27 Ağustos 2011 Cumartesi

Serin

Annesinin dışarı çıkmasına izin vermediği arkadaşı için, dil döken çocuklara benziyordu o akşam rüzgâr; ısrarcı, inatçı. Oysa ben, yanımdaki hırkayı, sadece yanımda olduğunu bilmek için taşımışım gibi, almıyordum üzerime. Çocuğunu parka getirmiş evhamlı bir anne edasıyla bakıyordum denize. Sanki bir an ayırırsam gözlerimi, bir şey olacakmış gibi, kesintisiz.
Tenefüs saatlerindeki bir okulun bahçesi kıvamında uğultulu bir kalabalıkla doluydu sokaklar. Sonsuz bir ümitle inilen merdivenlerden, hüsranla dönülen sınıflara benziyordu yollar. Ne kadar uzatmaya çalışsan da, hep aynı zamanda varılıp, hep isteksizce sıralarına oturulan. Küçük bir çocuk, kendi dilinde dondurma istiyordu babasından o sıra, o yolun kıyısında. Bir kahverengi, bir beyaz, bir pembe. Oysa konuştuğunda hep adı yazılıyordu yeşil tahtaların sağ alt kıyısına, bembeyaz tebeşirlerle, hiç de benzemeden vanilyalı dondurmalara. Sonra bir çarpı, bir çarpı daha.
Bize en çok susmayı öğrettiler okullarda. Silgilerimizin o kadar çabuk kayboluyor oluşunun, kendimizi ihbar etmek olduğunu anlamadılar. En çok varlık gösterdiğimiz şeyin hatalarımız olduğunu da. Kalemlerimizi, sırf kokularını duymak için ikide bir açıp bitirdiğimizi ya da. Ve kim bilir neleri, neleri daha...
Aklımda çırpınıp duran onlarca düşünceyi, türlü çeşitli yollardan gelip denize karışan dereler gibi, salıvermiştim bir kıyısından bu sulara, zamanında. Galiba şimdi de hatırlama vaktiydi. Zaten insanı üşüten de rüzgâr değil, içindeki fırtınaları sessiz sedasız kabullenen denizin, sana kendini hatırlatan sesiydi.

25 Ağustos 2011 Perşembe

Gamze

Geç kalan insanlar gibi telâşla esen rüzgâr, annesinden ayrılamayan çocuklara benzetiyordu kadının saçlarını. Belki de bu sebeple, bırakıp gidebilirmiş gibi sanki, her seferinde daha çok sarılıyorlardı yüzüne. Ve sonra, en sevdiği şeyle kandırılmaya çalışılan çocuklar misali, kulağının arkasına alıyordu kadın, usulca onları. Biliyordu, bir sırrı saklar gibi kulağının arkasına aldığı saçları, her daim güzel gösterebilecek tek şeydi bir kadını.
Hep bir umutla süslenip bekleseler de, kocaları tarafından görmezden gelinen kadınlar gibi boyunlarını büken akşam sefaları, yerinden kalkıp gitmek istercesine yola taşıyorlardı; o öyle kulağında çocuk cıvıltılarını andıran saçlarıyla sokağa girdiğinde. Kimbilir, ardı sıra yürüyüp gitmek istiyorlardı belki, özenerek pembelerinin çingeneliğine. Ama hep sessizdi sokak. Evlerinin hangisi olduğunu hatırlayamıyorlarmış gibi ağır adımlarla yürüyen insanlar vardı dört bir yanda. Kuş cıvıltıları da olmasa, nefes alış-verişlerine bile tanık olacaktık sanki, bir doktor edasıyla.
İşte o sessizliğin içinde, gözleri yakamoz gibi sokağı boylu boyunca dolanıp duran bir adam, yabancılığına aldırmadan yürümeye başladı sokağın dar kaldırımlarında. Tam yanından geçerken, o cıvıltıları duyuyormuşçasına dönüp baktığında kadına, yanağında açılan çukura ekilebilecek bir çiçekmiş gibi gülümsediğini gördü. İnsan bir çiçeğe benzeyebiliyorsa gülümserken, bu güzel kokular boşuna değildir diye düşündü. Kadın, utangaç-mahçup-telâşlı, attı yine saçlarını kulağının arkasına. Ve kimbilir bu sefer, ne kadar güzel göründü.

