1 Şubat 2009 Pazar

Davos'ta bir kadın

Davos’ta ağlayan Emine Erdoğan’ı gördüğünüzde neler düşündünüz? Benim o görüntü hakkındaki düşüncelerim, çıkışta kendisine uzatılan mikrofona söyledikleri ve haberin yorumları arasına karışıp kaybolmuştu. Ta ki cumartesi günü, Şükran Soner’in Cumhuriyet gazetesindeki yazısını okuyana kadar.
Yanında durduğu insanı seven ve onu çok iyi tanıyan birinin hissedebileceği bir duyguyla ağlıyor diye düşünmüştüm Emine Erdoğan için. Korku. Kim bilir kaçıncı kez tanık olduğu sinirli halinin, bu sefer daha kritik bir dönemeçte ortaya çıkmış olmasından ve bundan sonra olacaklardan duyduğu korkuydu sanki onu ağlatan. Sonra muhtemelen yanında bulunanlar yorumlarını söylemişlerdi ona. Başbakan şöyle haklıydı, böyle haklıydı vs. Onun da içi biraz olsun rahatlamıştı muhtemelen, taraftar bulması sebebiyle. Ve kendisine uzatılan mikrofonlara o duygularla söylemişti, “bu bir skandal” diye.
Fikrindekiler başka olmasına rağmen, son zamanlarda dillerine doladıkları Nazım Usta’nın şiirlerini okurken ağlayan Emine Hanım değildi oradaki. Durum farklıydı bence.

Şubat/2009

Yabancı

Dalgın dalgın yürüyordum durağa doğru. Bir otobüs geldi, durağa yanaştı. Bir ses duydum o sıra. Biri cama vuruyordu. Öyle dalgın ve yorgundum ki, bunun hayalini kurmuş olmaktan endişeliydim açıkçası.
Kafamı kaldırıp baktım. Önce çok yabancı gelen ama baktıkça tanıdıklaşan o yüz, kocaman gülümsemiş, küçük çocuklar gibi sevinçle el sallıyordu bana. Kaç yıl olmuştu onu görmeyeli? Dokuz? On? Neler yaşamıştı, yaşadıkları ne kadar törpülemişti o umursamazlığını? Onca yıl sonra bir otobüsün camından el sallıyordu arkadaşına. Başka bir ülkede, tanıdığı birine rastlamış gibi bir heyecan içinde. Aslında artık hepimiz birer yabancıydık zaten. Yaşadıklarımıza, duyduklarımıza, gördüklerimize... Ve ne çok ihtiyacımız vardı, tanıdık birilerini görmeye…

Şubat/2009

Kırmızı ojeli eller

Beyaz bir mendilin üzerinde, kırmızı ojeli, neredeyse mendil kadar beyaz eller. Buruşturup duruyor mendili. Az önce kapadığı telefon belli ki mutsuz etti onu. Ama başka bir şeyler daha var. Acaba kızgın mı, yoksa korkuyor mu? Yüzünde kendini ağlamaktan alıkoymaya çalışan bir ifade var.
Derin bir iç çekişle kaldırıyor bir müddet sonra başını. Dışarıdaki karanlığın ve içeride yanan ışıkların cama yansıttığı insan yüzlerini aşıp, Boğaz’ı görmeye çalışıyor. Dışarısı buz gibi soğuk, iliklerine işlemiş vapura binenlerin de.
Telefonu çıkarıp ekranına bakıyor. Bir eliyle sıkıca kavradığı telefona diğer elini de siper edip, kucağına bırakıyor kollarını. Bir damla yaş süzülüyor yanağına, çarçabuk siliveriyor hemen. Neler geçiriyor acaba içinden? Kocaman bir çantanın içine bir kuyuya atar gibi atıyor sonra telefonu.
İskeleye yanaşıyor vapur. Bütün yolcular bir yarış içindeler sanki. Kimisi vapur yanaşmadan atlıyor iskeleye. Oysa o ellerini iki yana koymuş yerinden kalkmaya dermanı yokmuş gibi oturuyor orada. Çantasını alıyor, ağır hareketlerle kalkıyor yerinden. Saçlarını düzeltiyor. Her ihtimale karşı gözlerinin altını siliyor parmaklarıyla. Sıkıca sarınıp kahverengi paltosuna, adım atıyor aynı şehrin diğer yakasına…

