün 7 Kasım, senin doğum günün.
Buralarda olsaydın, sürpriz yapma çabalarımız olacaktı belki. Şimdi ise elimizde, içimizde biriken keşkelerimize karışan hayallerimiz var.
Senin sesini duymak, yine çok güzel bugün. Seni unutmamacasına sevmek, hala çok güzel. Ve bizimle olduğunu bilmek.
Şarkıların bize emanet denizin çocuğu. Dilimize, yüreğimize, kalbimize. Ve sana da ulaşıyor biliyoruz, hep bir ağızdan söylediğimizde.
Doğum günleri, yaş ilerledikçe yaşlanmanın hüznünü taşır. İçimizdeki bu hüzün, ondan olsa gerek.
İyi ki doğdun denizin çocuğu. Ve biz seni, iyi ki tanıdık…

Kasım/2007

31 Ekim 2007 Çarşamba

Alemin yiğidi ben miyim?

Vizontele’deki televizyon tanımlamaları gibi, Yılmaz Güney’in “Boynu Bükük Öldüler” kitabında, Yenice Köyü ahalisinden birinin, gördüğü sinemayı anlatışı var.
“-Çarşaf gibi beyaz ve büyük bir bez var. O bezin üstünde adamlar, avratlar var. Ama gerçek değilmiş, bende öyle sandım baştan. Arka tarafta bir makina varmış. Ondan bir ışık çıkıyor. O ışıkla bütün gavurlar çarşafa çıkıyorlar, başlıyorlar oynamaya. Canları istiyor adam öldürüyorlar, canları istiyor saz çalıyorlar.” diyor altındiş.
“-Adam öldürüyorlar da sen bakıyor musun?” diyor uzun mahmut.
Yardım biliyorlar onlar, insanlık biliyorlar çünkü. Ağalarına karşı duramasalarda.
“-Herkes bakıyor, alemin yiğidi ben miyim?” diyor altındiş…

Her ne kadar kendi başına ayakta kalmaya çabalıyor olsa da insan, yine de kötü zamanlarında yanında biri olsun istiyor. Ona omuz versin, geçecek, unutacaksın desin. İşte o zamanlarda, kimseden birşey beklemiyor olsanda, bir kenara çekilip,
olanları bir film izler gibi izleyen yakın saydıklarının, kendilerini bu kadar soyutlamış olabileceklerine inanasın gelmiyor. “Olmaz, bir nedeni olmalı.” diyorsun. Evet nedenleri var ama hiçbiri seni teskin edecek gibi değil. O zaman bir kere daha anlıyorsun ki, herkesin ölçütleri, düşünceleri birbirinden farklı. Ama sende de yara alan mantığın değil, duyguların zaten.
“Ben olsam böyle yapmazdım.” diye düşünmen, canını daha çok yakmaktan başka bir işe yaramıyor. Önüne iki seçenek çıkıyor bu noktada. Ya onlar gibi “bana dokunmayan yılan” demelisin, ya da olanlara aldırmadan bildiğinden şaşmamalı, her seferinde sınamalısın insanlara olan inancını, tekrar tekrar.
Sonra bir an, bir ışık yanıyor, hiç ihtimal vermediğin bir taraftan, karanlığına. Senin söylemeyi düşündüklerini bir çırpıda sakınmadan söyleyiveriyor. Bu hem canını acıtıyor, hem sevindiriyor seni. O ihtimalsiz karşı duruşun adı, cesaret mi, haksızlığa, üzüntüye tahammül edemiyor olmak mı bilmiyorsun. Bildiğin, ansızın uzanıveren elleri hiç unutmayacağın, yerlerinin hep farklı olacağı.
Şimdi sorsalar sana, geçti dersin ya; aslında geçmemiştir, dönüp baktığında. Çünkü olanlardan öğrenmişsindir, ayağını bastığın yerin güvenli olma ihtimalini hesap etmeyi, kimin yanına oturup, kime candan el uzatabileceğini.
İnsan, bazı acıların, tazeliğini unutuyor sadece. Aynı yerinde duruyor çünkü onlar, geçmiyor, gitmiyor. Ve sen, anılarını biriktiriyorsun inatla. Biriktirmekse bir alışkanlık, eskiden kalma.

Ekim/2007

Mazeretim var, asabiyim ben!

Tek başına kalmamın herkes için en iyisi olduğu günler olur bazen. Böylece kimseyi kırmaz, hiddetim, tahammülsüzlüğümle kasıp kavurmam kimseyi. Bugün olduğu gibi.
Sabah otobüste, “akbil dolduran adamın yaşlı olduğu için yavaş hareket ettiğini” konuşan teyzelerin konuştuklarına sinir olduğum gibi, dakika başı adımı çağırıp birşeyler soran, söylediğimi açık açık anlatmama rağmen “ha, demek şundan” deyip alakasız bir sonuç çıkaran, ülke konuları ile ilgili zaten nutuk atmaya meraklı olduğundan, her aklına geleni bahane ederek uzun uzun konuşmalar yapan müşavir teyzeye de sinir oluyorum.
Yazı yazarken biten kalem ucuna, makbuz yazarken yazmayıveren, ama adı tükenmez olan kaleme, zımbayı acil kullanmam gerekirken biten zımba teline, eksik aldığım fotokopiye, yanlış doldurduğum forma, yanlış aldığım toplama, elimi çarpıp döktüğüm çaya, sürekli büro içinde çınlayan kapı, en sevdiğim türkünün ortasında çalan telefon sesine, şimdilik sızı gibi usul usul ağrıyan başıma…Herşeye, herşeye sinir oluyorum.
Ama hepsini dizginleyip, devam etmem gereken bir hayatım, sorumluluklarım var. Ve ben şu an, buna da sinir oluyorum.

Ekim/2007

30 Ekim 2007 Salı

Benzeşme

Kendi başımıza gezmeye gidebilmek için, ilk defa izin alabildiğimiz gün, belediye otobüsünün arka tarafında, yanımızda, kendilerini konuşmalarının heyecanına kaptırmış iki turistle birlikte, Sultanahmet'e doğru yol alıyorduk. Kendimizi, heyecanımızı unutmuş, onları dinliyorduk öylece. Sonra biri, kahkahayla karşılık verdi, diğerinin söylediklerine. Aynı anda, turistlerin bizim gibi gülmelerine olan şaşkınlığını dile getirdi bir ufaklık. Ve o an, otobüsü kuşatan yeni ses, bizim gülüşmelerimizdi artık.
Bizim gibi konuşmayanlar, bizim gibi gülmezlerdi. Bizim gibi görünmeyenler, aynı acıları çekmezlerdi. Görünürde farklı hayatlar yaşadığımız insanlarla, aynı şeylerden muzdarip olabileceğimiz, aynı şeylere üzülebileceğimiz pek ihtimal dışı geliyor belki. Yaşadıkça anlaşılıyor, insanın nasıl bir kapalı kutu olduğu. Kendi istemedikçe açılmayacağı... Ve sizin hep başbaşa kalacağınız o "tanıdım" sanma yanılgısı.
Aslında ne kadar farklıysak, o kadar benziyoruz birbirimize. Bir yandan acı çekerken, bir yandan acı çektirilebiliyoruz bazen. Aynı anda hem suçlu, hem mağdur olabiliyoruz. Masumiyet çocuklukta kalıyor ve biz büyüyoruz. Ve kim ne derse desin, büyüdükçe daha çok benziyoruz birbirimize...

Kasım/2007

Asi ve mavi...

Üstüne gelindikçe ters tepen bütün dayatmalar, kızgınlıkların, yaşadıklarından arta kalanlar, bir sis bulutu olur çöker üstüne. Ellerini savurarak dağıtmaya çalışırken etrafını saran bulutu, bu bir korunma, savunma refleksi olur hayatında.
Bir art niyetin olmadığını bildiğin halde, yemek yediğiniz masanın, koltukta oturulabilen 2 kişilik kısmından birine, malum olunacağı üzere annenin oturması, diğer tarafına sorgusuz sualsiz erkek kardeşinin oturmasına ve bunun, süregelen bir alışkanlık, bir kuralmış gibi bozulmadan uygulanır oluşuna karşı çıkışın gibi, aslında ufak ve kimileri için kapris sayılabilecek bir durumdaki tavrın gibi tavırların, asi yapar seni. Yorucudur evet, ama uzlaşmacı senden daha fazla yorulmaz kimi zaman. Her bunaldığında kalk gidelim diyen, hesap vermek, sorgu suale fırsat vermek istemeyen, kimsenin karışmadığı bir hayatı sürdürmek isteyen, hep bu yanındır.
Erkek egemen toplumumuzun , değişen dünya şartlarına rağmen hala, yüklenen onca sorumluluğa, kadınların göğüs germek zorunda oluşuna, sırasında senin bile bilinçaltında yatan öğretilmişliklerinle hoşgördüğün nice olaya karşı duran, bu asi yanın.
Kalabalık bir ortamda sessiz kalındığında, “birinin kızı oldu” diyenlere, neden söylenildiğini, bağır çağır anlatamak isteğiyle doluyor olman da olası bu yüzden.
Eski zamanlarda, erkek evlat pek bir makbul olduğu için, kız evladı olanlar, doğduğunda sevinç çığlıkları atmazlar ve sessiz kalırlarmış. Bu yüzden, en ufak sessizliğe “kız oldu” yakıştırmasının yapılması. Alışılmışta olsa, anlamı bize ters gelen şeyleri değiştirmeye zamanımız kalmadı mı? diyen de, işte o sen.
Sadece uzlaşarak, daha doğrusu sessiz-sakin uzlaşmacı olarak, sürekli kendinden feragat etmek zorunda kalıyor insan. Bu yüzden önce kendinde olan bütün yönleri kabullenmeli, kişiliğimiz içinde söz sahibi olabilmesine fırsat vermeli. Sonrası; bilmiyoruz, yaşanacak.
Ve işte bu yüzden,
Bir yanım asi, bir yanım mavi.
Tıpkı karadeniz gibi…

Ekim/2007

29 Ekim 2007 Pazartesi

İncelikler yüzünden...

