29 Ocak 2010 Cuma

Burada yağmur yağıyor ama sen...

Ne çok ses var, ne çok söz. Sürekli bir şeyler söylüyor birileri. Yorumlar yapıyor, sorular soruyor. Delicesine bir yağmur başlıyor, yavaşlıyor her şey. Şemsiyelerin altında koşturup duran insan kalabalığı nasıl da sessiz. Islanacak kadar cesaretli birkaç kişi, söyleniyor kendi kendine; belki kendinden bile habersiz.
Biliyor musun, çocuklar hiç büyümeyecekmiş gibi bugün. Ben hiç yaşlanmayacağım sanki. Zaman geçmeyecek hiç. Böyle uzun uzun yağacak yağmur; kimseye, hiçbir şeye aldırmayacak. Bütün zararlar neresinden dönüleceğinin hesabını yapacak. Ve ben, aklımda yağmurlu bir şiirin birkaç satırı ile, öylece duracağım. Başka bir şiirin satırları beni alıp götürene kadar, yine yağmura sığınacağım.


...
Burada yağmur yağıyor ama sen
Şemsiyeni almadan gel yine de
Ahmet TELLİ

28 Ocak 2010 Perşembe

Dayan, rüsva etme beni...

Eski fotoğraflarda, dalgın, durgun, mutlu, üzgün, onlarca sen. Kimi artık neredeyse sana bile benzemeyen. "Bu fotoğrafı çektirdiğimiz gün..." diye başlayan anılar, saklandıkları yerden çıkıp bizi ziyarete gelen. Sanki yeni yaşamışız gibi heyecanlı gülüşmeler... İç çekmeler sonra. Ve iyi ki yaşanmış diye şükretmeler.
Bu kadar olamaz çünkü. Yani ayrılıklar, geç kalınmışıklar, yanlış anlaşılmalar ya da yanlışlıklar. Hayat sadece bu kadar olamaz. Vapurun ardı sıra uçuşan martılar, köpüren deniz; muzip bir gülümsemenin ışıldattığı gözler, yaşının kaç olduğunu bile farketmediğiniz. Bir güzel şarkı; şimdi gülümseyerek hatırladığınız, eski bir ağrı.
Belki çok sevdiğiniz bir koku, en olmadık zamanda çalınır burnunuza ya da kalabalıklar içinde biri, itişip kakışan insanların farkında bile değilmiş gibi, gülümseyerek yer verir. Nasıl olduğunuzu gerçekten merak eden biri, hatırınızı sorar ve siz, içinizden ne demek geliyorsa, onu söylersiniz. Kışın ayazında bahar havası estirirler üzerinizde. Tam da bahar özleminizin depreştiği yerde...



Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip...
Nerede olursan ol,
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni... /Ahmet ARİF

26 Ocak 2010 Salı

Geceler, yani Ahmet Haşim'in kafiyeleri...

Kimi zaman hiç uyunmamış geceler ertesinde, pazartesiler cuma oluyor, cumalar pazartesi. Aylar geçiyor, değişiyor mevsimler; hiç yaşanmamışlar gibi. Oysa ne çok sene birikti ardımda. Bilmiyorum ki, birikecek mi bir bu kadar daha?
Ardıma dönüp bakıyorum da, dallarımı kıran rüzgârları bile affetmişim ama, bir kendime uzanamamış elim. Yastıklarım kuş tüyüymüş de, ağır gelmiş düşüncelerim. Biriktirdiğim keşkeler, ardımdan bile söylenmeye yetermiş. Bütün heveslerim, genellemelerin içinde yitip gitmiş. Oysa ne çok cümlem vardı benim. Her şeye inat, yüreğimi ısıtan ne çok hayalim.
Biliyorum, bu kadar kırılgan olmayı kaldırmıyor hayat. Her tökezleyişte kendi içine saklanınca, sıvazlamıyor sırtını. Pencere önü çiçekleri değiliz ki, anlayışlı bir el alıversin bir çırpıda içeri. Hadi aldı diyelim, gün ışığı olmadan ne kadar yaşanır ki?