19 Ağustos 2011 Cuma

Duman

Hevesle beklediği biri varmış da gözünü yoldan alamıyormuş gibi ardına kadar açık pencerelerimden, ne rüzgâr giriyor içeri bugün, ne de kıyısına kadar gelip başını içeri uzatan serçeler. Bir tek, nereden geldiği belli olmayan, ama düşlediğim her şeyin olabileceğine inandıran, bardakta dolanan çay kaşığının o melodili sesi.
İnsan gökyüzüne dönüp bakmak istiyor böyle zamanlarda. Sanki bir rüyaya benziyormuş da her şey, gökyüzünü görmezsen inanamayacakmışsın gibi. Bir bulut, bir kuş, bir parçacık güneş bulup, bir şarkı söyleyemeye başlamazsan eğer, şu günün içinde kaybolmaktan başka şansın kalmayacakmış gibi.
Hep kuşlara özenmiş olsam da, durup durup gökyüzüne bakmak isteyişlerim sadece bu sebeple değil yani. Gereksiz bir kalabalığın ortasında, nefessiz kalacakmış gibi hissediyorum bazen kendimi. Kimi zaman hızla, kimi zaman aheste revan gidişlerinin zamanın akışıyla bir ilgisi olup olmadığını bir türlü bilemediğim bulutlara çeviriyorum işte o zaman gözlerimi. "Bir insanın gözleri bulutlara benzer mi?" diye soruyorum kendime sessizce. Bilirsin, insan hep en zor soruları sorar kendine. Cevabı oradaymış gibi sanki, dönüp bakıyorum bulutlara. Bunca ışıltıyı içinde gezdirirken, hiç olmadık bir anda, yaprağın üzerinden kayıp giden bir çiğ tanesi gibi süzülüyorsa yaşlar yanaklarına, insan buluttan başka neyi yakıştırabilir bilmiyorum, hep bir bahaneyle ıslanıveren bakışlarına.

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Jebel / Ayşem

İnsanın böyle arkadaşlarının olması güzel şey. Hele Ayşem'i böylesine güzel söylemeleri... Ellerine, kollarına, ağızlarına sağlık. Seviyorum sizi.



12 Ağustos 2011 Cuma

Ay

Bir tarafı kırık bir sokak lambası gibi duruyordu ay; el ayak çekilince, kokularını tatlı bir esintiyle açık pencerelerden içeri salan çiçeklerin bezediği sokağın baş köşesinde. Rüzgâr, dışarda kimsenin kalıp kalmadığını kontrol eder gibi esip geçiyordu o sıra, ıssız sokaklardan kalabalık ana caddelere. Evsiz yurtsuz çocuklarla karşılaştığında belki, ne yapacağını bilemediğinden, bir fırtınaya dönüşüyordu birdenbire.
Elimde değil, ne zaman rüzgârın öyle deli gibi estiğini görsem ben, aklıma çaresizlik geliyor her seferinde. Açık bıraktığım pencerelerden utanıyorum. O pencerelerin hiç susuz kalmamış renk renk sardunyalarla bezeli mermerlerinden. Hep bir yanı eksik cümlelerimden utanıyorum sonra. Ve ay, annesinden gizli sevdiğiyle konuşan genç kızlar gibi, rüzgârla titreşen sardunyaları aydınlatıyorken, ben yine konuşup duruyorum kendi kendime.
Çocukluğumu hep bir şeyleri kırmama telâşıyla geçirdiğimden belki, ayın kırık yanına bakıyorum durmadan. Kimbilir diyorum, bu akşam bütün çocuklar, kendilerinin yaptığı anlaşılmasın diye daha erken çekilmişlerdir yataklarına. Uyumamış olsalar bile uyumuş numarası yapmışlardır hatta. Belki de bu yüzden bir suçlu gibi uzanmıştır o çocuklar da, kir pas içindeki yüzleriyle, kaldırım taşlarına.