En önemli şeyler belki de ayrıntılarda gizlidir. Kişilik özelliklerimi, eksikliklerimi, istediklerimi ya da yapabileceklerimi ufak detaylarda keşfetmem, bu sözü söyletiyor bana. Acaba kadınlar bu yüzden mi bu kadar detaycılar?
Mesela erkekler daha önemsemez, daha yüzeysel. Filmlerde çizdikleri erkek karakterleri de ince düşünen, ince davranan insanlar olunca, beklentileriyle hayattaki karşılıkları pek bir ayrık oluyor kadınların. Neyse, diyeceğim kadın-erkek ilişkilerindeki ayrıntılar değil şimdi.
Özgüven eksikliğimi ortaya çıkaran en bariz örnek, bir arkadaşımla göz muayenesine gidişimdeydi. İlk o oturmuştu koltuğa ve uzaktaki küçüklü büyüklü harfleri okumaya çalışıyordu tek gözüyle. Yanında durduğum için, bende kendimi deneyeyim dedim, o tanımaya çalışırken. Harflerden birini, o başka söyledi, ben başka okumuştum. “Vay be” dedim içimden, “meğer gözlerim ne kadar bozulmuş?” Oysa harf zaten benim okuduğummuş. Ve düştüğüm yanılgı, kendi güven eksikliğimdenmiş.
Buna karşılık, bir zamanlar ihtimal bile vermediğim, eski sevgiliyle arkadaş ya da dost olma, ya da hala konuşabiliyor olma, artık her ne ise ortada var olan; bunun, ayakları yere tam basan bir kendine güven duygusunun yansıması olduğu düşünülürse, gel-gitler içinde yüzüyor demektir, konumlandırmaya çalıştığım duygu.
Kimi an kendinden daha güçlü bir sığınak arayan, kimi an o sığınak bizzat kendisi olan bir kararsızlık olmuşsam bile, aradığımı ifade edebilmenin güveni oluyor içimde biryerde.
Kendimi değersiz, önemsiz hissettiğimde düştüğüm yenilmişlik duygusu, şaka içinde söylenivermiş bir küçük iltifata tutunup, yeniden ayağa kalkma çabasının verdiği güçlülük duygusu, var olanı anlatırken söylediklerimi, pohpohlanmaya ihtiyacı var diye yorumlayanların anlayamadığı, kendinin farkında olma durumunun mutluluk duygusu.
Bulduklarım kadar kaybettiklerimde aynı sebepten. Küçük nedenlerden düştüğüm çıkmazlar, mutsuzluklar, hem kendimi, hem muhatabımı üzen gereksiz tartışmalar.
Hepsi, hepsi işte bu yüzden…

“Artık beni asla yaralayamaz hayat, eğer istemezsem
Yıllar beni kolay yakalayamaz, ben durup beklemezsem
Siz yine de incelikli davranın, benim kadar değilse de
Ben bu yüzden, incelikler yüzünden, belki daha çok üzüldüm…”

Ekim/2007

Olmak ya da olmamak

Birgün tezgahta otururken, bir anne-kız geldi. Kız 9-10 yaşlarında. Annesi bir kolyeyi beğendi ve kızına; “Bunu beğendin mi, alalım mı?” diye sordu. Kız ise; “Paran kaldı mı ki, sonra alırız.” dedi. Kızın söyleyişinde inanılmaz bir uysallık ve anlayış vardı. Alışverişe gelen genç kızların, çocukların ya da hanımların, baktıklarını oradan oraya atmalarına, savruk hareket etmelerine alışık olduğum için, şaşırıyorum böyle insancıl hareketlere artık.
“Kendine yapılmasını istemediğini, başkasına yapma” diye düşündüm hep. Bende alışveriş yapıyorum ama hiç o kadar savruk, önemsemez, küçümseyerek davranmadım kimseye, davranamam da. Belki bu konularda bu kadar duyarlı olmam, insanların o anda ne düşündüklerini, ne hissettiklerini tahmin edebiliyor olmamdan. Gece geç vakit biryerlerden dönerken gördüğüm, açık büfe ya da dükkanlarda çalışan çocuklar için üzülmem, kendiminde o zorluklardan haberdar olmamdan. İnsan bilmeden daha mutlu oluyor galiba. Yönetimlerin, insanları olanlardan uzak tutmaya çabalamaları da bu yüzden. Daha kolay yönetebiliyorlar çünkü. Bireysel olarakta böyle işte.
“Elindekiyle yetinmesini bilmek, büyüdükçe daha çok işine yarayacak” dedim. “Öyle, kendisinden çok beni düşünüyor.” dedi annesi. Şimdi düşünüyorum da, bu gerçekten iyi bir özellik mi acaba? Gerçi bizde hemen hemen böyle yetiştirildik. Annem “hayır” dedi mi, susardık.
Öyle çok çeşit insanla karşılaşıyorum ki orada otururken. Çocuğu kolundan çekiştirerek “kızım bak” diye diye tezgaha, muhtemelen beğeneceği birşeyi göstermeye getirip, çocuğa “Evet güzelmiş, alabilir miyiz?” dedirttikten sonra, egosunu tatmin etmiş bir tavırla “Evde çok var.” diyerek, yine aynı çekiştirmelerle getirdiği gibi götürenler. Bastırılmış hayatlarındaki etkisiz kişiliklerinin acısını, çocuklarının onlara olan muhtaçlıklarıyla örtbas etmeye çalışan anneler var mesela. Bazen iyi bir komplo teorisyeni olabiliyorum. Ama haberlerde izlediğimiz, kendi çocuklarına eziyet eden, hatta öldüren anneler var olduğuna göre, gözlemlediklerimi yorumlayışım neden doğru olmasın?
Geçenlerde bir anne-kız gelmişti birşeyler almaya. Annesi seçiyor, bakıyor. Kızım bu nasıl, şu nasıl. Kızın ise hiç ilgisi yok. En sonunda dayanamayıp “Kendin neden seçmiyorsun?” dedim kıza. “Çok dağınık, hiçbirşeyle ilgisi yok.” dedi annesi. “Buraya ne anneler geliyor. Yakışıp yakışmadığına, çocuğun isteyip istemediğine bakmadan, “bu olacak!” diye tutturup, çocuklara seçme hakkı tanımadan, istediklerini alanlar var. Senin seçme şansın varken, neden kendin seçmiyorsun?” dedim. Ben böyle konuşunca, utandı sanırım. Kendi seçti alacağını.
Bu konuşma eski zaman evliliklerini taktı kafama. Damadı düğün günü gören gelinler, istemediği halde evlenenler. Kendilerine ait olan hayatı, başkalarının kararlarıyla yaşamak zorunda olanlar. Sahip olduklarımızın ne kadarının farkındayız acaba?
Bilmenin, kararını kendin vermenin tüm ağırlığına razıyım ben. Hayatımın kontrolünün elimde olmasını istememden sanırım bu. Varolduğumu hissetmenin de en kolay yolu.

Ekim/2007

26 Ekim 2007 Cuma

Öylesine...

Her sabah yürüdüğüm yol, bindiğim otobüs, gördüğüm insanlar. Hemen hemen, hep aynı şeyler. Otomatiğe alınmış gibi devam eden hayatlar.
Ben otobüse binerken, durakta bekleyen hoş çocuk; bir sabah poşetlerini tutmasına yardım ettiğim için, aramızda sessiz bir yakınlık oluşan hanım; yüksek sesle konuşup, bütün otobüse hayatlarıyla ilgili detaylar veren iki sevimsiz kız
(Hele de keyifli bir kitabı okuyorsam, daha da çekilmez oluyorlar. Tıpkı bu sabah olduğu gibi.); “dünya dünya yalan dünya, bir kız sevdim adı derya” diye çalan telefonunu açıp, yol boyu sevgilisi derya ile konuşan çocuk; Ulus’ta bir evin önünde, arabada beklerken, bulmaca çözen amca. Gerisi kalabalık, tartışma. Bilindik, İstanbul toplu taşıma yolculuğu çilesi.
İşyerime varıp, masama oturduğumda, maillerime baktıktan sonra baktığım ilk yer, son günlerin gözdesi facebook. İnceliklerini tam olarak bilmesemde ve iş, “gerçek hayatımızdaki insanlara yeterince vakit ayırdıkta, sıra eski ve yenilere mi geldi?” durumuna varsa da, liseden bir arkadaşımın, beni nasıl bulduğunu anlatırken söyledikleri de gerekli hayatım içinde, diyorum ben. Onun zaten liseden beri görüştüğü diğer bir arkadaşımız bulmuştu beni ilk. Aralarında konuşurlarken, benim ismimi söyleyip, “onu da buldum.” demesi, hem çok hoş, hem çok garip gelmişti. Aradan onca yıl geçmesine rağmen, ismi ile soyadı birer ünlü isimmiş gibi hatırlanan arkadaşların ve hatıraların, hafızadaki yerinin farkına varmak güzel. Benim ki gibi soluk bir okul yaşantısının bu kadar rengi olabiliyorsa, ne hikayeler çıkar bu facebook bilmecesinden kimbilir.
Masamın hemen yanında ki büyük camdan gördüğüm kadarıyla, gökyüzü mavi bugün. İşte devlet gökyüzüne de yol yapıyor. Bunu Volkan Konak programında anlatmıştı. Babaannesiydi sanırım, geçen uçakların gökyüzünde bıraktığı beyaz toz bulutu için, “Kurban olduğum devlet, gökyüzüne de yol yapayi.” dermiş. (Gökhan, bu “Volkan” mevzusu en çok sana dokunur, eğer okursan, biliyorum. Hâlâ aynı şeyleri düşünüyorum, değişen birşey yok, bilesin. İnsanı zenginleştiren, hayatın her kolundan biriktirdikleridir, diyorum sadece sana. )
Kızgınlıklarımdan arınmış değilim ama kızgında değilim. Herhangi bir hüzüne takılı kalmış değilim fakat mutlu da değilim. Hani bir şarkıya takılıp, her fırsatta onu dinlemek, gözlerini alamadığın bir manzarada içini temizlemek gibi çok kolay gerçekleşecek isteklerim var bugün.

“Soytarılık etmeden güldürebilmek seni
Ekmek çalmadan doyurabilmek
Ve haksızlık etmeden doğan güneşe
Bütün aydınlıkları içine sezebilmek gibi
Mülteci isteklerim”

yok bugün, erteledim…

Ekim/2007

24 Ekim 2007 Çarşamba

Haklılığın metrajı...

Konuşurken, tartışırken ya da birşeyler paylaşırken bulduğumuz haklılık çizgisi, kimi zaman kendimize, kimi zaman karşımızdaki herkimse ona ait bir belirginliktir. Diyalog kurduğumuz insanlarla empati kurmaya çalıştığımızda, haklılığını görür, kızgınlığımız varsa bile tutunacak dal bulamaz olur içimizde.
Zaten bu göreceli kavramlar birer dert kaynağıdır. Eleştri, yorum, açıklama, kızgınlık, hepsi kendi tarafından bakıldığında geçerli ve makul nedenler olabilir. Herkes kendi sebeplerine hem mahkum, hem gardiyandır.
Geçenlerde izlediğim beynelmilel filminde vardı.”Senin şimdi okulda kız arkadaşında vardır” diyor kız, sevdiğini söyleyemediği çocuğa. Çocuk davasını açıklamak için; “Ben artık devrimci oldum. Şimdi böyle şeyler için zamanım yok.” diyor. “İyi yapmışsın valla.” diyor kız, masumca. İzlerken çok hoşuma gitmişti.
Bir olaya, bir konuşmaya aynı zamanda tanık olsa da insanlar, farklı şekillerde algılar ve yorumlarlar. Hepsi de kendi sebepleriyle değerlendirildiğinde, “herkes kendince haklıdır.” ortak sonucuna varılır.
İlkokul, ortaokul dönemlerinde, türkçe kitaplarında okuduğumuz parçaların, çıkardığımız ana fikirleri gibi ortak cümlelere, pek nadir rastlanır yetişkinlerin dünyasında.
Hayat bir oyun, belirli kuralları var. Belli zamanlarda yapılan hamleleri var. Mesela kızgınlığını kontrol altına alamadığın zamanlarda, haklı iken haksız konumuna düşmek var. Tahammülünüzü zorlayan, siz sustukça, “demekki benden çekiniyor” hissine kapılan kendini bilmezlerin, boğazına yapışmanız için birçok neden varken, sabırla kendi bataklığında kaybolmasını beklemek var. Haklı olmak yetmez, sabretmek, haklılığı da hakettiğini ispat etmek gerek.
Yerden göğe kadar haklıyım bana sorarsanız. Otogargarada, bu “yerden göğe kadar haklılık” cümlesini anlamadığını söylüyordu Demek Akbağ. “Haklılığın metrajı mı olur ayol? Hanımefendi kusura bakmayın ama beyefendi sizden 5 cm daha haklı.”
Metrajı olmasın dediği gibi, peki kabul. Kendi bulunur olsun biryerlerde, o da olur.