Şubat/2009

Sevgi güzellik ister, güzellik emek

“Sen beni sevmiyorsun!” dedi kız, şımarıkça. Çocuk, bakışlarını başka yöne çevirdi, yüzündeki bıkkınlıkla. Aralarındaki sessizliği böldü durağa yanaşan otobüs. İki yabancı gibi bindiler otobüse. Kapanan kapıların camına, denizin hafif dalgalı sureti yansıdı. Cam kenarına oturan kızın yüz ifadesindeki küskünlüğü, sadece ben mi görebiliyordum acaba?
Sevgi zorla alınabilen bir şey olmadı ki hiç. Hep kendiliğinden gelişti. Bazen bir gülüşle, bir bakışla pekişip; dallanıp budaklandı, içimize sığmaz oldu. Yeniledi, değiştirdi. Hep güzel şeylerin habercisi oldu. Ve zorla güzellik olmazdı, öyle öğretildi bize yılar boyu. O yüzden hiç sevdirmeye çalışmadım kendimi. Ben sevdim, işin sadece bu kısmıyla ilgilendim. Sevilmek, denizi izlerken görülmesi ne kadar muhtemel bilinmeyen yunuslar gibiydi. O yunusları görünce çocuklar gibi mutlu olurduk. Ellerini sevinçle çırpan küçük çocuklar olurduk sevip,sevilince.
Ortaokulda isimlerden fal bakardık. Nasıl bakılıyordu hatırlamıyorum şimdi ama. Üzerinden yıllar geçti, âşık oldum bir gün; canım yandı. Küsmüştüm kendime, sonra barışıverdim. Zaman geçti, yeniden sevdim. Dikensiz gül bahçesi değildi o yol, öyle de hayal etmemiştim zaten. Üzüntüsünü de sevincini de içime sindirdim. Ufacık bir kalp çarpıntısının ardından bakakaldığım da oldu, sevginin kıymetini bilmeyen insanlar arasında bulunduğum da. Her seferinde karşımdakini kendim gibi sanmamayı öğrenip, her yeni başlangıçta da unuttum. Belki de en iyisi buydu. Başka türlüsü sevgi olmaktan çıkaracaktı içimdeki duyguyu.
Sevgililer günü kutlanıyor ya hani. Bence sevgi ile ilgili kutlanabilecek en güzel gün, hâlâ sevmeyi başarabilenlerin günü olmalı. Çıkarsız sevmeyi becerebilenlerin günü. Sevgiliyi, aileyi, eşi, dostu, kuşu, balığı, gökyüzünü, yağmuru… Güzel olan ne varsa hâlâ sevmeyi başarabildiğimiz, varlıkları ve bizimde inatla sahip çıktığımız sevgileri için bir kutlama değerli olurdu.

Şubat/2009

Ruh halim

İçim daralıyor bugünlerde. Sanki biri gırtlağıma basıyor ve nefessiz kalıyorum. İçimde nedenini bilmediğim bir kızgınlık var. Bunu tetikleyen şeyler de var tabii. Ama kendime hatırlatmak istemiyorum onları. ”Hatırlatmak istemiyormuş kendine, laf” diye söyleniyor içimdeki ben. O da en az benim kadar biliyor, unutmak diye bir şeye inanmadığımı. İnsan sadece yaşanabilir hale getiriyor tüm kötü olayları.
Yağmur yağıyor…
Kaçmaya çalıştığım her şeye çaresizce yakalanışım gibi, yakalanıyorum yağmura da. Islanıyorum…
Sonbaharın kışa dönüşümünde, ağaçlara zor bela tutunan yaprakları sırtından vuruyor yağmur. Onları da yere döküveriyor benim gibi. Peki ya gönül dalımızın yaprakları? Onlar ne kadar dayanıyor fırtınalara? Kimbilir içimizde ne yapraklar dökülüyor, çıkan fırtınaların ardından.
İçim acıyor…
Ben kışları hiç sevmiyorum. Bu kasvet, bu karanlık, beni daha da çekilmez kılıyor. Oysa ben güneş açmak istiyorum, dağ başlarında doğan güne ortak olmak. Gökyüzü olmak istiyorum, o koskoca mavilikte kaybolmak. Deniz olmak istiyorum, kimi dalgalı, kimi durgun yol almak. Yeşil olmak istiyorum, toprak kokmak, çimen kokmak. Ben olmak istiyorum sadece, bir de kendim gibi kalmak. Rahat bırak beni dünya!

Şubat/2009

Yağmur, çamur...