Çanak çömlek patladı

Tam ortasından koparılmış, kimi zaman çizgili, kimi zaman kareli defter yapraklarında; kurşun kalemler yumuşaklığında fallar bakardık. Hiçbir hesabımız yoktu henüz hayatla. Hesapların tutmadığı zamanların çok uzağındaydık.
Tenefüs zili vardı hep aklımızda. On dakikaya sığdırılmış çocuk heyecanlarımızı yaşardık, koşarak ulaştığımız bahçelerde. Farketmiyorduk soğuk muydu, sıcak mıydı hava.
Hayallerimiz değil, yakalanmayanlarımızdı yerden yüksek olan. Gözlerimiz bağlıyken, etrafta aradığımız arkadaşlarımızdı; istediklerimizle, mecbur bırakıldıklarımız arasındaki denge değil.
Bütün saklanılmış zamanların, en hilekâr sonu, çanak çömlek patlatmaktı. Sadece oyunlarda olur sanıyorduk, başka biri gibi davranmaya çalışmayı. Ama her adımda bir kez daha öğrendik, şu dünyada bunun nasıl da marifet sayıldığını.

25 Ocak 2010 Pazartesi

Uy adaletsiz dünya, gücün hep bize mi yeter?

Arabalar yol yol edip eritse de; kar, hâlâ inatla yağmaktaydı. Otobüsün camına başımı yaslamış, gökyüzünden süzülen kar tanelerinin, yolda eriyip gidişini izliyordum. Arada bir açılan kapıdan ulaşan soğuğu hissettikçe, nasıl ineceğimi düşünüyordum. Oysa sabah çıktığımda, bu kadar dayanılmaz görünmemişti gözüme, soğuk.
Bir şarkı takıldı dilime. Yarım yamalak söylemeye çalıştığım zamanları anımsayarak mırıldandım. İçimden tabii. Her adımı temkinli atarak yürüyen insanları izledim. Hayata başka bir yavaşlık katmıştı kar. Biraz mecburi. Ama bir o kadar huzur verici.
Birikmiş işleri, hep yarına ertelenmiş cümleleri unutmuş, hayatın hiçbir telaşına aldırış etmeyen biri olsaydım ben de, o huzurdan istifade. Olabildim mi? Hıh, olabilir miyim sence?

24 Ocak 2010 Pazar

Kayboluş

Ard arda iki kapıyı kapatarak ulaştım odama. İçimde ne zamandır, kapıları kapayarak bir odaya çekilmiştim acaba? Bir fincan kahvenin ardında kalan tortusunda, güzel şeyler aranıp dururken, "bir dağın tepesinde yalnızsın ya da kendini öyle hissediyorsun" diyen arkadaşımdan, yaşaran gözlerimi nasıl saklamaya çalıştığımı düşündüm sonra.
İki gündür dışarı adım atmamıştım. Yağan karın pencere önü gözlemcisiydim. Hatta yerler ilk tutmaya başladığında, okulun tatil olacağına sevinen çocuklar gibi, anneme müjde vermiştim. Büyüdükçe, bütün sevinçler nasıl da kayıp gidiyordu elimizden. Artık kar da yağsa, tatil bize uğramayacaktı. Hem uğrasa da, böyle uzun süre evde olmaktan canım sıkılacaktı.
Uzun süredir yarısı okunulmuş bir halde bekleyen kitabımı aldım elime. Bazı kelimeleri bilinçsizce değiştirerek okuyordum. Başa alıp, düzelttim yanlışlarımı; "bunu da nerden çıkardın?" diye söylenerek kendime. Cümleleri düzgün okuyup anlamına kavuşturmuştum. Ama her seferinde, o ilk andaki heyecanı kaybettiğimden, ben de kaybolmuştum.

23 Ocak 2010 Cumartesi

Beyaz

Ağır ağır havada uçuşup duran kar taneleri, annemin özenle pencere önüne dizdiği çiçeklerin yapraklarında birikti. Sardunyalar pembe, kırmızı; yaprakları yeşil, beyaz. Kendimi başka zamanlara ait hissettiğimden belki, şımarıkça konuşuyorum kendi kendime. Banane inatlaşılmış zamanlardan, banane kışın ayazı, karın beyazından. Ama özlüyorum biliyorsun, artık bir düğme çevirişiyle ısınıyor olsa da odalar, hava ne zaman soğuk olsa bu kadar, çıtır çıtır yanan sobanın sıcağını.
Sabahın erken saatlerinde, kalkar kalmaz, sırtımı peteğe dayayıp kitabımı aldığımda elime; uyandığımda burnumu bile yorganın dışına çıkarmak istemediğim zamanları düşünüyorum. Aynanın karşısına geçiyor, saçımın yeni rengine bakıyorum. Saçımın renginden çok, hayatımda değişip dönüşenlere bakıyorum aslında.
Pencereye yanaşıyorum. Beyaza boyanmış sokaklara baktıkça gözlerim acıyor. Beyaz, yani gerçek. Acıyor gözlerim, İstanbul'un kara boyanmış gerçeğini gördükçe.