Ekim/2007

23 Ekim 2007 Salı

Hiçbiryerdeyim...

Ömrümüz, çamur kadar bulaşık, ihaneti, yalanı, kandırmacayı; kış kadar soğuk, yalnızlığı, tek başına ayakta kalma çabasını; yağmur kadar arındırıcı dostları barındırır.
Eskiden kurmalı, kahverengi kordonlu bir saatim vardı. Zamanı doğru göstermesi için, hergün kurmam gerekirdi. Tıpkı hayatımda düzgün gitmesini istediğim şeyler için, çaba sarfetmem gerektiği gibi, saati zamanında yaşatabilmem için, çaba göstermem gerekirdi. Şimdi kolumdaki saatte yine kahverengi kordonlu. Ama o, kendi işleyişine müdahale kabul etmiyor. Saat 19:20.
Lacivert gökyüzü, lacivert deniz. Vapurun ardında kalan beyaz köpükler dışında, herşey gece karası.
Birikip yükselen bir öfke nöbetine tutulmam an meselesi ama, düğümleniyor boğazımda, haykıramıyorum. Tıkanıp kalıyor, yutkunamıyorum. Boğazımda acı bir tad, yakıyor alabildiğine. Görmek, duymak, bilmek, düşünmek, söylemek istemiyorum. Bu ülke, insanlar, vurdumduymazlık, bu düzen ve düzen bekçileri, onlara çanak tutanlar, çanak yalayanlar ve bunu görmeyen, görmezden gelen, geri kalan kalabalık. Silahlarını kuşanmış bir savaşçı gibiyim. Herşeye kızgın, herkese öfkeli. “Neden?” bile diyemiyorum artık. Nedeni çok basit. Kimi çıkar peşinde, kimi ise, ne olduğundan zaten bihaber.
Dalgın gözlerle etrafa öylece bakarken, ne bulunduğum, ne gideceğim, ne gitmeyi planladığım biryere ait hissediyorum kendimi. Parçası eksik bir yapboz gibiyim. Ancak yoğun bir sessizlikte ya da dikkatle dinlenildiğinde duyulacak saat tik-takları gibiyim.
Evdeki hesabım çarşıya uymuyor, hesapsız olanlarsa daha hasarlı oluyor. Bugün işteki, evdeki, otobüsteki ben değilim. Aklımla bedenim, bedenimle hislerim hiç aynı yerde olamadı bugün. Bir başka yer düşlüyorum ama bulamıyorum. Gitmek istiyorum ama gidemiyorum. İsteyipte gidememenin oluşturduğu, arada sıkışıp kalmışlık hissi, bir boşlukta bırakıyor beni. Belki yarın diyorum. Yarına dair elimde olan tek şey ümitlerim. Onlarsa bir bilinmezliğe sürüklüyor beni. Ne boşluk, ne bilinmezlik. Bugün ben tam da bu noktada, hiçbiryerdeyim…

Ekim/2007

19 Ekim 2007 Cuma

Farkına geç vardıkların...

Birini etkilemek istediğinde başarıya ulaşmış olma ihtimalin, kendi sıradan hayatını yaşar, günlük rutin işlerine boğulurken, farkında olmadığın bir hayata etki etmiş olma ihtimalinden fazla olmuş mudur hiç?
Öyle olmasını istemediğin, aslında duygularına müdahale etme ihtimalin olsa, daha baştan bir tehlikeyi haber verir gibi uyarıda bulunacağın durumlar için, şimdi ne yapabilirsin? Biliyorum, hayat çok acımasız diyorsun. Neden böyle olduğunu anlamadığın, hayatın acı tadlarından haberdar olduğun için, kimsede acı tadlar bırakmak istemediğin halde, sana inat oluyormuş gibi çok yakınına düşen, anlatılmamış ama anladığın şeylerin suçluluk duygusu, sızlatır yüreğini. Ve bu sızı yaman olur, yalnızlığını serin rüzgarlar gibi ürpermeyle hissettiğinde.
Kimsenin üzülmemesini istemekle, üzüntüleri silebilmeye bir yol bulunmadığını daha kaç kere öğrenmen gerekecek bilmiyorsun ama bu vicdan azabı misali yakıcı halinden, oldun olası hiç haz etmediğini iyi biliyorsun.
Sen hep, “yakan yanar” diye düşündün. Belki yaşadıklarında doğruladı düşündüğünü. Hasar vermek istemedin hiç, adım atarken gördüklerine. Gücün yetmediğinde “niye böyle oluyor?” demekten fazlası gelmedi elinden.
Yanan olmak kolay, bir şekilde altından kalkıyor insan ama, yakan olmanın acısı hiçbiryere sığmıyor galiba. Bu, sevdiğin hiçbir insanın ölümüne tanık olmak istemeyişin gibi biraz bencillik taşıyor sanki.
“Yüreğime basa basa, içimden yar gidiyor.” deyişi, kulağımda şarkının.
Demem o ki, daha fazla dikkat et sende, bastığın yerlere…

Ekim/2007

18 Ekim 2007 Perşembe

Dengenin koordinatları

“Aşk bir dengesizlik işi
Dengeye dönüşendir sevgi”

Dün akşam Haluk Bilginer’in Vahide Gördüm ile sahnelediği oyuna gitmiştim. En bencil söylemlerden olan “Ya benimsin, ya toprağın.” cümlesinin modern bir anlatımıydı sanki oyun.
Öyle bir sevgi ki kadının ki, ne 15 yıllık evliliğini ve eşini bırakıp gidebiliyor, ne de yakalandığı paranoyakça kıskançlık halinden kurtulabiliyor. Bu durumda ömrünün kalan kısmında çekeceği acıyı azaltmak için, öldürmeyi deniyor adamı.
Adamın sevgisi ise daha vahim. Delice sevdiği ama bunu söylemeyi unuttuğu, çapkınlık yapmadığı ama bunu utanılacak birşey olarak gördüğü ve aldatıyormuş hissi uyandıracak tavırlar takındığı için, kaybedecek hale geliyor sevgilisini ve hatta hayatını. Bir evlilik içinde sıkışmış, konuşmayan, yanyana ama uzak, birlikte yaşayan iki yabancı. Yani evliliğin olağan kederi.
Oyunun etkileyici cümlelerinden biri, kadının öldürme teşebbüsünün nedenini anlatırken söylediğiydi. Bir gece eşini beklerken, bir şişe içki açıyor. Kadın bekledikçe, adam gelmiyor. “Şişeyi açtığımda beni aldatıyor olman bir ihtimaldi, ama şişe bittiğinde, artık bu kesindi.” diyor kadın. İnsan yeter ki kendini birşeye inandırmak istesin. O kadar çok neden ve ipucu bulur ki doğruluğuna kanaat getirmek için. Böylesi hisler, çok hayal kuran insanlarda da olur. Olmasını istediği veya sürekli düşündüğü bazı şeyleri, hayal mi, yoksa gerçek mi kestiremez kimi zaman.
Aşk, sevgi, kadın-erkek ilişkileri, karanlık kör kuyular gibi. Ne bekliyoruz sevgiden ya da sevgiliden? Ve ne kadarını istemeye hakkımız var? Ya da tam tersi, o çabalarımızın ne kadarını hakediyor?
Ve kadın, adamın kafasına bir heykelle vurur. Adam aslında hafızasını kaybetmemiştir. Ama kadının bunu yapma nedenini öğrenmek istediği için, hiçbirşeyi hatırlamıyormuş gibi davranır. Kadına sorar:
- “Ben neyim bu evlilikte? Alışkanlık mı, mecburiyet mi, sevgi mi?” Bu soru, bu kadar temkinli, ancak bir hafıza kaybının ardına sığınarak sorulurdu. Bu gibi soruları genelde kadınlar sorar ve erkeklerin genel düşüncesi, en ufak olayda ilişki sorgulamasına gidildiğidir. Zaten ortak bir düşüncede oldukları zamanlar nadirdir ve bu nadir durumların hatırı da olmasa, neler olur kimbilir?
Birbirinin üstüne kabus gibi çökmemek, ama aynı zamanda kişiliğini ezmesine, seni yok saymasına fırsat vermemek. Yani dengeye dönüştürülebilendir sevgi. Galiba dönüştürebilen de, ermiş…

Ekim/2007

Hafıza doğrulama...

Masada birikmiş evraklar, bilgisayarda çalan bir şarkı. Bir arkadaşım, bu şarkıyı duyduğunda hatırladığı, hafızasına kazınan bir anı anlatmıştı bir keresinde.
Sanki bende yaşamışçasına, şimdi bu şarkıyı her duyduğumda, aynı anı hatırlıyorum. Ne garip insanoğlu. Bazen kendimi çok yorgun hissediyorum, aklımda biriktirdiklerimi muhafaza ederken. Belki bu ırsi bir özelliktir, kimbilir? Köyde geçirdiğim yaz tatillerinde, dedemin anlattıklarını dinleyerek büyüdüm ben. Bir konu konuşulurken, o konuyla ilgili eskiye dair bir olay anlatır, “onun gibi” der ve konuya bağlardı. Ve ben öyle bir hevesle dinlerdim ki anlattıklarını. Belki de içime işlemiştir, duyduğum, gördüğüm gibi yaşamak.
Şirketimizin çok konuşan mali müşaviri de bir gün müdahale etmişti, aklımın not defterine. O “Şunu yapalım” der, tamam derim. Not almak angarya gelir, bazen de üşenirim. Çoğunlukla tutarım aklımda, güvenirim hafızama. Ama bazen öyle zamanlarda tekler ki, hayretler içerisinde bırakır beni de.
Benim not almayışım dikkatini çekmiş. Birgün, “Aklına bu kadar eziyet etme.” dedi. Ben anlamsız bir yüz ifadesiyle bakınca; “Söylediklerimi not al. Bu akıl sana daha uzun yıllar lazım olacak, daha çok gençsin.” dedi. Bu konuşmadaki en güzel kelime “gençsin” di tabiki.:) Genç olduğum dışarıdan belli oluyor demek ki. İçimde yıllanmış bir ihtiyar var çünkü. Konuşmadığı sürece kendini saklıyor işte.
Diğer söylediklerini de yabana atmamak gerek tabi. Ne de olsa yılların tecrübesi konuşuyor. Ama öyle nalet bir huyum var ki. Herkesi dinler, yine bildiğimi okurum. En azından kendime açtığım alan içinde, kendi doğrularımla yaşama şansım olsun artık.
Bu bazen kırıcı ve anlaşılmaz olmamı gerektirse de, benliğimi kaybetmekten iyidir herhalde. Ne doğru, ne değil münazarası yapamayacağım şimdi.
Ayrıca doğru dediğimiz neydi? Ya da kime ve neye göreydi???