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Mendil

Mevsim yazdı. Gülümseyerek vedalaşan insanlar gibi, usulcacık ayrılmıştı göz hizamızdan güneş. Masamızın hemen kıyısında duran denizse, çok sevdiği birinin gidişini unutturmaya çalıştığı çocuklarmışız gibi, daha bir hevesle çırpınıp duruyordu; karşı tepenin ardına saklanan güneş, sadece kızıllığını bırakırken ardında. Ve biz, uzun zamandır görüşülmemiş bir dostmuş da, gözümüzü alamıyormuşuz gibi, nereden esiyorsa rüzgâr, o tarafa çeviriyorduk yüzümüzü.
Birdenbire çalmaya başlayan sevdiğimiz bir şarkıya eşlik eder gibi de, iki çay söylüyorduk kollarımızı kavuşturduktan sonra. Hiç konuşmuyorduk. Giderek bir uğultu hâline bürünen insanların konuşmalarını dinlemeye gelmiş gibiydik daha çok. Çünkü bilirsin, insan çoğu zaman kendi kelimeleriyle anlamlandıramaz hayatı. Yüzünü kavradığı sevgilinin yanaklarına dokunur gibi açtığı kitaplarda arar bilmediklerini. Ve güzel bir şeyler söylemesini ister gibi, denize bakar sürekli.
İşte o an, gözleri sonbahar yeşili bir çocuk, bir denizkızı gibi beliriverir; adını hiç duymadığın ıslak mendil paketini uzatarak. Gözleri, denizden yeni çıktığının kanıtıymış gibi ıslak. Çünkü insanın en çok gözleri ıslanır denizde. Ve bir deniz kızının gözleri hiç kurumaz, yaşlarını elindeki mendillere silmiş olsa bile.

5 Ağustos 2011 Cuma

Yol

İnsan kaçıyorsa eğer, arkasına bakma ihtiyacı hisseder mutlaka. Aklı, fikri ve dahi gözü arkadayken, kendine çarpar hep. Unutur bunu bazen.
Uzun ve elbisesinin eteği rüzgarda salınan bir kadın gibi, laciverdini koyulta koyulta gelen geceyi karşılarken penceremde; bir çocuğun bir oyun gibi tutturduğu kaçışıyla hatırlayıp dolanıyordum, asla o kadar hızlı koşamayacağımı bilsem de, anlaşılmaz bir hızla uzaklaştığım kelimelerin açtığı dehlizlerde. Çünkü bilirsin, duvara çarpar gibi karşılaşılır bazı kelimelerle. Ya da dipsiz bir kuyu misali, sonuna varamadan sadece düşersin içlerine. Hiçbir şey bir daha eskisi gibi olmaz o andan sonra. Sanki kurduğun her cümlenin içinde o kelime varmışçasına ürkek ve fısıltı gibi konuşmaya başlarsın farketmeden. Sonra bir gün, sesini bile unutursun söyleyemediğin o kelimelerde.
Otobanların upuzun beyaz çizgilerinin, geri dönüşün olmadığını anlattığını düşünerek; çünkü bir yolculuğun, mutlaka içinde bir şeylerin yerini değiştireceğini bilerek çıkmışsan yollara; bildiğin bir yeri arıyormuşçasına hep tetikte olur gözlerin, başını cama yaslamadığın zamanlarda. Ve bazen, nasıl olduğunu bir türlü anlayamasan da, sırf sevdiğin insanları barındırıyor diye gözlerini bırakıp dönüverirsin, şehirlerin sana yabancı sokaklarında. Diyorum ya, gittiği gibi dönemez insan hiçbir yerden. Ama uzadıkça uzayan suskunluklarını ve yoksunluğundan utandığın bir şey gibi gözlerini yerden ayırmayışlarını nasıl açıklayabilirsin bilmiyorum, onca insan hiç böyle kendinden vazgeçmemişken.

4 Ağustos 2011 Perşembe

Hüzün

Henüz kendini toparlayamamış bir sabahtı. Kalemle bir nehire benzetmeye çalıştığım gözlerim, kaybettiğim bir şeyi arıyormuş da, en olmadık yerlere bile bakmazsa bulamayacakmış gibi, bir dere olup çağlıyordu; sokağın, caddenin dört bir yanında. İşte böyle, göğü masmavi boyamış bir ağustos gününün başında, telâşlı insanların arasından usulca akıp geçerken, özlemlerimi düşünüyordum bir yandan. Ve ardı ardına sevdiğim insanların adlarını geçirmeye başlıyordum aklımdan. Hani hıçkırık tutar da, birinin seni konuştuğunu düşünerek, (belki de bunu deli gibi isteyerek) aklından geçirirsin ya sevdiklerinin adlarını; öyle işte. Belki de bu yüzden, otobüse bindiğimde, bir mektup gibi katlayıp kendimi, bırakmıştım cam kenarında bir koltuğa. Kısacık bir an da olsa, içinde denizi dalgalandıran cama yaslamıştım başımı. İşte o an farketmiştim, zarfsız bir mektuba bakar gibi üzerimde dolanan yumuşacık, masmavi bakışlarını. Merakla sarmalanmış bir çift göz, kimsenin görmeyeceği zamanlarda dolaşıyordu satırlarımda. Bilmediği kelimelerin altını çizerek okuyan bir havası vardı bakışlarının. Ve özenli, incitmekten ürker gibi bir uzanışı.
Bir mektup, okunmadığını hissedebilir mi diye düşündüm, bana öyle bakarken. İçlenir miydi kelimeler, ne söylediğine dikkat edilmeden okunup unutulmuşsa bir köşede? İnsan bu yüzden mi saklayıp hüzünlenirdi, en güzel kelimelerini, bir mektup gibi içinde?

