Şarkısını binlerce kişiyle birlikte söyleyen bir şarkıcı gibiydim o akşam. Ne şaşkın gülümsemelerim, ne de dolan gözlerim hiç kimseye garip gelmemişti bu yüzden. Oysa daha önce hiç, binlerce kişiyle birlikte şarkı söylememiştim ben. Aslında o akşama kadar, kimseye şarkı söylediğimi bile hissettirmemiştim. Benim kelimelerim hep müziksizdi sanki, dudaklarımdan dökülürken. Hep yalnız ve kederli. Benden çok onlar yani. Ama işte o akşam, onlar birer birer uçuşup dururken bakakaldım arkalarından, arkadaşlarının ısrarlarına dayanamayıp, çocuğunun sokağa çıkmasına nihayet izin vermiş bir anne gibi temkinli. Ama sen, yine de kimseye anlatma şarkı söylediğimi. Her şarkıya saklanmış başka bir anıyı hatırladığımda hüzünlendiğimi de. O şarkılarla yeniden yaşadığım acı-tatlı günleri ve belki de bu yüzden, bittiğinde kendimi o kadar yorgun hissetimi de. Ben sana söyledim ama, sen kimseye söyleme. Çünkü ömründe bir kere bile şarkı söylemişsen eğer, kendine rağmen, suskun kalamazsın bir daha öyle. Yarım bıraktığın cümleleri gökyüzüyle tamamlayamazsın. Mutluluğunu anlatamazsın mesela, dönüp yüzünü denize. Olsa olsa, üç noktaların avcunun içinde, gözlerin de o üç noktadan hâllice, bir yerinden söylemeye başlarsın o şarkıyı. Ve bilirsin, hiç söylenmeyecek cümleleri bile en olağan biçimde söyleyeceğini, o şarkıların içinde.
Bir şarkı olamayacak kadar güzel bir bahar akşamıydı ve ben, o gün mevsimin ilk dondurmasını yemiş çocuklar kadar mutluydum. Elimden gelse belki bunu da anlatırdım sana o an, üç noktalı cümleler, "belki"ler ve hiç de gereği yokken birdendire bağlaç olan "de"lerin arasında. Ama yapamadım, biliyorsun. Ben ancak eski bir şarkı gibi işte, olur da bir gün hatırlayıp mırıldanırsın adımı diye, duruyordum sessizce yanında. Üstelik, tadına doyamamasına rağmen, hemen bitmesin diye azar azar yediği dondurmaları hatırlayan bir çocuk olduğumdan mı nedir, gözlerimi kaldırıp da doya doya bakamıyordum da sana. Sadece gamzesiz bir gülümseme kadar kısa birkaç bakışla uzanabiliyordum gözlerine. Sonra yine düşüyordu gözlerim ellerime. Hatırlıyorum da, ilkokulda yaptığımız o fasulye deneyinde bu kadar uzun bakmıştım en son, gözlerimi ayırmadan bir şeye. Baktıkça daha garip gelmiş, garip geldikçe daha çok bakmıştım. Şimdi yıllar sonra yine aynı bakışla bakıyordum sanki ellerime. Ellerim boy verip uzanıyordu sonra, çay bardağının ince beline. Seviniyordum. Ve seviyordum dahası. Kelimeler o gün baharı hissetmiş olsalar da, yazın rahatlığına henüz kavuşamadıkları için belki, bundan bahsedememiştim sana. O ilk dondurmadan sonra "boğazım şişecek mi?" diye beklemek gibiydi bu biraz. Oysa unutmuştum, bir çocuk asla "boğazım şişer mi?" diye düşünmezdi. O yüzden şimdi bütün dondurmalar, sıcak havalardan çok, söylenmemiş sözcükleri hatırlatıyor bana.