Ekim/2007

17 Ekim 2007 Çarşamba

Hayat okulu

Doksanlı yılların sonlarıydı. Henüz hiçbir yolculuğa çıkmadığım, hayattaki en zor şeyin okula gidip, derslerle boğuşmak olduğunu sandığım yıllardı. Yeni işe başlamıştım, stajyerdim.
Tanımadığım biryer, tanımadığım insanlar, sevimsiz bir ortam, çekingenlik…Hele ilk zamanlar, saatleri dakikalara, dakikaları saniyelere çevirir, başlardım geriye saymaya. Asıl muhasebeyi, işte bu sayma nöbetlerinde öğrenmiştim belki de. İşlere alışmaya başlayıp, herşeyi rayına oturttuğumu düşündüğüm zamanlarda; bir çift göz görmüştüm, düzenimi altüst eden. Kafamı çevirdiğim heryerde onun yüzünü görürdüm. Sonra tanıştık. Onunda katıldığı, arkadaşlarla yenilen öğle yemekleri, çok eğlenceli olurdu. Artık ne zaman ona baksam, bakışlarımız karşılaşır olmuştu. Birgün farkettim ki, eskisi kadar görmediğimde, gözlerim kıyı köşe onu arar olmuştu.
Şirketin mutfağı, bizim bölümün hemen yanındaydı. Sesini duyduğumda, bardağımı alıp, çaktırmadan mutfağa koşar olmuştum. Arkadaştık işte, diğer herkes gibi…
Bir gün, şirketin girişinde karşılaştık, bir öğle vakti. Elinin yandığını söyledi, “diş macunu var mı?” diye sordu. (Siz, siz olun, yanığa diş macunu bulunur demeyin. Yanık arkadaşın derecesini öğrenmeden müdahale etmek, sizde hüsrana sebep olabilir çünkü.)
- “Bende yok ama arkadaşımda vardı, gel.” dedim.
Beraber bizim bölüme doğru yürümeye başladık. Ben kendimi kaptırıp, içeri tek başıma girmişim. Arkadaşıma diş macunu sordum.
- “Ne oldu ki?” dedi.
- “…. elini yakmışta.” diyerek arkamı döndüğümde, yalnız olduğumu görmüştüm. Macunu alıp bölümün girişine çıktım.
- “Neden gelmedin?” dedim.
- “Aslında ben …” dedi. “Ben aslında elimi yakmadım. Sadece seninle yalnız konuşmaya çalışıyordum. Sana sormam gereken birşey var, ama burada soramam. Bana dahili telefonunu söyler misin? dedi.
Söyledim. Masama döndüğümde, üstümde saçma sapan bir şaşkınlık ve yüzümde salak bir gülümse vardı sanırım. “Ne oldu?” dedi arkadaşım. “Birşey yok” diyebildim sadece, macunu masaya bırakırken. Daha kendimi toparlayamamışken telefon çaldı. Cılız ve gizleyemediğim heyecanımı yansıtan bir sesle “efendim” dedim.
- “Ben seni etrafımdaki arkadaşlarım gibi görmüyorum. Farklısın, özelsin benim için. Peki ya sen, sen ne diyorsun?” dedi.
- “Benim içinde.” diyebildim. Biryere kadar ortak olan yolumuzu, beraber gittik o akşam.
Yalan, sahte, yapmacık hatta nerdeyse kıskançlık bile bilmediğim zamanlarımdı. Güven, adını bildiğim bir duygu değil, herkeste varolduğunu düşündüğüm bir özellikti.
2 ay sonra birgün, “Başımda çok problem var. Halledince seni ararım.” dedi ve gitti. Hayatımda ilk ve son kez, “ben ondan önce terketmeliydim.” diye düşündüm. Ve, o andan sonra hiç, önce davrananın kazandığı bir oyun olarak görmedim bunu. Herşey üstüme üstüme geldi. Geçmeyecek sanırdım, geçti…
4-5 ay sonra hiçbirşey olmamış gibi bana ulaşmaya çalıştığında, ardıma bakmayacağımı anlamıştı ama, iş iştende geçmişti.
Herşeyi istediği gibi parmağında oynatabileceğini sanan insanlarla, hayatımın bazı dönemlerinde karşılaşabileceğimi anladım o zaman. Ve ben, kendi sınırlarımı çizmezsem, bırak karşımdaki insanın bana saygısının olmasını, kendime bile saygımın kalmayacağını anladım.
Yaşarken öğrenmek, tecrübe filan, böyle şeyler işte. Meraklısına…

Ekim/2007

16 Ekim 2007 Salı

Küçük mutluluklar...

Ansızın yanıbaşımda bitiveren, sebepsiz hüzünlerim gibi, bazen öylesine, bazen ise mercimek tanesi kadar bir anıya dair, yanağıma gelip yerleşiveren bir ufak gülümseme.
Kimi zaman, yıllardır görmediğim bir arkadaşın merhabasına, bir dostla atışmışken, hatamın farkına varıp özür dilediğimde, kaldığı yerden devam eden konuşmalara; kimi zamansa, yeni aldığım kitaplara, dinlediğim müziklere, dirhem dirhem uzayan, yine de inatla uzatmaya çalıştığım saçıma bürünerek buluyor beni.
Çokta eski olmayan birzamanlar, kendi mutsuzluklarımdan kırptığım parçaları ufak sürprizlere çevirir, sevdiğim insanların yüzlerindeki o mutlu gülümsemeyle avunur, bende mutlu olurdum. En azından birinin mutluluğuna sebep olmanın huzuruyla, bir dinginliğe kavuşurdum. Artık buna bile gücüm yok.
Geçenlerde, artık herhangibir kıyafeti bile beğenerek değil, gerektiği için aldığımı söylediğimde, bir “ukalasın” cümlesi daha işitmiştim. “Hiçbirşeyi beğenmez, burnu yere düşse almaz.” bir profilim olduğunu iyi biliyorum artık. Onların bilmediğiyse hiçbirşeyin göründüğü gibi ve kolay anlaşılır olmadığı.
Küçük mutluluklarım var hala, evet. Ama içinden kopup giden mutluluklarını, zamanla yadırgamaz oluyor işte insan. “Hergün birşey daha biter, giderek acı vermez biten şeyler.” demiyor mu şarkı. Öyle işte. Ne acı aslında.
-”Onlar benim yaşama sevincim, onlar olmasa ayakta duramam.” demişti biri.
Benim yaşama sevincim olacak birşeyim yoktu halbuki. Amacına ulaşmak için erteleyebileceği şeyleri hevesle sıralarken, bunu düşünüyordum.
-”Ben erteleyemem.” dedim. Çünkü bir amacım yok benim, seninki gibi. Sadece daha iyi şartlara kavuşmak ve kendini geliştirmek için mücadele etmek var. Gerçek var. Katıksız, öylece karşımda duran. Gözlerimi kapatamam, yokmuş gibi davranamam.
Ama hepsine rağmen, bir gülümseyiş konuverdiğinde yüzüme ansızın, hala umut var diyorum işte. Tıpkı şiirde dediği gibi;

“Sana açılan kapılar
Sana kapıyı açanlar
Hoş gelenler
Hoş buldukların
Yalnız kalabilmek dilediğinde
Kavuşabilmek özlediğinde
.
.
.
(Gerisini ve milyonlarca satırı boş bırakıyorum;
kendi küçük mutluluklarını yazman,
bundan da küçücük bir mutluluk duyman dileğiyle…).”

Ekim/2007

11 Ekim 2007 Perşembe

Nostalji...

Sene 1997. (Bakmayın bu kadar kesin tarihler attığıma. Düştüğüm notlar olmasa, zor biraz bu iş )
Lisedeyim. Bir edebiyat hocamız vardı. Aynı zamanda sınıf öğretmenimiz. Edebiyatı sevme nedenim sanırım Tezer hanımdı, Tezer Öz. Ders çalışmamızla, okula gelişimizle ilgili, annelik ve öğretmenlik hisleriyle harmanlayıp anlattıkları, hala aklımda. Tekti ama yok değildi böyle biri de hayatımda. Ortaokuldaki türkçe hocalarımızdan nefret ettiğim düşünülürse, bu bir mucizeydi. Gerçi zor hocaların derslerinden gayet yüksek notlar alıp, bütün okulun topyekün kopya çektiği hocalardan düşük notlar almış biri olarak belki de problem bendeydi. Kopya çekmeyi hiç becerememiş, okul hayatı boyunca hiç okuldan kaçmamış (Ders yoksa okula gitmezdim.Kaçmamı, saklanmamı gerektirecek bir durum olduğuna inanmazdım.:) ) biri olarak, gayet renksiz bir okul hayatım olmuş galiba.
Bir ingilizce hocamız vardı, evlere şenlikti. Berbat bir aksanı olmasına aldırmayıp, öğretmenlik yapmasının üstüne bir de, “telaffuzuma dikkat edin, benim kadar olmasa da yapmaya çalışın” deyince, bu cümleyi şu şekilde değiştirmek gereklilik olurdu. “Telaffuzuma dikkat edin, benim kadar olmasa da içine edin.”
Bir de kimya hocası eşi vardı ki, biz o adamcağıza ailesinin doğuştan garezi olduğunu düşünürdük. Adamın adı baysal, soyadı ise AK’tı. Öğrencilerin, koridorlara saklanarak, arkasından “Bay Salak” diye seslenmelerine engel olamazdı.
Konumuz bunlar değildi, ben başka birşeyi anlatıyordum.
Tezer hanım, istanbul’da, okullar arası yapılan bir şiir yarışması olduğunu duyurdu birgün. Konu da sivil savunma. E haliyle kimse gönüllü olmadı bu işe. O da kendi seçti katılacakları, piyango bana da vurmuştu.
Mecburiyetten yazdığım şiirimsi yazı, birinci olmuştu. Demek ki yarışmaya gelen şiirler bu kadar içler acısıydı İşte dün akşam bu yazıyı buldum. Biri okuduğunda, “bence sen, düz yazı yazmaya çalış” demişti. Şimdi, ne demek istediğini daha iyi anlıyorum.