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Siyah

Defalarca yıkanmış siyah bir kıyafetin solmuş rengine benziyordu gözleri. Sadece rengi de değil; duruşu, biçimi. Konuşmaya nasıl başlayacağını bilemiyormuş da, etrafından yardım dileniyormuş gibi, hep köşelere çektiği gözleri; korkak, ürkek, çekingen dolanıyordu kirpiklerinin arasında.
Uzun bir cümlenin noktalı virgülüne denk düşecek kısacık anlarda baktığında yüzüme, unuttuğu bir şeyi hatırlamış gibi çeviriyordu bakışlarını; şehrin ışığa kesmiş kalabalık caddelerine. İşte o an, bu gürültüden ölesiye mutlu olduğunu düşünüyordum nedense. Sanki birileri sürekli böyle konuşursa, sıra ona bir türlü gelmeyecekti. Oysa o hep geniş zamanlar düşleyecekti, şairin dediği gibi, düşünüp de söylemeye cesaret edemediklerine. Ve akşamları yatağına uzandığında, bu durumu kendine haklı gösterecek bir bahane bulacaktı hep, açık penceresinden içeri dolan sessizliğin içinde.
Karanlığın içine yayılan ışıl ışıl hayallerini, yüzüne yerleşen gülücükle tamamladıktan sonra da, bir kez daha yıkayıp, biraz daha solduracaktı gözlerinin rengini, şampanya rengi duvarlarında. Ve akşam sefalarının kenar süsleri gibi iki yanına dağıldığı sokağa, her sabah, eskiyip sökülse de giymekten vazgeçemediği bir kıyafet gibi, aynı gözlerle çıkacaktı hep. Ta ki bir gün biri, içindeki kuytulukları açıp, yenisini hediye eder gibi rengine kavuşturana kadar gözlerini.

2 Ağustos 2011 Salı

Bulut

Babası geldiğinde eve çağırılan çocuklar gibi göğün yüzünden çekilmişti güneş. Dilime dolanan şarkı kadar ferahlatıcı olmasa da, hafif bir rüzgârın peşi sıra geliyordu ardımızdan; gidilecek yer artık her neresiyse, oyalanmadan gidip gelebilmek için, evde oturmaya iknâ edilmeye çalışılan inatçı bir çocuğa benzeyen martılar. Denizse, şahit gösterilecek güler yüzlü bir komşu teyze oluyordu o sıralar. "Bak" diyordu usulcacık çırpınışlarıyla, üzerinde gezinen kuşları göstererek; "gelmiyor benim çocuklarım da".
Yüzüme sıçrayan bir kaç damlayla gülümsüyordum iskeleden ayrılırken. Kıyıdan uzaklaştığımız her kulaç boyunda ardımızda kalan köpükler, mis kokulu bir silgi gibi siliyordu unutulmak istenen her şeyi. Ama şansına güvenen insanlara özendiğimizden midir bilmem, o beyaz köpüklerin altına bakıyorduk biz sürekli. Kaybediyorduk. Bazen yılları, çoğu zaman kendimizi.
Demirlere tutunup göğe kaldırıyordum başımı sonra. Ansızın bir yağmur başlıyordu incecik, gözlerim bulutlara dokunduğunda. Zaten biliyordum, bütün yağmurlar böyle başlıyordu işte; bulutlar böyle göz göze gelerek çarpıştığında.

Sakıncasız / Metin Eloğlu

Bir kuş tüyüne değip de
berelenmeden
Bir güz yelinde örselenmeden hiç
Çayırın acı yeşillerine uğramaksızın
Hırpalanmadan günışığında
Papatya kokularıyla ırgalanmadan
Sen yine orda mısın demeden
Sen hâlâ
Sen hâlâ gel demeden
Geliyorum ben sana

Metin Eloğlu