Yeni kardeşi olmuş çocukların küskünlüğüyle, kenara köşeye saklanmış bir günün akşamıydı. Belki yağmur da bu yüzden yağıyordu, öylesine sakin ve sessizce. Farketmezsek, az sonra daha bir hınçlanacağının haberi vardı sanki o hâlinde. Ve ben, belki de bu yüzden gözlerimi alamıyordum gökyüzünden, o böyle dur durak bilmeden savrulup dururken caddelere. Daha poşetimi masaya bırakırken yaklaşan garsonun, "çay mı?" diye sorduğunu anlatmak geçiyordu aklımdan, gökyüzüne. Benimse sadece gülümsediğimi ve o adamı, bunu bir cevap olarak anlamayı başaran sayılı insanlardan biri ilan ettiğimi. Biliyordum, herkesin umrunda olmuyordu böyle şeyler. O yüzden çoğu zaman anlatmaya bile imtina ederdim ben, hâlâ masallara inandığını sansınlar diye, etrafına sessizce gülümseyen çocuklardan hâllice bir kederle. Ben tam keder demişken içimden, yan masada oturan amca eğilip günü soruyordu bana, etraftan duyulmayacak kadar kısık bir sesle. Benim "cuma" cevabım, onun "hay Allah"ına karışıyordu. Elimden gelse cumartesi yapardım günü, o an. Ya da günleri karıştırmasının kederini geçirebilecek herhangi bir şey. Oysa birkaç yavan kelime söylemekten ötesi gelmedi elimden. O kelimelerin sonunda ise, nokta niyetine, ellerimi masaya bıraktım; sanki söyleyecek başka bir şeyim olmadığını kanıtlamak istercesine. Ve ne demek istediğimi anlamasını umarak gülümsedim ardından, çay bardağına uzanırken, yine o titreyen elleriyle.
Bazen soluklanmaya, bazen de biriktirdiklerimi anlatmak için soluk soluğa geliyorum bu sayfaya. Yazarken barışıyorum kendimle. Ve gerektiğinde, ardımda kalanlara yabancılaşıyorum. Birilerinin okuduğunu bilmek, kimi zaman utandırıyor beni. Kimi zaman da söylediklerimi cümle âlem duysun istiyorum, bir tellâl gibi. Harflerim ekranda anlamlı-anlamsız izler bırakıyor... Ve ben, tüm bu izleri seviyorum...
Tülay Şahin
Bu aralar okuyorum.
Öyle Miymiş? / Şule Gürbüz
Bu aralar izledim./Bale
La Corsaıre
Bu aralar izledim./Tiyatro
Tesir / SBR Tiyatro
Bu aralar izledim./Tiyatro
Grönholm Metodu / Ankara DT
Bu aralar izledim./Tiyatro
İkinci Bölüm / DT
Bu aralar izledim./Tiyatro
Cyrano / Şehir Tiyatroları
Koyverdun gittun bizi...
Elbette mümkün değil ama, her şey gönlünüzce olsun. Neden olmasın? Kazım KOYUNCU
İyi dilekler
Yüzüne bakıldığında neden hapşıramaz insanlar, bilmiyorum. Ama hapşırdığımda, "iyi yaşa" demeden çevremdekiler, bir alacağı tahsil eder gibi, gayet ciddi bir ifadeyle, "sen de gör" demekten mutlu oluyorum. Ve aynı anda yüzlerine yayılan, bazen mahcubiyetle karışık, bazen hınzır bir çocuğu andıran o gülücüğü görüp, onlara eşlik etmekten. Şu hayata inat, seviyorum iyi dilekleri ben.
O yüzden diyorum ki sana, güzel olsun her şey... hatta çok güzel olsun. Ama kötü de olsa yaşananlar, bıkma yine de anlatmaktan. Sen anlat ve her şey buhar olup uçsun.
Maviyi, yeşili, yaz akşam üzerlerini... İstanbul'u, Giresun'u ve deniz kenarlarını... dilediğimde yalnız kalabilecek kadar uzak, gerektiğinde, elimi uzatıp, kalabalığa karışacak kadar yakın; her ayrılıkta hüzünlenip, dönüşünde çocuklar gibi mutlu olduğum bu şehirde yaşamayı... kitapları, dostları, içten gülümseyen insanları... müzik dinlemeyi, umut etmeyi, insanları sevindirmeyi... hayâl kurmayı, mektupları, yolculukları... hatta, hatta yalnızlığımı...