Düşün Sen
yıkılmış bir yuva düşün,
ağlayan bir ses düşün,
gözü yaşlı ananın yanan kalbini düşün.
Bir deprem ortasında yalnız kalmış kız düşün.
Bir ana, bir bacı, bir kardeş değil,
Yanan bir Türk bağrının yaslı kalbini düşün.
Hep didinmiş avunmuş, buna rağmen yaşamış
Dertleri hiç bitmemiş, evsiz bir insan düşün.
Sıcak yatak bekleyen,
acıları dinmeyen
sevgi, hasret, özlemden uzak bir yaşam düşün.
Bir savaş, bir deprem, bir yangın düşün.
Ağlayan analar, bacılar düşün.
Yoksul kalmış çocuğun çektiği ızdırabı,
Anlayan, yardım eden güçlü bir nefes düşün.
Çektiği ızdırabı dindiren bir el düşün,
Ağlayan anaları susturan bir ses düşün.
Düşün ki,
Güçlü nefesi,
acılarla yaşayanlara huzur versin.

Aslında bunu ulaşılması zor bir yere saklardım önceden olsa. Ama yüzleşmek daha bir keyifli geldi nedense

Ekim/2007

3 Ekim 2007 Çarşamba

Mal varlığı beyanı...

Bankada para, kapıda araba, üstüme kayıtlı gayrimenkul de olsun isterdim aralarında ama, bu bir çekmece dolusu anı beyanıdır aslında.
Okurken, yaz tatillerimi geçirmek için gittiğim Giresunda, köy evimizde yalnız kaldığımda, dolabın çekmecelerini karıştırmak en büyük zevklerimden biriydi. Eski resimler, annemin yazdığı mektuplar, kartpostallar, tebrik kartları. Her yaz aynı şeyleri ilk kez görüyormuşçasına tekrar karıştırırdım.
Dün akşam böyle bir ruh haliyle kendi çekmeceme el attım. Neler biriktirmişim meğer.
Başlayıp devam ettirmekten sıkıldığım günlüğüm, (En son 17.12.2003′te yazmışım.)
Dergilerden koparıp biriktirdiğim, siyah-beyaz istanbul resimleri,
Beğendiğim fıkraların, yazıların dökümleri,
Hediye edilmiş bir dergi,
Kazım’ın hastalığı ve vefatı üzerine yapılan, bir arşiv olarak toplanmayı bekleyen onlarca gazete kupürü,
Eski tarihli sinema, tiyatro, konser biletleri,
İstanbul’u gece ışıklara teslim olmuş haliyle gördüğümde, bir kere daha hayran olmamı sağlayan, kadıköydeki balona biniş biletim,
Aldığım mektuplar,
Eski resimler (Çünkü artık yenileri digital makinalarla çekiliyor ve bilgisayara kayıt ediliyor),
Özenle açtığım hediyelerin paket kağıtları, aynı özenle katlanmış olarak,
Kalemlerim,
Hazır bulunan kağıtlarım ve mektup zarflarım,
Yakın arkadaşlarımın düğün ve nişan davetiyeleri,
Kitaplarım,
En değerlisi Kazım’ın imzaladığı albüm olmak üzere, cdlerim,
Bir zamanlar hevesle koleksiyon yapmaya karar verdiğim, mesajı içinde mevcut truffy kartlarım,
Tatlı tarifleri ve diyet listeleri :),
“Güvensizliğim beni diken üstünde yaşamaya zorluyor. Rahat olmuyorum. Konuşmuyor, susuyorum” deyip yarım bıraktığım, Ağustos/2003 tarihli bir yazı, (O günden bugüne pek birşey değişmemiş)
Arkadaşlarımdan alıp okuduğum, beni etkileyen kitaplara ilişkin tuttuğum notlar…

Geçen gün İclal Aydın’ın köşesinde, bir arkadaşıyla arasında geçen, taşınırken ne çok eşya oluyor konulu, konuşmayı okumuştum. Ben yaşlanmadım diyen İclal’e arkadaşı şöyle demişti.
“Seni kastetmedim. Evin içi eşya dolmuş, hayat birikmiş.”
Okuyunca etkilenmiştim. Evet hayat birikiyor ve bunlar biriken bir ömürden somut kanıtlar, ancak sahibine anlam ifade edebilecek…

Ekim/2007

Ne eksik biliyor musun?

Çocukluğumun ortaokul dönemlerine isabet eden kısmı, bahçeli bir evde geçmişti.
Hemen alt yanımızda ev sahibimizin marangoz atölyesi vardı. Topladığım talaşlarla bir zamanların modası çim adam yaptığım, bahçeye açılan kocaman demir kapısından girip, caddeye açılan kapısından çıkarak, okula kestirmeden gittiğim marangozhane.
Sol tarafımızda da, tarihi eser sayıldığı için dokunulamayan, eskiliğinden dolayı da oturulamayan ahşap bir ev vardı. Günlerden bir gün, rantı yüksek nice yerler gibi yakıldı orası da. Hayatımdaki ilk yangınla o zaman yüzyüze gelmiştim.
Bazı zamanlar, insanın içindeki yangınların, ondan daha ürkütücü ve yıkıcı olabileceğini bilmezdim.
O ahşap ev, yandıktan sonra daha cazip hale gelmişti bizim için. Arkadaşlarımla içeri girer, her tarafı kömür karası olmuş evin içinde, hasarlı merdivenlerden aşağı kata zar zor iner, güya yangının nedenini öğrenmek için araştırma yapardık. Hatta bunun için kurulmuş bir grubumuz vardı ama yaşlanıyorum galiba hatırlamıyorum ismini
Annemin, yanan evin karasından kurtarıp, çiçekler dikerek güzelleştirmeye çalıştığı bahçemiz, bizim için araştırma mekanımızın giriş biletiydi. Ne güzeldi…Çocuk aklımızla, heyecan duyardık yaptıklarımız için.
Evde bulduğum alüminyum folyoları, kalın kare şekiller haline getirir, kart yapardım arkadaşlarıma. Üzerlerine notlar yazardım. Aslen ne işe yaradığını bile bilmediğim şey, benim için arkadaşlarıma hediye götürme fırsatı veren, bir heyecan kaynağıydı.
Bayramda biz çocukların, gündüzden harçlık için zaten gitmiş olduğumuz akrabalardan birine, annemler akşam ziyarete gittiklerinde; küpüne girmeyelim diye saklanan çikolata hazinesini arama çalışmalarının, heyecanı başlardı evde. Ve bu arama, sonuca ulaşılmadan asla bitmezdi Hele de birşeyler aranır ya da kurcalanırken kırılan, hasar verilen birşey ortaya çıktığında, haberi olmayan uslu çocuğu oynamak, nasıl önemli bir kurtuluş yoluydu bizim için. Annem inanmazdı gerçi ya, olsun
Götürülmediğimiz düğünlerin acısını unutturan, çocukluğumun Ortaköy’ünün pastanesi hacıbabanın yaptığı alman pastalarının, o tazeliğini ve tadını hala hatırlarım mesela.
Ne eksik biliyor musun?
Yaşamak için heyecanımız ve hevesimiz eksik. Geçmişten feyzalayım diye, didikleyip duruyorum ama nafile. Büyü bozulmuş.

Efkan Şeşen söylüyor, tüm aynı duyguları paylaşanlar için;
“Adressiz yolculuklar matarasında
Sırt çantasında yalnızlığı
Naftalin kokuyor türküleri, unutulmuş zamanlardan
Gözleri hala çocuk
Geleceği anılarında arayan
Dağ gibi yaralı, nehirler gibi durgun
Düşbaz türküler taşıyor, gün bitimi şafaklarda
Gözleri Hala Çocuk
…”

Ekim/2007

1 Ekim 2007 Pazartesi

Ne olmayacağını bilmek!

Farklı olmayı istemedim diyemem ama hiçbirşeyi farklı olmak için yapayım diye de düşünmedim. Hayatı ile ilgili herşeyi el yordamıyla bulmuş, öğrenmeye çabalamış biri olarak, bilinenden ayrı bir yol seçtim kendime. Böyle birçok tali yol var aslında, yalnız değilim.
Çocuk kitaplarını, okunması gereken zamanda okuyamadığı için, yirmili yaşlarında merakla okuyan; okul döneminde herhangi bir yönlendirme ve bilgilendirme olmadığı için, hayat rüzgarının yeteneklerinin uzağına savurduğu bir kalabalık içindeyim. Aklının, şansının ve seçimlerinin dengesini kurup, yürümeye çalışan, isteklerini sıraya koymayı öğrenenler arasında.
Geçen gün otobüste, arka koltuğumda oturan yirmili yaşlarda iki genç kız telefon muhabbeti yapıyorlardı. Şu markanın en son modeli, bu markanın yeni modeli.
İnsanları tek bir kalıba sokmaya çalışmanın yanılgısının farkında biri olarak, kendi tavrı dışındaki hiçbirşeyi önemsemeyen bir halim yok tabi ki ama önemsiz şeylerden, bütün hayatlarını etkileyecek bir olaymış gibi hevesle bahsetmelerine şaşırıyor insan ister istemez.
Son model telefonlarla marka kıyafetler arasına sıkışmış, düşündükleri tek şey nasıl göründükleri olmasına karşın, hepsinin görünüşü birbirinin aynı olan insanları almıyor aklım.
Kızlar telefonun fiyatlarından bahsederken söyledikleri rakamlara “yok artk” dedim içimden. Demin demiştim ya isteklerini sıraya koymasını öğrenmiş diye. Mesela telaffuz ettikleri rakamlarla ben, görmek istediğim yerlerden birine doğru yolculuğa çıkar ya da yapmak istediğim başka şeyler için girişimde bulunurdum. Elinde olanları hoyratça, gösteriş için kullanan yaşayış biçimi benim çok dışımda ve çok yabancı bana.
Hayallerimin çoğunun takıldığı engel, maddi imkansızlık olsa da, hayatın sadece büyük meblağlarla alınabilecek bir marka olduğuna inanmıyorum. Asıl marka, kendi benliğimiz ve kişiliğimizdir. Hayat ise onu geliştirebileceğimiz alan.
Ne olmayacağımı biliyorum. Ne olacağımı ise hala öğreniyorum.
Ve

“Yaşamak istiyorum sadece,
kendi savaşlarım uğrunda
Ben sadece ben olmak istiyorum.”

Ekim/2007

28 Eylül 2007 Cuma

Doluymuş, evet (!)

