1 Şubat 2009 Pazar

Yağmur, çamur...

Gökyüzünde parça parça bulutlar var. Tam da hava durumunda söylendiği gibi. Böyle zamanlarda bir camın ardında kalmak zor. Çünkü gökyüzünün küçücük bir pencere kadar olduğunu sanıyor insan. Oysa bir deniz kenarında, kuş cıvıltıları eşliğinde, kocaman bir gökyüzü olmalıydı üzerimde. Ki her kapadığımda, tüm o güzel anları bulabilmeliydim, benden bile habersiz, gözkapaklarımın içinde devinen gözlerimde. Fısıltı gibi bir çay kokusu dolmalıydı sonra içime.
Oradaymış gibi biliyordum. Az ileride bir adam oltasını atıyordu denize. Olmuyordu bir daha, bir daha… Yanında küçük bir çocuk vardı, sorular soruyordu ona. “Deniz nasıl olmuş baba?” diye soruyordu mesela. Adam şaşkın, kekeliyordu biraz. Kocaman kocaman adamları idare ederken, küçücük bir çocuğun sorusuyla şaşkına dönmenin garipliğine gülüveriyordu bir anda. Bir başka köşede, tekerlekli sandalyede bir kadın, uzaktan gelecek bir haberi bekler gibi bakıyordu denize. Öyle dalgın, öyle yorgundu ki bakışları.
Hayat yoruyordu hepimizi. Gözümüzün içine baka baka yalan söylüyordu birileri. Başka birileri de, kara kara ne yapacağını düşünüyordu, söylenen onca umutsuz cümlenin ardından. Üzerimden bulutlar geçiyordu. Yol artık öyle çamura bulanmıştı ki, temizliğin nasıl bir şey olduğunu unutuvermişti insanoğlu. Kirli ayaklarıyla, bir zamanlar en kutsal saydıkları yerlerde bile, hiçbir şeye aldırmadan geziniyorlardı. Bulutlar yağmur taşıyordu uzak diyârlardan. Ve ben, ömrümüze bulaşan şu çamuru yıkayıp geçecek kadar, kuvvetli bir yağmur istiyordum şimdi onlardan.

Şubat/2009

0 yorum: