6 Mart 2009 Cuma

Doğum günün kutlu olsun dostum

Hoşgeldin dostum. Gel otur, dinlen biraz. Koca bir yıl geçti, yorgunsundur. Dur lütfen, hemen kalkma! Bilirsin sen de, bu kadar aceleye gelmez hayat. Ama akıl almaz bir hızla da geçip gider, kimseye aldırmadan. Bizeyse ardından koşturmak kalır. Ama şimdi değil, otur lütfen.
Bak yağmur yağıyor. Sen seversin yağmuru.
Yağmurun çamurlaştırdığı alanlarda çok vakit kaybetmişliğimiz olsa da, yeni yağmurlarla temizlenilir bilirsin. Baharda çiçek kokuları ve kuş cıvıltılarıyla yeniden bağlanılır hayata. Rüzgârda saçlarımız savrulur, güneşin parlaklığında gözlerimiz kısılır.
Kumdan kalelerimizi yıkıp geçse de dalgalar, ya da dalgalar kadar insaflı olmayan insanlar; vazgeçmeyiz…
Ellerimiz, ayaklarımız kum içinde, boş sahilde uğuldayan dalga seslerini dinleriz. Ve bir çocuğun neşe içindeki sesini.
“Hayat güzel” demek için bahaneler bulur, sebepler ararız.
Kenar süsleri kondururuz hayat defterinin köşelerine, boydan boya. Ve bir dostun ismi yeter bir sayfayı umutla doldurmaya.
Varlığından duyduğum mutluluğu anlatmaya yeter mi kelimelerim, bilmiyorum. İyi varsın dostum, iyi ki doğdun.

Mart/2009

3 Mart 2009 Salı

Kendinden kaçabileceğini sanmak

Anlatacak çok şey vardı. Ama öylesine yorgunum ki, vazgeçtim. Kendimi son günlerde ne kadar sık yorgun hissettiğimi farkettim. Aklıma gelen cümleleri aynı anda silmeye çalıştığımı; kendimi tekrar ettiğimi düşündüğümü ve bundan rahatsız olduğumu; sürekli planlar yaptığımı ve rüyalarım da dahil olmak üzere o planlara yetişmeye çabalayıp durduğumu; uzaklaşmak isterken kendimi hep kalabalıkların ortasında bulduğumu; okuduğum haberlere, gördüğüm görüntülere, duyduğum cümlelere, kalbimin de, aklımın da artık dayanmadığını farkettim.
Kafamın içi o kadar uğultulu ki. Kocaman harflerle bağır çağır konuşup duruyor birileri. İçim birkaç parçaya bölünmüş sanki. Hepsi bir tarafa çekmeye çalışıyor beni. Oysa ben bilinmeyen bir yerde, kollarımı kavuşturup gökyüzünü izlemek istiyorum. Kavgadan, gürültüden, yarıştan uzak olup, iç sesimden ziyade doğanın sesiyle meşgul olmak istiyorum.

Mart/2009

1 Mart 2009 Pazar

Pencere önü çiçeği

Sen gitmeden baharlar vardı, erik ağaçlarını bembeyaz elbiselere büründüren. Esen rüzgârda kimi zaman ürpermek pahasına, ince paltolarla açık alanlarda oturmak vardı. Henüz koyulaşmamış maviliklerin üzerine bulutlar çizilmiş, fakat sonra silinmeye çalışılmış gibi hafif beyazlıklar olurdu gökyüzünde. Etraf yeşillenir, çiçekler açar, kuşlar cıvıldaşırdı. Eskiden baharlar vardı.
Yolun başındaki fırından yayılan taze ekmek kokusunun doldurduğu sokakta adım adım uzaklaşmıştın benden. Bir bahar günüydü ve sen, saçlarının salınışıyla kıskandırıyordun çiçekleri. Sol yanımdaki yokuştan aşağı, koşarak inen bir çocuğun arkasından bağırıyordu annesi.
Hayaller kuruyordum ben. Evlenecektik, bir bebeğimiz olacaktı. Erkek olursa Oğul, kız olursa Duru olacaktı adı. Kızımız sana benzeyecekti, oğlumuz bana. Sen içimdeki tüm güzellikleri alıp gitmeden evveldi tüm o hayaller. Baharlar vardı o zamanlar, içim yemyeşildi. Su vermeyi unuttuğun pencere önü çiçekleri gibi soldu içimdeki sevinçler. Ne baharlar kaldı şimdi, ne de sevinçle kurduğum hayaller…

Mart/2009

Kaç yanlış bir doğru ediyor?