Güzel bir eylül gecesi. Dolunay var. Lacivert gökyüzü, ışıl ışıl ay, hava ılık. Zaten bu sıcaklıkların son demleri artık. Kısa bir mesafeyi eve doğru yürüyorum. Köyde akşam gidilen gezmelerin, dönüş yolculuğunu anımsattı bana, ay ışığıyla aydınlanan yol. Tepede ay ışığı, elimizde fener, toprak araba yolunda konuşa konuşa eve dönmenin hissi uyandı birden.
Buralardan kaçıp gitmek istedim yine. Daha giderken nasıl bir hüzne boyandığımı, bir haftada bile ne kadar özlediğimi, tanıdık, bildik yerleri görmenin huzurunu hiçbirşeye değişemeyeceğimi bir anda unutarak hemde.
Bir zamanlar oyunlar oynadığım, köşelerinde oturduğum, uzun zamandır da yanına yöresine uğramadığım sokaklardan geçtim. O kadar küçük göründü ki gözüme, “buralar böyle miydi?” demekten kendimi alamadım. Sanki çocukluk tarihimin geçtiği yerlerin maketiydi gördüklerim.
Geçen zamanın farkına varmanın en kolay yolu, büyüdüğün yerleri ve senden küçüklerin şimdiki hallerini görmek galiba. Çünkü ağzım açık kalarak bakıyorum, bir zamanlar parkta oyun oynarken sevdiğimiz, doğru düzgün yürüyemeyen çocukların şimdiki hallerine.
Zaman acımasız demiş miydim hiç? Ve hayatın zehiri de, panzehiri de o.
Çocukluğumun ahşap evlerinden eser kalmamış, apartmanlar, lüks müstakil evler cenneti olmuş buralarda. Eskilerden tanıdık, kaçamak bakış attığım, bir ev var sadece. Hep aklımın bir köşesinde olan birini barındıran. Hani ne içine girip konuşabildiğim, ne de önemsemeden yanından geçip gidebildiğim. Öylece ne yapacağımı bilemeden kalakaldığım.
Keşke diyerek başladığım, sonucuna suçluluk duygusu eklediğim içimden geçenleri, yerlerinde bırakarak devam ettim yoluma. Özetleyen iki satır var yalnızca, içimdekileri. Sunay AKIN’dan;
“İki rayı gibiyiz bir tren yolunun,
yakın olması neyi değiştirir, son istasyonun?”
Başında da, sonunda da aynı mesafede durduğun bir yol gidiyorduk. Hiçbir olay yakınlaştırmadı seni bize. Ve sonra başka yollara devam ettik, ayrılmadık.
Zaten biz hep ayrıydık.
Ama yine de dolunay var, güzel bir gece.
Biri bardağın dolu tarafına mı bak demişti?
Buyrun işte…

Eylül/2007

26 Eylül 2007 Çarşamba

Sükut altın mıdır ki?

Kızardım sana ve kızınca konuşamazdım. Bildiğin halde, inatla beklerdin anlatmamı. Bazen kızdığım o kadar önemsiz bir şey olurdu ki, beni yıkıp geçen, esir düştüğüm sinir dalgasına sebep göstermeye utandığımdan konuşamazdım. Anlamazdın, anlatamazdım bende.
Değişmedim hâlâ. Ve hâlâ anlamıyor kimse bu halimi. Kafamda beni kıskaca alan, ikilemlerde bırakan onlarca düşünce oluyor hep. Yapmak istediklerime gem vuran sorumluluklarım ya da vicdanım gibi. Söze dökülmeye sıra gelince anlatmaya değer görmediğim, o yüzden “anlatacak bir şey yok” diye geçiştirdiğim, fındık kabuğunu doldurmayan çelişkilerim, sorunlarım, zamanla altında ezildiğim dağlar oluyorlar.
Her şeye yetmeye çalışıp, bir anda, aslında hiçbir şeye yetemediğinin ayırdına varmak gibi bir his, tarumar ediyor inşa etmeye çalıştığım güven duvarını. Ya da yapman gereken başka şeyler varken, bunu yapman ne kadar gerekli diye didikliyor aklımı, vicdanım.
Orta yollar bulmaya çalışırken, bataklıkta çırpınır gibi kayboluyorum. Başaramıyorum, ince ince düşündüklerimi, aynı incelikle anlatmayı. Büyütüyorum içimde. Ve susuyorum. O çok söylenen atasözlerinden biriyle parlatıyorum suskunluğumu. Ama anlatmaya yetmiyor hiçbir söz, onca duyguyu...

Eylül/2007

24 Eylül 2007 Pazartesi

Kıyasa muhalefet...

Hangisi daha kolay anlatılır? Sevinç mi, hüzün mü?
İki tane yazı okudum az önce. Biri aşkı, biri yalnızlığı anlatıyordu. Yazan arkadaşım, hangisini daha çok beğendiğimi sordu. Yalnızlığı anlatımını daha çok beğenmiştim.
Aklıma mutlu olduğum anları nasıl anlattığım takıldı. “O kadar güzeldi ki, anlatamam.” “İnanılmazdı.” gibi hepimizin kullandığı kelimelerle, eksik bir anlatım mutluluğa ait olan.
Özlemi, boşluğu, kederi en küçük hücresine kadar anlatma çabamıza karşılık, sevinci anlatmaktan çok, dillendirmeden hayalgücüne bırakmak, ya bir korunma çabasının ya da insanoğlunun bu konudaki yetersizliğinin belirtisi. Acıyla o kadar yoğrulmuşuz ki, bunları anlatabilmenin bilgi ve kelime dağarcığına sahibiz. Ama mutluluk için böyle bir birikimimiz yok. Bu bireyin mi, toplumun mu yoksa ait olduğumuz kültürün mü bilinmezi acaba? Ya da hepsinin toplamına mı eşit eksiklikler.
“Kara gün dostu” diye bir sıfat var mesela. Bir yerde, bir insanın sevincini paylaşmanın, kötü gününde yanında olmaktan daha zor olduğunu okumuştum. Başka birinin sevinciyle sevinmek, üzüntüsüne ortak olmaktan daha yüce bir duygu ve insanlık ister bence de. Haset gibi, insanı özünden uzaklaştıran bütün olumsuz duygulardan arınıp, yanında olmak değerli olan. Kötü gününde yanında olmakta önemli tabiki.
Büyürken aklımıza yer eden herşey içinde var bu. “Çok güldük başımıza birşey gelecek.” var mesela. Öyle kabullenir, zamanla da öyle inanırız ki, bize aitlermiş gibi davranırız.
Öğretilmişliklere ekleye ekleye bulunduğumuz noktaya geldik işte. Bundan gayrı heybemize birazda mutluluk tasviri koyalım. Anlatabileceklerimizi kısıtlamak yakışmıyor bize.

Eylül/2007

21 Eylül 2007 Cuma

Şimdi ne olsa?

İçeri ışık sızmayan bir odada, gecenin sessizliğinde, seçtiğim müzikler olsa.
Tatlı tatlı esen rüzgarlı bir balkonda elimde kitabım olsa.
Ilık bir akşamüstü, sessiz sahilde, karşımda uçsuz bucaksız deniz olsa.
Kalabalıklarla uyum içinde oynanan halay-horon olsa.
Hayalini kurduğum yolculuklardan birinin başlangıcı olsa.
Güzel demlenmiş bir çayı, dostlarımla keyifle içebileceğim sakin bir yer olsa.
Havasını içime doyasıya dolduracağım, geceleri yıldızların ışıl ışıl görüntüsü altında uzanacağım karadeniz yaylası olsa.
İşte budur demeyi geçtim, galiba bu diyebileceğim bir sevgi olsa…

Eylül/2007

19 Eylül 2007 Çarşamba

Dansöz dünya

“Hiç kavga bilmez gülle yaprak
Hiç kıyar mı ağaca toprak”


Çok karmaşıksın, çok…
İçime hapsettiklerimi, haykıramayıp dertop ettiğim hüzünleri, çığlıkları, o karmaşanda, içinde öğütüp yok ediyorsun.
Sevip sevilmeyişlerin, sevilip sevmeyişlerin sonucunda, avucumuza koca bir yalnızlık bırakarak yoluna devam ediyor, ardına bakmıyorsun. Düzenine kurban ediyorsun iyi niyetleri, temiz duyguları. Sakınacak duygu, saklanacak yer koymuyorsun ki huzurla sığınalım. Kötülüğe bulanmışsın, kara katmanların var. Kirlendikçe güçleniyor, güçlendikçe sana riayet edecek yeni üyelere kavuşuyorsun.
Bir avuç azınlık hala yaşanabilir bir yer olman için savaşıyor, yel değirmenlerine karşı. Ve hala iyi kalabilmek, cesaret, direniş istiyor.
Yalansın dünya.

Eylül/2007

1 Eylül 2007 Cumartesi

Geldi sonbahar...

Sıcaklığı en son haddinde hissettikten sonra, önce sadece akşamları, giderek bütün gün esen rüzgarla yazdan uzaklaştık artık. Sonbaharı hırkalarla aldık omuzlarımıza.
Tertemiz, masmavi gökyüzünü, yazın o kendine has kokusunu, geç inen akşamları özleyeceğim yine.Her ne kadar gereği gibi davranmıyor olsa da mevsimler, sonbaharın, kışın değişmezleri var hala. Önce yapraklar düşecek mesela, yalnız kalacak ağaçlar. Güneş gözükmek için nazlacak, daha sert esecek rüzgarlar.
Kış doğumlu biri olarak, hiç sevmedim karanlık, kasvetli havaları. Ruhuma arabesk bir melodi gibi dokunur böyle havalar. Ve sanırım ki, hiç bitmeyecek bu mevsim. Güneş o kadar cıvıl cıvıl olmayacak, akşam üzerleri o tatlı duyguları uyandırmayacak birdaha.
Birkaç ay sonraysa ben bir yaşımı, dünya ise bir yılını geride bırakacak. Dünya için küçük ama benim için büyük bir adım bu
Umutlardan, iyi dileklerden bir şal yapıp almalıyım omuzuma. Bu sonbahar, ihtiyacım olacak zira.

Eylül/2007

31 Ağustos 2007 Cuma

Sözler, söylenişler...

Hasret nasıl güzel bir kelimedir diye düşünmüştüm birgün. Nasıl yürekten bir kelime. “Özlem”‘e tercih ederim mesela ben. Bir yanda “seni özledim”, bir yanda “sana hasretim” olsa, tereddüt etmeden hasrete yönelirim. Belki manalı-manasız ve yersiz nice kereler kullanılışına tanık oluşumdan bilmiyorum. Keza “senin için ölürüm” ne kadar lakayt geliyorsa, “senin için terk ederim büsbütün bu dünyayı” o kadar ciddi ve hisli geliyor. Bu örnekleri çoğaltabilirim. Nihayetinde hepsi şarkı, türkü sözleri.
Hangisi yanlış, hangisi doğru ayırdına varamadığım büyük bir değişim söz konusu yaşayışımızda, kendimizi ifade edişimizde. Sanırım artık duygularımızı ne yaşamayı, ne de anlatmayı beceremez olduk. Hayat yalın, basit olsun istiyoruz. Ama basitlikle ucuzluğu karıştırıyor ve zamanla herşeyi daha karmaşık yapıyoruz. Ya da defalarca tekrarlanınca anlamını yitiren kelimeler gibi, içlerinde kayboluyoruz.
Şükür hala güzel cümleler kuran insanlar var. Dinlerken, okurken bu nasıl bir dile getiriştir diye iç geçirdiğim oluyor hala, şükür.
Eskiye özlemimi bu kadar net ifade ederken sezen, bana dinlemek ve eşlik etmek düşüyor sadece.