Gökyüzünde parça parça bulutlar var. Tam da hava durumunda söylendiği gibi. Böyle zamanlarda bir camın ardında kalmak zor. Çünkü gökyüzünün küçücük bir pencere kadar olduğunu sanıyor insan. Oysa bir deniz kenarında, kuş cıvıltıları eşliğinde, kocaman bir gökyüzü olmalıydı üzerimde. Ki her kapadığımda, tüm o güzel anları bulabilmeliydim, benden bile habersiz, gözkapaklarımın içinde devinen gözlerimde. Fısıltı gibi bir çay kokusu dolmalıydı sonra içime.
Oradaymış gibi biliyordum. Az ileride bir adam oltasını atıyordu denize. Olmuyordu bir daha, bir daha… Yanında küçük bir çocuk vardı, sorular soruyordu ona. “Deniz nasıl olmuş baba?” diye soruyordu mesela. Adam şaşkın, kekeliyordu biraz. Kocaman kocaman adamları idare ederken, küçücük bir çocuğun sorusuyla şaşkına dönmenin garipliğine gülüveriyordu bir anda. Bir başka köşede, tekerlekli sandalyede bir kadın, uzaktan gelecek bir haberi bekler gibi bakıyordu denize. Öyle dalgın, öyle yorgundu ki bakışları.
Hayat yoruyordu hepimizi. Gözümüzün içine baka baka yalan söylüyordu birileri. Başka birileri de, kara kara ne yapacağını düşünüyordu, söylenen onca umutsuz cümlenin ardından. Üzerimden bulutlar geçiyordu. Yol artık öyle çamura bulanmıştı ki, temizliğin nasıl bir şey olduğunu unutuvermişti insanoğlu. Kirli ayaklarıyla, bir zamanlar en kutsal saydıkları yerlerde bile, hiçbir şeye aldırmadan geziniyorlardı. Bulutlar yağmur taşıyordu uzak diyârlardan. Ve ben, ömrümüze bulaşan şu çamuru yıkayıp geçecek kadar, kuvvetli bir yağmur istiyordum şimdi onlardan.

Şubat/2009

Sigaranın dumanına sarsam

Uzun uzun bakmak isterdim sana. Elinde sigara, öylece duruşuna. Sigaranın dumanıyla perdelediğin hüzünlerine, aynı dumanla şekil verdiğin hayallerine ve o hayallerin dumanla birlikte savrulup yok oluşlarına. Belki senin bile farkında olmadığın, gözünde parıldayan o bir damla yaşa.
Böyle ulu orta ilk defa mı akıyordu acaba gözyaşların? Seni de "erkekler ağlamaz" diyerek mi yetiştirmişlerdi yoksa? Ne anlatmaya çalışıyordu, kenarından süzülen bir damla yaşla dalıp gitmiş gözlerin? Kafenin kalabalığına şaşkınca bakınırken, öylece kalakalmıştım o bir damla yaşta. “Ne güzel bir tablo olur bu görüntüden” diye düşünmüştüm. Hem ilk defa birinin parmakları arasında böyle güzel görünüyordu sigara. Ben kendi tarihimde dolanıp dururmaya başlamışken, can verdiğin o fotoğrafa bakarak; birden çevirmiştin başını. Savunmasız yakalanmış, kaçıramamıştım bakışlarımı. Gözünde parıldayan damlayı, o an silmiştin utanarak. Daha çok özür diler gibi, belli belirsiz bir baş hareketiyle "merhaba" demiştim ben. Taklit eder gibi karşılık vermişti, o canlanmış fotoğraf.
Sonra bir defterin sayfalarını çevirdi parmakların. Bir nefes daha aldığın sigaranı bırakıp, bir şeyler yazmaya başladın. Sonra bir nefes daha... Her çektiğin nefeste hayatını buluyordun sanki. İçine çekip, anılarını alıkoyuyordun; kalanını salıveriyordun bir odanın içine. Anıların kötü bir güce sahipti belli ki. Ama o güç bile yetmezdi bir ömrü bu kadar harap etmeye. Nasılsa külünü savurur, yeniden yanardı ateş, bir sigara gibi, incecik bir duman eşliğinde.

Şubat/2009

Pandora'nın kutusu

Beynimizin çekmecelerine özenle saklanmış düşünceler, hiç beklenmedik bir anda ortaya dökülebilir bir gün. Sınırları belirleyen çizgileri bir fırtına yerle bir edebilir. Sona saklanmış cümleler söylenmeye başladığı an, başlangıcı mıdır fırtınanın, yoksa bitişi mi? Söylenenlerle başlayan tartışma mıdır, yoksa o ana kadar içimize hapsolmuş, sessiz sessiz binlerce kez tekrar edilse de, açıkça dile getirilemeyen o cümlelerin yaşattığı mıdır fırtınadan kasıt?
Bir araba, üç kardeş, üç farklı yaşam. Her biri, hayatın başka bir ucunda. Ortak doğruları yok. Ben yaptım sonuca ulaştım, sen de aynı yoldan yürü demek de zaten çoğu zaman boşuna. Her birimizi kendi doğrusunu bulana kadar zorluyor sanki hayat. Yardım mı ediyor bize, yoksa oyun mu oynuyor bizimle, çözemiyorum ben.
Kendi doğrularımla izledim ben her karakteri. Kendimi onların yerine koyduğumda oldu, gördüklerimin bana başka şeyler anımsattığı da. Hayatın bir yerinde, belki biz de bulunduk o dağın yamacında. Ya da varmadık henüz, kimbilir?

Şubat/2009