10 Aralık 2011 Cumartesi

+1

...
zamanı yıllarla tartanlar
yanılırlar
hiçbir şey tartılmaz başka bir şeyle
hatta çoğu zaman kendiyle bile
yaşanır, içini tohuma bırakır
geçer gider
geçmez sandıkların bile
...
Murathan Mungan

Bazen "bunca yılı yaşayan ben miyim?" diye şaşırıyorum. Ama öyle. Doğum günleri çok hüzünlüdür aslında. Fena hâlde hüzünlüdür hem de.

8 Aralık 2011 Perşembe

Bağlaç

Doğrusunun hangisi olduğuna bir türlü karar veremediğim için hep ayrı yazdığım "de" ve "da"lar gibiydim seninle, o uzun ve kalabalık sokakları adımlarken. İkimizin de elleri kendi ceplerinde yumulu, kolları dirseklerden kırık ve sanki birbirinden ayrılırsa hiç bahsedilmemesi gereken şeyler söyleyecekmiş gibi mühürlü dudaklarımızla karışırdık o insan kalabalığına. Öylesine sessizdik ki yürürken, cümleden çıkarılsak anlam değişmeyeceğinden, bağlaç olmalıydık kesinlikle. Oysa biz hiç bağlanamadık birbirimize.
Güneş miskin bir kedi gibi bulutların ardından başını kaldırırken, insanlar hırkalarının kollarını usulca yukarı çekerlerdi. Yüzümde duran o iç güveysinden hâllice ifade, ufak bir gülümseyişe dönüşürdu o sıra. İki çocuğun bir araba yüzünden kavga edişlerine tanık olurduk, bir apartmanın kapısında. Sevinirdim. Kavga ettikleri için değil elbet, hâlâ kapı önlerinde oynayan çocuklar görebildiğim için. Sana söyleyemezdim hiçbirini. Söyleyemediğim birçok şey gibi.
Hep akşamları dolaştığımız, bol ışıklı, bol kahkahalı ama bir o kadar hüzünlü kaldırımları olan sokaklardan geçerdik sonra. O sokaklara hiç güneş doğmaz sanırdım bu yüzden. Hep yanaşıp başımı omzuna yaslamak isterdim o kaldırımlarda. Ellerimi ceplerimden çıkaramazdım bir türlü. Oysa bütün sokakları tüketip eve döndüğümde, arayıp da bulamadığı bir şeye vaktinden sonra rastlayan insanlar gibi şaşkın olurdum, ellerim bir anahtarla birlikte kilide yöneldiğinde.

7 Aralık 2011 Çarşamba

Nasılsın?

"Nasılsın?" diye sormamıştım ona. Oysa cevabımı almıştım, gülümsemek bahanesiyle kıstığı gözlerini, kırık not almış orta halli bir öğrenci kadar başarıyla saklamış olsa da, saçlarının sarıp sarmaladığı, çocukça tekerlemeler kadar anlamsızlaşmış ama hâlâ güzel olan yüzünden. Çünkü ömründe bir kere bile gülermiş gibi saklayıvermişsen ağladığını, nerde görsen tanırsın artık aynı sancıyı. Tanımıştım.
Hiçbir zaman tam karşılığı olamayacak cümleler geçirirken aklımdan, uzanıp elini tutmuştum sonra. En mahrem sırlarının açığa çıktığını anlayan insanlar kadar mahçuptu yüzüme baktığında. Uzun uzun bakmıştım ben de ona. Böyle gözlerini ayırmadan bakar çünkü insan, benzerliğini anlatmaya çalıştığı yara, içinde olduğunda. Bu sefer saklanmak için değil de, orada olduğunu ispat etmek ister gibi gülümsemişti.
İşte o an, oturup her şeyi anlatmak istemiştim ona, ta en başından. Bütün yorgunluğumu, ağrılarımı, acılarımı. Dokuz yaşında düştüğüm duvarın, aslında o kadar da yüksek olmadığını. Pencere önlerini hep gülümsemeli anılarla hatırlasam da, camların buğusunda sakladığım isimlerin unutulmazlığını. Öğrendiğim kimi kelimelerin zamanla nasıl da yavanlaştığını sonra. Ve o yavan kelimelerle birine nasıl olduğunu sormanın ne kadar anlamsızlaştığını. Oysa o, gülümsedikten sonra sormuştu bana: "Nasılsın?"