Hani herkes arkadaş
Hani oyunlar sürerken
Kimse bize ihanet etmemiş
Biz kimseyi aldatmamışken
Hani biz kimseye küsmemiş
Hani hiç kimse ölmemişken
Hani şarkılar bizi henüz bu kadar incitmezken
Eskidendi, çok eskiden.

Ağustos/2007

27 Ağustos 2007 Pazartesi

Bizi, bize anlatan gün...

Bugün 29.08.2007.
3 sene önce bugün, deli cesareti ile hiç bilmediğim insanların arasına bir pikniğe katılmıştım. Şimdi geçen üç seneyi düşününce, o gün giderken hayal edemeyeceğim şeylerdi yaşadıklarım diyorum.
3 yıl az zaman değil ama o kadar çabuk ve art arda yaşandı ki herşey, sanki daha uzun seneler olmuş gibi. Sevinci, hüznü, ihaneti, yalnız bırakılmayı, birlik olmayı, sırasında ağlamayı, hatta hatta ölüm acısını bile yaşadım. Peki pişman mıyım?
O kadar garip ki, hiçbirşeyi unutmuş değilim ve yaşadıklarımdan da asla pişman değilim.
İnsanlar tanıdım. Neler yapabileceklerini, bazen ne kadar sahtekar olabileceklerini, savundukları düşüncelerini bile çıkarları doğrultusunda nasıl ezip geçebileceklerini, iyi niyetlerin nasıl kötü emeller için kullanıldığını gördüm. Ama iyi insanlar da tanıdım. Beni çocuklarından ayırmayan ablamı, ne zaman ihtiyacım olsa yanımda olacağını bildiğim dostları, çok az görüşsemde her gördüğümde kaldığım yerden devam eden dostlukları. Başkalarından beklediklerimin, hiç ummadığım kişilerden gelmesiyle beklentilerimi gördüm, gözden geçirdim. Sevginin her türlüsüne bazen sevinçle, bazen acıyla tanık oldum.
Şimdi olduğum yerden yaşadıklarıma bakıyorum ve diyorum ki; iyi ki yaşamışım. İyi ya da kötü olan herşeye rağmen, iyi ki yaşamışım, yaşamışız. Bir virajdı aldığımız yol. Hani virajdan öncesini göremez ya insan, onun gibi, şu an öyle uzak geliyor yaşananlar. Biz mi yaşadık bunca şeyi diyorum.
Şimdi sen yoksun. İçim öyle acıyor ki bunu yazarken. Herşeyi kabullenmiş, sindirmişim de, bir tek yokluğun, bir yere oturtamadığım, kabullenemediğim. Aslında hep bizimlesin, sesinle, hatıranla, söylediklerinle. Ama bu hasret var ya, bir daha seni canlı dinleyememek var ya, çok fena.
Bir acı çöktü yine yüreğime. Böyle dertleneyim diye başlamadım aslında yazmaya. Senin gibi diyelim o zaman, hayde.

“Herşeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik.
Teşekkürler Dünya”

Teşekkürler Kazım KOYUNCU.

29 Ağustos 2007 10:45

Kırık dökük birşeyler...

Kime ne kadar içimizi açabileceğimizi, tecrübe etmeden bilemeyeceğimiz bir hikaye devam ettirdiğimiz. Tecrübe ise hayatta yediğimiz kazıkların bileşkesi.
Herşeyi kuşku duymadan anlatabileceğimiz kaç kişi var hayatımızda? Kaç kişinin karşısına zırhımızı kuşanmadan çıkabilir, onunda samimiyetine içtenlikle inanabiliriz? Yanılma payı hep vardır gerçi ve öngörülemez şeylerde muhtemeldir hayatta. Ama hepsinden öte bir güven duygusudur insana huzur veren. Bunu ararız deli gibi, köşe bucak. Bulduğumuzda dört elle sarılışımız bundandır.
İnsan kendini anlatmaya ölesiye muhtaçtır aslında. Kime anlatacağına ise bu duygu, yön verir sadece. Gerisi bize kalmıştır. Hesapsız anlatırız içimizdekileri, çekinmeden gösteririz saklı yaralarımızı. Neyin bizi daha çok inciteceğini, neyin canımızı daha çok yakacağını anlatmışızdır. Risktir aslında, eğer yanılmışsak hırsıza anahtarı teslim etmek gibi birşeydir bu.
Herşeyi göze alarak yeniden başlamak gerekir her yenilişte. Bir ihtiyaçtır bu duygu çünkü. Sevgi gibi, nefes almak gibi. Başta kendimize, sonra illaki birilerine, birşeylere güvenmeden devam edemeyiz.

Ağustos/2007

25 Ağustos 2007 Cumartesi

Derinlerden bir yerden...

Ne çok dibe vururum kendimi. Belki bile isteye, belki herşeyden bihaber. Ya da nedenli-nedensiz.
Gelmesini beklediği, yaşamak istediği günlerin, zamanların bile elbet sona ereceğini düşünür ve herşeyi manasızlaştırır mı insan? Diyelim ki yapıyordur, nedir onu bu noktaya getiren? Gördüğü, düşündüğü, yürek burkan hayat hikayelerine ya da yaşam mecburiyetlerine yardım edebilmek isteyip, yüzüne çarpan, sırasında kendi muhtemel gidişatına bile ne kadar etkisiz kaldığı gerçeği ile herşeyden vazgeçmeyipte ne yapsın bu bünye? Aklına üşüşen soruları nasıl bertaraf etsin, hep aynı yerlerde tıkanan muhtelif sorunları nereye saklasın?
Vicdanının ve aklının terazisi hassas oldu mu, içinden çıkılmaz olur hayat. Nefes alamaz olup, duvarlar arasına sıkıştığını hissettiğinde, bir dağın tepesinde, gücünün yettiğince haykırırken düşler insan kendini.
Öyle anlar olur ki, iki uç noktada gidip gelirsin. Bir an herşeyi yapabilecek kadar güçlü, cesur; bir an sonra hiçbirşey yapamayacak kadar yorgun, ürkek.
Bazen de “herşeyin üstesinden gelirim, gelmeliyim” ‘in geri dönüşleridir bunlar. İçinde sakladıklarınla öyle dolmuşsundur ki, yer bulamazsın yeni birşeylere. İçinde zar zor yer açtıklarınada büyük sorumluluklar yüklersin. İstersin ki diplerden çekip çıkarsın seni, engeller koysun derinlere inen yollara da. Ya da seninle gelebilsin, anlayabilsin seni. Oradayken de sevebilsin.
Derinden geliyor sesim, cılız ve etkisiz olabilir. Ama söylüyorum ben yine de. Şöyle diyor şarkı, en hissiyatlı haliyle;

“Bir yer bul otur önce.
ama yaralarıma dikkat et.
Gülüşlerim vardır elbet,
önce gözyaşlarımı silmen gerekecek.
Budur, zordur sevmek.”

Ağustos/2007

20 Ağustos 2007 Pazartesi

Sen başkalarına benzeme sakın!

Otobüste, sokakta, yürüdüğüm yollarda seni arıyorum. Nerdesin kimbilir, kimsin, ne yapıyorsun? Ne zaman kesişecek yollarımız ey sevgili? Sen de bu sorulara cevapsız mı kalıyorsun?
Neden yoksun söylesene; yaslanacak bir omuz, fırtınadan sığınacak bir liman ararken; yalnızlığıma iç geçirirken neden yoksun? Hani dünya küçüktü; dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşurdu hani? Biriktirdiğim bu bilindik cümleleri ne yapayım şimdi? Bütün bilmeceleri tek başıma çözemiyorum artık, gel ne olur…
Bütün bekleyişlerden sıkıldım; şarkılar söylüyorum bilinmezliğine. Hayaller katıyorum uzayıp giden melodilere. Şaşırdın mı? Evet, hâlâ hayallerim var! Ki onlar da olmasa, beni anlatmıyor bu şarkılar.
Bütün cümlelerimde hasret ayyuka çıkmış. Nasıldır bilir misin, bir bilinmeze hasret çekmek? Sahi sen de hasret misin acaba bir bilinmeze?
Yorgunum sorular sormaktan.
Sende yorgunsun belki, bilmiyorum?
Ama unut çocukluktan kalma tekerlemeleri.
Elma mı, armut mu farketmez; her nerdeysen, çık ortaya hadi…

Ağustos/2007

15 Ağustos 2007 Çarşamba

Erken büyüyen çocuklar...

Çocuktuk. Büyürken bizde eksik bırakılanları, eksik kaldıklarımızı farkedemedik. Derin yaralarımızdan, yeri doldurulmaz boşluklarımızdan bihaberdik. Oysa ne güzeldi çocuk olmak.

Ayakkabılar, giysiler, “seneye de giyilsin” diye büyük alınır; en güzel giysiler, özel yerler için saklanırdı. Gün gelir, bir yere gidileceği tutar ve o özel giysiler çıkardı sandıklardan. Ama bakılırdı ki, küçülmüş… Gidilecek özel yerleri beklerken hayli zaman geçmiş ama o yerlere bir türlü gidilememiş. Hep geç kalınmış… Bu saklama hevesi sevgilere de mi sinmişti bilinmez, saklanırdı sevgiler de.

Malzemesinden çalınmış inşaatlar gibi büyüdük. Eksildik büyüdükçe. Daha durgun, daha suskun olduk. Hayatın binbir yüzünden bir tanesi, bizi biraz erken ziyaret etti. Kabullenip yüzleştikçe, daha olgun olduk.

Erken büyüyen çocuklardık artık. Dünyayı buğulu bir camın ardından tanımaya çalıştık. Tekrarlana tekrarlana ruhumuza işledi kalıplaşmış "doğrular". Kimi doğruların aslında ne kadar yanlış olduğunu zamanla anlayacaktık. Oysa zaman, bizi hiç anlamayacaktı.

Yıllar sonra, yeniden yaşayabilmek için çocukluğumuzu, tek yapabileceğimiz şeydi ardımıza bakmak. O zamanlar büyümek zorunluluktu, şimdi ise geçen zamanın peşinde koşturup durmak…

Ağustos/2007

13 Ağustos 2007 Pazartesi

Yolculuğumdan arta kalanlar...