22 Ocak 2010 Cuma

Güzel günler göreceğiz, güneşli günler...

Karakterlerinin mutluluktan ağladığı film karelerine; bir fincan sıcak kahveye, güneşe, onun ev sahibi gökyüzüne; ağlarken uzatılan mendile, iç çekmelere; hâlâ kendi gibi kokan çiçeklere, maviye, yeşile... ayrılıkların bitimindeki kucaklaşmalara, güç bela da olsa söylenebilmiş saklı duygulara, eşlik ettiğimiz şarkılara, bir kadeh kırmızı şaraba, yollara, dostlara, umuda...
Neye yetişemediysek dün, neyi unuttuysak yine bugün, hepsini yaşamak için gideceğiz işte yarına.

Koltuk





Başıboş bir sokağın, kimsesiz kaldırımına, üzerinden büyük bir yük kalkar gibi konulmuş bir koltuk... Hayat. Herkes kendine bir yer bulma çabasında. Kimse rahat değil yerinde ama... Yine de bir suskunluk, yüzlerde buruk bir gülümseme. Ağırlığın sadece bir tarafa yüklendiğinin, hiçkimse farkında değil.
Gülme! Biliyorum ben de. Aslında herkes, her şeyin farkında. Ama sen de biliyorsun...Bu hepsinden daha fena.

Fotoğraf: Deniz KOÇAK

21 Ocak 2010 Perşembe

Çiçekler ve böcekler

Çocukluğumun arka bahçesinin vazgeçilmezi, yanıp sönen ışıklarına deli gibi sevindiğim ateş böcekleri. Ne varlığından, ne yokluğundan tam olarak emin olamadığım, ama ardından seke seke koşturdukça, oyunumuza katıldığını sandığım, karanlığın sevgilileri.
Ve çok nadiren rastlaşsak da, her defasında yüzümü güldüren uğur böcekleri. Dileklerime sahip çıkacağına inandığım, hep aynı tekerlemeyle uçup gitsin diye çırpındığım.
Sadece çiçekler değil güzel olan. Mutlu zamanları anımsatan ve insanı umutlandıran her şey güzel. Hesapsız ve kuralsız yanaşıp gönlüme, her minik anı ekleyip yanına, içimden taşan her şey.

20 Ocak 2010 Çarşamba

Karlar düşer

O karlı Ocak akşamı, güç bela binilmiş otobüsün camına yansıyan suretlerde aradım, kaybolmuş gülücükleri. Yoktu ne yazıkki. Aklımda resmi geçit yaptı tüm güzel anılar. İçimden yüzüme dalga dalga yayılan gülümseyişimi zor zapt ettim.
O kalabalık otobüsün içinde sıkışıp kalmış onlarca insan, okuyabiliyor olsaydı birbirinin düşüncelerini. Durup dinleseydi herhangi biri, kızgınlıklarımı, iç hesaplaşmalarımı. Kendimle kavgalarıma şahit yazılsaydı. Gerektiğinde taraf olsaydı hatta. Gülüverseydi her şeyi bu kadar ince ince düşünmeme.
Bir sonraki otobüse kalmasaydı kimse. Umutları da. Bu rehavet, bu kaybolmuşluk duygusu yok oluverseydi bir anda.

19 Ocak 2010 Salı

Mucize gerek bize

Biliyor musun, hava bir başka soğuk bugün. Ve yağmur, aklımdaki her şeyi silmek için yağıyor. Tek derdim yürüdüğüm yol boyunca üşüyen ellerim olsun ve ben başka hiçbir şeyi dert etmeyeyim kendime diye, kurgulanmış sanki zaman. Olur mu deme.
Bir kelime söyle, içinde ilkbahar sevinçleri taşısın. O kelimenin son harfiyle başka bir kelime söyleyeyim sana, içimde çiçekler tomurcuklansın. Bulutlar çekilsin mesela gökyüzünden. Mucize, bütün güzel şeylerin hatırına, yeniden tanımlansın.