Şimdi hangi haykırış bir işe yarar ki? Kurulan onca cümlenin bir önemi kaldı mı artık? Beden dilinin, yüz ifadesinin, gülümsemelerin, kahkahaların ya da hıçkırıkların var mı bir anlamı? Nereye kaldırdık, büyürken bize öğretilen onca doğruyu? Neden yanlışların peşinde koşuyoruz, dur durak bilmeden?
Hep “ben” demenin yanlış olduğunu öğrenmiştik ilk. Çocuktuk daha… Mahallenin ortasındaki o tek salıncakta sallanırken, sırada bekleyenleri yok sayıp, istediğimiz kadar sallanamayacağımızı söylemişlerdi.
Hiç yoktan yere kavga etmemek gerektiğini öğrendik sonra. Ahmet, Mehmet’e tekme atmışken, Mehmet’in de Ahmet’e yumruk atmış olmasına, “kavga etmeden, güzel güzel oynayın” öğütleri yetişirdi büyüklerden.
Çocuğu ilkokula başladığında, başkasına ait bir şeyi almamayı öğütlerdi anneler. Ve kendine ait olanlara sahip çıkmayı. Defter bir yerde, kalem başka bir yerdeyken ders yapılamayacağını anlatırlardı.
Yalancının mumunun yatsıya kadar yanacağını boşuna mı öğrenmiştik biz? Hani “ödevimi yaptım” diyerek, dışarıda kurulan oyuna katılmak için evden çıktığımız günün ertesiydi. Defterimize düşülen dip notla gerçeği anlamış ve gözlerimize bakıp, “ne olursa olsun gerçeği söylemelisin” demişlerdi. Bu cümle de, okulda öğrenilenler kadar teorik miydi yani?
Kimseden bir şey istenmeyeceği öylesine mi öğütlenmişti bize? Bayramlarda bile, en yakınlarımıza sadece harçlık için yaklaşılmayacağı da mı yanlışlıkla söylenmişti?
Girdiğimiz bütün sınavlarda ve ömrümüz boyunca, hep yanlışlar doğrularımızdan mahsup edildi. Şimdi ne değişti peki? Neden en çok yanlışa sahip olan en güçlü, en sevilen, en zengin, en, en, en bilmem ne olabiliyor? Neden artık yanlışlar bir araya toplanıp, bildiğimiz tüm doğrulara galip geliyor? Söyler misiniz şimdi, kaç yanlış bir doğru ediyor?

Mart/2009

Hiiç

Tertemiz çarşaflarla örtülü, mis kokulu yataklarda saklıyordu, hoyratça kullanılmaktan zarar görmüş ruhunu. Yanlış programda yıkanmış çamaşırlar gibi, kullanılmaz hale gelmişti insani duyguları. Kimse için üzülmüyordu artık. Sebep olduğu kötü şeyler için suçluluk da duymuyordu. Ağlamak bir yana, gözleri bile nemlenmemişti ne zamandır. Ve bunu öylesine büyük bir maharet sayıyordu ki, başardığı için gurur duyuyordu kendisiyle.
Sevmeyi unutmuştu. En son ne zaman içini herhangi bir sevginin doldurduğunu hatırlamıyordu bile. Tarih kadar eski bir zamandaydı sanki tüm sevgiler. Ya da hiç varolmamıştı sevgi diye öne sürülenler. Kışın kasvetinden, sonbaharın hüznünden, ilkbaharın heyecanı ya da yazın rehavetinden çok uzaklarda bir mevsimde yaşıyordu o. Sürüp giden tek bir şey vardı sanki. Ya hep günün aydınlık saatleriydi yaşadığı zaman, ya da hep gecenin laciverdi. Silmişti içinden, geceyle gündüzün insanı yönlendiren enerjisini.
Çiçekler renksiz, toprak kokusuz, kuşlar dilsizdi ne zamandır. Ama insanlar öylesine gevezeydi ki, onları da duymazdan gelerek alt etmişti. Var olanı el birliğiyle yok edip, sonra da yokluğun içinde dönenip duranları görmezden gelmeyi başardığı gün, o güne kadar elde ettiği tüm başarıları unutuvermişti bir anda. Dalında olgunlaşıp çürüyen, yerdeki kalabalığın arasına en son düşen meyva gibi hissediyordu kendini.
Ne zaman aynaya baksa, ilk defa karşılaştığı birine bakıyor gibi kuşkulu olurdu gözleri. Aynadaki yansımasını yadırgayacak kadar uzaklaşmıştı kendinden. Kuşkuyla bakan o gözlerin içinde alev görürdü bir an. Hiçliğe kapılmadan önceki zamanlarından bir bilmece getirirdi aklına o alaz. “Ocak başında kuyu, kuyunun içinde suyu, suyun içinde yılan, yılanın ağzında mercan” Bütün bilmeceleri unutup, usulca soru soran o küçük çocuk olurdu yeniden. “İstediğimiz sorudan başalayabilir miyiz?”

Mart/2009

Özlem

“Ellerimi tutup, bana Nazım’dan şiirler okurdu” demişti kadın. Hayal etmiştim öyle bir sahneyi. Gözümde öyle canlanmıştı ki, elimi uzatsam dokunacaktım sanki. Ama yine de hatırlayamamıştım, hangi kitabın satırlardan içime süzüldüğünü. Bu öyle çok oluyordu ki. Bir cümle ya da bir görüntü, arkamdan yanaşıp gözlerimi kapayan bir tanıdık gibi olurdu çoğu zaman. Sessiz, sedasız ardımda durup, onu tanımam için bekleyen biri olurdu. Düşünür düşünür bulamazdım kim olduğunu.
Yürüdüğüm yol boyunca düşünmüştüm. Rüzgâr esiyor, saçlarımı savuruyordu. Çıplak ağaçların dalları, direklere asılı reklam tabelaları, yeni ekildiği belli, cadde kenarlarındaki menekşelerin yaprakları, yanımdan geçen kadının boynundaki şalı, hepsi savrulup duruyordu. Bir tek düşündüklerime etkisi olmuyordu rüzgârın.
Özlemiştim… Ilık bir havada vapurda yolculuk yapmayı, yalınayak çimenlerde dolaşmayı, derin derin nefes almayı, aşık olmayı, papatyalardan fal bakmayı, çiçek kokularıyla mest olmayı… Ve hatırlamayı özlemiştim, nerede okuduğumu düşünüp durduğum cümleler gibi, içimi ısıtacak sevda sözlerini de…

Mart/2009