Hüzünlüdür yolculuklar.
Camda akıp giden yol, kulağımda müzik. Bildiğim şehirden uzaklaşırken, tekerleğin her dönüşünde bilmediğim ya da bildiğim başka bir şehre giderken, tarifi imkansız bir hüzün kaplar içimi, ağlamaklı olurum.
Kendinle hesaplaşmaya, hayal kurmaya, aklındakileri bırakıp kaçmaya çalışmak için güzel bir mekandır, uzun yolculuklarda cam kenarları. Olamadıklarını olur, söyleyemediklerini söyler, kaçarsın, hızla uzaklaşırsın olay mahalinden.
Güzeldir yolculuklar.
Yanından geçen arabalara bakarsın, içindeki hayatlarla ilgili tahminde bulunursun. Bir dağ, bir kayalık, ait olduğun şehirde olmayan herhangi birşey gördüğünde kavrarsın yeniden uzaklara gidişini. Hele de şanslıysan, güneşin doğuşu ya da batışını görebilmişsen, yenileyebilirsin kendini, umutlarını.
Mola yerlerinde çocukluktan kalma birikmiş anılar bulursun. Yalnızsan yolculuğunda, tıpkı hayat yolculuğunda olduğu gibi, elinde muhtemelen kötü demlenmiş çay, dalar gidersin geçmişle harmanlanmış gelecek vaadlerine.
Basittir yolculuklar.
Asıl olan yolculuğa karar vermek, gitmek cesaretini göstermektir. Gerisi olağan yolculuk planıdır, kaptan nezaretinde.
Her yolculuk dönüşü özlemle bakarım yeniden kavuştuklarıma. Bilirim ki altın yaldızlarla da kaplasalar gideceğim heryeri, insanın evi gibisi yoktur. Her yolculuğun sonu evine dönüştür nihayet. Geri dönemeyeceğini bildiğin yolculuk sürgün olur. Sürgünler eksiltir, yok eder, yolculuklar çoğaltır, sağlamlaştırır.
“Yolcu denmez her gidene, herkes o yolun taraftarı olmayabilir.” demiş ya Yılmaz,
taraftarı olduğum, seçimini kendim yaptığım her yolculuğa yine, yeniden ve hep varım ben…

Ağustos/2007
Bartın gezisi dönüşü

10 Ağustos 2007 Cuma

Yeniden sevebilmek...

Herzamanki günlerimden birinin akşamı, gecesi hatta.Yalnızım. Aklımda onlarca düşünce, içimde neye yoracağımı bilemediğim bir huzursuzluk. Gözüm kitabımda, aklım kimbilir nerde? Okuduğum birkaç sayfadan bakıyorum ki aklımda birşey yok, koydum kenara. Bilgisayardan şarkılar seçiyor, en sevdiğim şarkıda bile değiştiriyorum. Ya gerçekten huzursuzum, ya da kendimi huzursuz ediyorum. Dilimde bir melodi, bugünlerin takıldığım şarkısından. “İster sev, ister sevil.Hiçbirşey olması gerektiği gibi değil” diyor.
Peki neden? Ne değişti ya da neyi değiştirdim de artık hiçbirşeyi yerli yerine oturtamıyorum. Ruhsuz, duygusuz der oldular bana. Öyle miyim?
Aslında değilim. Öylesine kanar ki içimdeki yaralar, onlar kanadıkça yükseltir, kalınlaştırırım duvarlarımı. Her canımın yanışı daha kontrollü, daha mantıklı olmayı miras bırakır bana.
Ben istemiyor muyum sevmek, kalbimin atışlarını dinlemek. Bir yandan deli gibi bunu isterken, diğer yandan problem istemiyorum. Hem kalbim, hem mantığım kabul etsin istiyorum olacaksa eğer. Çok mu zor? Zor biliyorum. Cevabını bildiğim soruları inatla soruyorum hala.
Ve korkuyorum.Yeniden başlamaktan, yanlış adımlar atmaktan, olmayacak şeyler için mücadele etmekten. Yorgunum çünkü dermanım yok. “Yaşamak değil, beni bu telaş öldürecek” diyor ya şair. Beni de bu olabilirlikler, acabalar, korkular yiyip bitirecek.
Hala yarındayım. “Hayat bir gündür, o da bugündür.” ama ben hep yarındayım, bugünlerim yok.
Değişmem gerek. Birşeyleri bekler gibi yaşamaktan kurtulmam, yeniden sevebilmem gerek…

Ağustos/2007

1 Ağustos 2007 Çarşamba

Yollara, yolculuklara, dostlara...

Nedenleri, niçinleri toplayıp koymuşum eteğime. Her kendimle kalışımda, en ufak bir fırsatta tekrar döküyorum ne var ne yoksa ortaya.İşte bu yüzdendir en kalabalıklarda bile dalıp gitmelerim, nedensiz, tarifsiz hüzünlerim.
Dar boğazlarım, fırtınalı denizlerim, bulutların kapladığı gökyüzüm var benim. Ha yağdı ha yağacak gibi, durumu belli ama kararsız ve inatçı bir tutum içindeyim. Bir yanım sabırsız “yağsa da kurtulsa” diyor, bir yanım kuruntulu yağmurun iyi geleceğine dair kuşkuları var. Gel-gitler yaşıyor, dalgalanıyor ruh halim.
Aslında kendimi anlatmak için kullanabileceğim bazı cümlelerden kuvvetle muhtemeldir nefret etmem. Ama hiçbirşey, her fırsatta iyileşmeye yüz tutmuş yarayı kanatırcasına yüzleştiğim, kişisel gerçeklerimi değiştirmeye yetmez. Gerçi yüzleşmek ne çare. Kendiyle tanışmış ama barışamamış bir düşmanım ben kendime. Düşman, ne ağır kelime…
Kendime düşmanlığıma inatsa dostlarım var. Farklı yollardan, benzer şartlarla geçtiğim. Bir duygumu ifade ederken beni lafta değil gerçekten anlayabileceğini bildiğim. Gülüşümü, gözyaşımı, hayallerimi, umutlarımı paylaşabildiğim. Her fırsatta şanssızlığımdan yakınsamda, tanışmanın, biraraya gelebilmenin gerektirdiği şansın farkına varabildiğim. Hep yanımda olduğunu bildiğim, hep de yanımda olmasını istediğim.
Bütün bunları zaten bildiğin şeyleri tazele, sahibinin kaleminden oku diye yazıyorum.
Geçtiğim, geçeceğim yollara.
Yaşadıklarıma, yaşayamadıklarıma.
Sanadır gülüş

Ağustos/2007

10 Temmuz 2007 Salı

Kalbim...

Unut herşeyi.Bir çizgi çek eskide kalan, yitip gidenlere!
Yarın bir başlangıç yap yeniden.Atışlarının sesini sen bile farkedemiyorsun nicedir.
Zorunlu hizmet yapan bir mahkum gibisin.
Artık orada olduğunu kanıtla bana, hayata tepki ver…

Temmuz/2007

5 Temmuz 2007 Perşembe

Pazar(lık)...

“Bugün pazar,
bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.”


Vapurdayım. Serin serin esiyor rüzgar. Kuşlar uçuşuyor, insanlar dolanıyor sahil boyu. Uzaktan bir gemi, üstümden, çeşitli şekillere büründürdüğüm bulut kümeleri geçiyor. Hayat akıyor. Ben kıyısında da dursam, içinde de olsam akıyor işte.
Kapanan kapının ardındaki yolcuların, geç kalmalarına hayıflanan bakışları altında, uzaklaşıyoruz iskeleden. Yanından geçtiğimiz mendirek, denizin ortasında olma isteği uyandırıyor insanda. Ayakların denize değerek oturmak... "Nedir bu halin?" diye de sormak istiyorum kendime. Küçükken, giymeyi sevmediğim giysileri, bilerek kirletip değişmeye gittiğimde, bana sorulan şekliyle hem de. “Nedir bu halin?”
İzlediğim bir savaş filmini anımsadım birden. Karşı tarafın sınırlarında, tek başına kurtulma mücadelesi veren bir adam, ardına takılmış onlarca askerden kaçmak için, çamur ve cesetlerle dolu bir çukurda, kendini kamufle ediyordu. Ama görüntü tarif edemeyeceğim kadar berbattı. İzlerken elini burnuna götürür insan, kokuyu duyuyormuşçasına. Üçüncü bir alternatifin olmadığında, insanüstü bir çaba sergileyebiliyorsun herhalde. Mecbursan yapıyorsun, salamıyorsun ruhunu öyle.
Yasladım başımı, uzaklara bakıyorum. Gökyüzü bulutlu, deniz durgun. Güzel olan, kıymetini bilmem gereken ne çok şey var kimbilir. Nefes alabilmenin mesela, sağlıklı olabilmenin.
Ya çocukken daha kolaydı yaşamak ya da büyümenin kurallarını öğrenemedim ben. Şimdi yaşayacağım hangi olay, ders çalışmak için oturduğum masadan, komşu teyzenin yüzüklü parmağıyla kapıya vuruşunun sesini duyarak kalkmak kadar, mutlu edebilir beni? Akabinde başlayan komşu muhabbeti esnasında, dışarı çıkmanın yolunu bulan çocuk kadar mutlu insan, var mıdır şu dünyada? Hayatımın hiçbir döneminde, cuma günlerini o kadar sevmiş miyimdir acaba? Bilmiyorum ki hep çocuk mu kalsaydık, yoksa biraz pazarlık mı yapsaydık hayatla?

Eylül/2007

1 Temmuz 2007 Pazar

Soru

Hesapsız yolculuklarım olsa…Bir sabah ansızın karar verip, sadece kendimi alıp gittiğim.Beni ben yapan herşeyi ardımda bırakıp, birazda ben olmamayı seçtiğim.Kendime, hayatıma uzaktan bakabilmeyi denediğim.
Eksikliğini hissettiğim onca şeye rağmen, eskidiğini düşündüğüm umutlardan kurtardıklarım var ellerimde bu sabah.Nerede başlayıp nerede bittiğini bilmediğim, parçası bütününden büyük, can yakan, karşılığını bulamadığım, tanımlamaya çalıştıkça içinde kaybolduğum o duygulara rağmen, yeniden başlama hevesim var.
Bu kadarı yeter mi yeni başlangıçlara???

Temmuz/2007

1 Haziran 2007 Cuma

Kazım'a...

“Gittin. Simdi bir mevsim degil, koca bir hayat girdi aramiza.” diyor ya şair.
Sagliğina kavusmani beklerken, bir mevsimi sensiz gecirmeye razi olmustuk. Ama sen, gittin. Bir ömür sensizlige terkettin bizi. Bogazimda dügümlenmis bir hickirik gibi yokluğun.Sesini her duyduğumda olümünü kabullenemeyişimi farkediyorum yeniden.Sanki bir başka sehirde, bir başka ülkedeymişsin gibi.Bir gun cikip, kaldigin yerden devam edecekmişsin gibi…

Belki unuttuğumuz belkide hiç bilmediğimiz bir düş gördürdü bize seni tanımak.
Sesini duyabilmek, seni görebilmek, müziğinden hatta dünyaya bakışından bile önce, insanlığına olan hayranlığımıza sakin denizler bulabilmek için geniş zamanlar umuyorduk biz.Olmadı…Gittin.
Sanatçı olmak nasıl birşeydir, o mütevazilik insana nasıl yaraşır görmeye biraz daha fırsatı olsaydı kimilerinin.
Kör ölüp badem gözlü olmadı bizim için, sen zaten bizim hep badem gözlümüzdün.Sen yokken bir yanımız hep eksik.
Seni çok özlüyoruz denizin çocuğu.

Haziran/2007