18 Ocak 2010 Pazartesi

Çamaşırlarımız aynı güneşte kuruyor

Geçtiğim yollara bıraktığım ekmek kırıntılarını aradım dün akşam. Kararlıydım, geri dönecektim geçtiğim bütün yollardan. Masal öyledir ya, kuşlar yemişti ardımda ne bırakmışsam. Sonra dedim ki kendime, geri dönmek de niye? İçinde bunca şey gezinirken, başlayabilecek misin sıfırdan bir hikâyeye? Hem sıfır kaldı mı ki, sevdiklerin yanındayken... Ve sevmenin değerini böyle bilirken sen...
Sonra ufkun kızıllığını, dalgalanan denizi, güneşli bir günü şenlendiren kuş seslerini düşündüm. Baharı, mehtabı, yıldızları... Bir kokuda, bir şarkıda bir şeyleri anımsamayı; tüm anımsadıklarımın bir yabancıya ait olduğunu düşündüren yanılsamaları.
Ve yürümeye başladım yol ayrımlarına. Yollarımız ayrılsa da, aynı kalacak şeylere selam vererek; gökyüzüne, toprağa...

17 Ocak 2010 Pazar

Her şey yapılabilir bir beyaz kağıtla

Dışarıdan bakıldığında her şey ne kadar kolaydı. Teoriler pratikte pek de geçerli olamasa da, her şeyin çözümü apaçık ve kolay uygulanabilir görünüyordu; bütün duygusal etkenleri çıkarınca.
Küçük bir boya öbeğinden, bir anda evler, yollar, ağaçlar ortaya çıkaran ressamları izlerken, nasıl "ben de yapabilirim" havasına bürünüyorsa insan; işte öyle bir duyguyla kasılıp duruyordu, hiçbir müsibetten ders almayan, içimdeki o ukala yan. Ve nedense, o beyaz kağıdın başına geçinceye dek, gerçeğin ayırdına varamıyordum çoğu zaman.

15 Ocak 2010 Cuma

Sınav

"Konuşmamız gerek biliyorsun değil mi?"
Evet biliyorum dostum. Sen bu cümleyi kurana kadar geçen her gün, her saat, belki de her dakika; dolanıp durdu bu konu kafamda. Senin hayatını değiştirecek bunca şey olurken, önemli kararlar alırken sen, uzağında olmak ne kadar zor. Ama kabullenmek de ondan aşağı kalmıyor. Kendimi bir türlü hazır hissedemiyorum, gidişinin detaylarını dinlemeye. Uzakta kalırsam sanki... sanki sona erecek her şey. Ama olmuyor...
İnsanların, sevmekten neden bu kadar korktuklarını anladım galiba. Çünkü ayrılmak zor, canımı yakıyor. Aslında gözyaşlarımın altında kalmış mantığımı bir bulup çıkarabilsem, diyeceğim ki; ölüm yok ya ucunda. Sadece başka bir ülkede yaşayacak, mutlu olacak. Ah bir bulabilsem mantığımı.
Ben böyle mutsuz ve uzak durdukça, senin mutluluğuna çelme takıyor gibi hissediyorum kendimi. Ama elimden başka türlüsü gelmiyor işte. Kendi üzüntümü bir yana bırakıp, senin mutluluğuna ortak olabilsem keşke...

14 Ocak 2010 Perşembe

Zamansız

Erken gidilmiş mekanların, o sıkıntılı havası... O kadar kalabalık olmasına rağmen, bir kütüphane sessizliğindeki cafenin kapısını açtığında, sana yönelen bakışlar... O anın anımsattığı, okula geç kalınmış zamanlar. "Öğretmenim... girebilir miyim?"
Hayaller, vazgeçişler, buruk tebessümler... Kırmızı ojeler, yapılması planlanan değişiklikler, yüzü buruşturan telveler... Alınmış ama bir türlü uygulanamamış kararlar... Suskunluklar, hep bir çıkış yolu aramalar... Günleri aylara katıştırıp, açık yaralara sarmalar...

13 Ocak 2010 Çarşamba

Git-me

Kitap aralarında unutulmuş, alelacele ve muhtemelen etrafta bulunan birileri okuyamasın diye, kargacık burgacık harflerle yazılmış, birkaç satır anı gibi, anlam veremediğim duygular. Hep yarım bırakılmış, ama her okunduğunda, yaşanan zamanı bütün detaylarıyla anımsatacak kadar tanımlayıcı. Ve tanıdık belki, eski acılardan. Sırtında kambur, bir önceki yarım kalmışlığın zamanla ağırlaşan mirası... Peşim sıra geliyor. Ve ne hikmetse, git demeye dilim varmıyor...

12 Ocak 2010 Salı

Küskün yollar

Sen yokken çok şey birikti sana anlatacak. El emeği göz nuru işlenip, sandığa kaldırılan çeyizler gibi, bir köşeye kaldırdım olan bitenin ve dahi olmayanın kalıntısı kelimeleri.
Yollar yürüdüm, şarkılar dinledim; okudum bol bol. Her zamanki gibi az konuştum. Heyecanıma yenik düşüp, erken verdiğim hediyeler gibi anlatıyorum bak sana şimdi. Uzadıkça uzayan bir yola mı çıktın sen, nerdesin? Ziyan etme özenle kurduğum cümleleri. Bahardan önce çiçekler açsın gönlümde, gel hadi...

11 Ocak 2010 Pazartesi

Kaç yenilgi var, ömürde allah aşkına?

Bilmem neresinden başlamalı, değiştirmeye bir şeyleri? Bir bardak suda koparken bütün fırtınalar, göle maya çalmak da neyin nesi?

8 Ocak 2010 Cuma

Sırtını duvara yaslar, sırtını ağaca yaslar, susarsın

Bazen, susmaktan başka çaren kalmaz. Çaresizliğin olur susuşlar, aldırmazsın. Çaresizliğine mi, suskunluğuna mı aldırmadığını düşünmeden hem de. Oysa hep dilinin ucundadır; aklından, kalbinden geçenler... Söylemez, söyleyemezsin. Yakar kavurur içini. Kendinle kavga eder, kendinle barışırsın, onun gıyabında.
Şimdi kalkıp desem ki; artık kiminle güleceğim ben, olur olmaz şeylere? Ne yapacağımı bilmediğimde, kime uzatacağım elimi, "yardım et" diye? Kiminle yürüyeceğim o uzun yolları? Kime soracağım içimde biriktirdiğim soruları?
Yok... Olmayacak. Şimdi sen gideceksin ya... Geride bıraktığın boşluk, hiç dolmayacak...

Alacaklı

Yılların verdiği alışkanlıkla, farkında olmadan içini dolduran nefesi, beyaz buharlarla iade ediyordu bilinmeze. Burnunun ucu kızarmış; saçları, rüzgârda savrulup durmaktan karışıp katılaşmıştı. Nemlenince değişmişti gözlerinin rengi. Öylesine uzak bakıyordu ki, yüzünün kıvrımlarındaki dudak bükmüş kız çocuğu kayboluyordu bakışlarında. Gittikçe artan uzaklıklarda yitirmişti zaten, tüm çocuk sevinçlerini. Eskide kalmış mutlu anların tadını, her şey aynı olsa da bulamayışı, bundandı.
Çocukların aynı kelimelerle defalarca dönerek, sıkılmadan oynadıkları oyuna hayranlığı; saatlerce lastik oynadığı zamanları anımsayışı ve o zamanlara dair özlemleri, yakıyordu canını. İçinde sıkışıp kalmış, hiçbir zaman pervasızca dışarı salamadığı duygu yansımaları vardı. Ne kadar istese de atamadığı kahkahalardan ve ne kadar canı yansa da haykıramadığı çığlıklardan alacaklıydı...

6 Ocak 2010 Çarşamba

Birkaç harf

Sürekli değişip dönüşen cümleler dolanıp duruyor etrafımda. Kimine gerçekten şaşırdığımdan; kimine, şaşırma yetimi kaybetmediğime kendimi inandırmak için, birkaç harf sarfediyorum güç bela; "aaa"
Sanki sadece başkalarının hayatları varmış, ya da bütün değişiklikler onların hayatlarında oluyormuş gibi sessiz sedasız, kıpırtısız duruyorum; dinlediklerimi bir akış sırasına oturtmaya çabalarken. Ellerim birbirine kenetlenmiş, içimde bir yerlerde hâlâ varolan yaşama gücünü kullanırken umursamazlıkla, düşünmüyorum ne bugünü, ne yarını, ne de dünden kalanları. Hiçbir şey yok sanki. Her şey sisli bir beyazlığın ardına gizlenmiş, ya da ben gizlemişim sislerin ardına kendimi.
"Eee?" Sen anlat demek bu, biliyorum. Ya gerçekten anlatacak bir şey bulamadığımdan, ya da nereden anlatmaya başlayacağımı kestiremediğimden, birkaç harf yetiyor derdimi anlatmaya; "aynı"
Şaşkınlığım, umursamazlığım, kestirip attıklarım; acaba hayatımı oluşturan harflerin kaçta kaçı?

Hükümsüzdür

Zamanın anlamsızlığından darlığına, koşarcasına ilerliyordum. Geç kalınmış zamanların, telaşlı yolcularındandım. Birkaç günden ibaret saatlere, birçok güzel şey sığdırmış olmama rağmen, neden böyle eksilmiş gibi hissediyordum dönerken? Yine sorulara takılmıştı ayaklarım işte, bütün soruları ardımda bırakıp, var gücümle kaçmak isterken ben.
Gökyüzünü, parçalanmış bulutlar; gölün üzerini, dans eden dalgalar kaplamıştı. Bindiğimiz arabada, hem hoşgeldin, hem hoşçakal diyen tanıdık şarkılar, ardı ardına çaldı. Kuş misali, göğün bilmem kaç metre yüksekliğinde, beyaz bulutlardan tanıdık resimler aranırken, neleri kaybettim kimbilir? Ve neleri kaybetmeye gönüllü olduğumu sanırken, yine bahanelere sarmalayıp kaldırdım bir köşeye; tüm özlemlerimi unuttururlar belki diye, gün gelir...

5 Ocak 2010 Salı

Hep küçük şeyler

Sinsi bir soğuk var dışarıda. Tek bir yaprak kıpırdamıyor. Ve dahası, neredeyse üzerindeki kazakla dışarıya çıkmana sebep olabilecek kadar düzenbaz güneş, eşlik ediyor bu havaya. Akşam karanlığı çökerken göl kenarına, eldivensiz ellerime kar yağıyor sanki. Parmaklarım öyle uyuşmuş ki, hareket ettiremiyorum. Yürümeye başladığımız yol gözümde büyüyor. O an, en sevdiğim ses oluyor, odanın içine yayılan, tutuşmaya başlayan sobanın çıtırtıları. Ellerim soba borusuna mesafeli bir sarılışla yaklaşıyor. Odanın sıcaklığı gibi artıyor, içimdeki özlemler.
Çaydanlığın dışına yansıyan çirkin suretime bakıyorum. "O kadar kendini beğenmişsin ki, kendini bile beğenmiyorsun" diyen bir tanıdığın sesi yankılanıyor içimde. Cümledeki anlam karmaşasına, tezatlığına gülüyorum. Güldükçe daha çirkin oluyor o suret. Ama ellerim diye düşünüyorum, artık üşümüyor. Ve yüzümdeki gülümsemenin, belki en önemli sebebi bu oluyor.

4 Ocak 2010 Pazartesi

Sen hiç mi bahar görmedin?

Kışın ortasında, yaz sıcağında incecik giysilerle çektirdiği fotoğraflara bakarken, nasıl çıplak hissederse insan kendini; öyle hissediyorum ben de, düşününce kabullenmem gerekenleri. Bir otobüs sırasında, yanımda duran adamın elindeki gazeteye göz ucuyla baktığım gibi bakıyorum, hayatımda değişip duran her şeye. Gizli gizli, önemsemezmiş gibi. Ve bilmiyorum, detaylar benim için neden bu kadar önemli?

Uzaktan

Kilometrelerle ifade etmenin bile anlamsız kalacağı bir uzaklıkta, çamurlu yollarda yürürken, kendimi zamanın dışına itilmiş gibi hissediyordum. Geri dönmek, kaldığım yerden devam etmek istemiyordum.
Bir tenefüs vakti, cıvıldaşan ilkokul öğrencilerinin oyunlarını hayranlıkla izlerken, "çocuklar gibi şen" deyiminin ne kadar da gerçek olduğunu farkediyordum. İki dakika önce gülerken, bulduğu ilk boş anında derin düşüncelere dalan içimdeki çocuğa, komşu çocuklarını örnek gösteren anneler gibi, serzenişte bulunuyordum. Oysa bir yolu yoktu, birbirine dolanmış onca düşünceyi yok saymanın, biliyordum.