31 Aralık 2010 Cuma

Yeni yıl

- Aaa şuradaki kuşa baksana!
- Hani? Nerde?
Bir saattir versin diye dil döktükleri o defteri sakladılar, küçük kız kafasını kuşa bakmak için yana çevirdiğinde.
-Nerde anne, nerdeee?
Umudunu kesip de bakışlarını masaya yönelttiğinde, önce defterin olması gerektiği yere, ardından annesinin yüzüne baktı. Ve sonra, hem gelişigüzel bir şeyler söyler gibi, hem de sır açıklayan insanlara mahsus bir bilgiçlikle dedi ki; "Sürekli birilerini kandırırsan, yalancı olursun akıllım"

O küçük kızı dinle olur mu yeni yıl. Kimseyi kandırıp elindekileri alma. Hiçkimsenin yeniye olan inancını soldurma. Arkadaşlarınla kavga etme, güzel güzel oyna...

29 Aralık 2010 Çarşamba

Zararsız

Kaynarken mutfak camını buharla donatan, üstü altına kıyışık bırakılmış bir demlik gibi içim. O buhara sevdiği adları yazabilir bir çırpıda. Ama bir kapanırsa birbirine... Çok fazla misafir için demlenilmiş o çayın, neredeyse ağzına kadar dolu alt kısmı taşacak, içinde ne varsa saçılacak ortalığa. Çaydanlık bile, o kadar zararsız bir şey değil aslında.

Erken Kaybedenler




Annem söylemişti; babaannesi, onlar örgü örerken dermiş ki, "yavaş örün kızım. Biterse de sökün, yeniden örün. İp yok."




Güzel şeyler pek fazla yok ya şimdi. Belki de bu yüzden bu kitap bitsin istemiyorum. Emrah Serbes... günümün güzel başlamasının sebebi sensin.




28 Aralık 2010 Salı

Acele

Hayat, bir sahlep içimi kadar. Kimin nasıl içmek istediğine bağlı olarak değişen zamanlamalarda. Bana sorarsan, sıcak içmeyi severim ben. Ağzım dilim yana yana hani. Soğudukça tadını kaybedeceğinden korktuğumdan belki.
Evet, aceleci bir ruhum var benim. Sen bana sahlep desen mesela, tutar kolundan çekiştiririm, çocuklar gibi. Hemen gidelim isterim. Zamanında çok saydım bu yüzden, "yatcaz kalkcaz" hesabıyla, geçmeyen günleri.

27 Aralık 2010 Pazartesi

Şarkılar güzelse hâlâ

Senin de başında dönüp duran şarkılar var mı merak ediyorum. Hiç de sana uymazken sözleri, müziğiyle tanımadığın diyarlarda dolanıp durduğun melodiler hani. Yatak üzerinde annelerinden gizli hoplayıp duran çocuklar gibi, her dinlediğinde sevinçlerini daha yükseğe çıkartan. Daha ilk dinlediğinde sevdiğin, dans etmeyi bile düşlediğin şarkılar. Çok güzel bir rüyadan uyandığında nasıl gözlerini kapatıp, o rüyanın devam etmesini isterse insan; içinde uyanan hislerin işte öyle devam etmesini istemek. Başaramayacak olsan da istemek. O şarkılar kadar güzel işte...

25 Aralık 2010 Cumartesi

Zaman

Bazen bunaltıcı bir yavaşlıkla geçer günler. Beklediğin bir şey varmış da, bir türlü tüketemiyormuşsun gibi zamanı. Hep aynı yerde durduğunu sandığın akreple yelkovan. Yapılması gereken bir iş için inatlaşan kardeşler onlar. "O yapsın!" "Hayır o yapsın!"
Anne kızgınlıkla yerinden kalktığında duyulan pişmanlıklar. "Bırakın ben yaparım!" İşte o an, bir bakıyorsun ki, geç olmuş. Uzun uzun vakitleri, inatlaşarak elimizden almış zaman...

Garip

Neden böyle şeyler düşünüyorum bilmiyorum. Garip bir şey çünkü bu. Mesela dün akşam, o salonda bir kez daha farkettim ki, ben bir oyun provası izlemek istiyorum. İnsan oyun provasını neden izlemek ister ki? Bir de şey var. İzlediğim filmlerin sonunun, aslında devam eden hayatın ortalarında bir yer olduğunu düşünüp, eksik kalmışçasına onu devam ettirmek.

24 Aralık 2010 Cuma

Yara

Elele tutuşuyorlardı. Birbirlerinin ne söylediklerini çok da önemsemeyen, ama elele tutuştuklarını görseler, bütün dikkatlerini onlara yönelteceklerinden şüphe duymadıkları insanlar arasında, gizli saklı tutunuyorlardı birbirlerine; elleriyle. Konuşmalar aşka değince, kopya çekmekte başarısız öğrenciler gibi, zaptetmeye çalışırken içinden taşan gülümseyişi; adamın eline biraz daha sıkıca tutunuyordu kadın. Dili inkâr ederken, eli, adamın elinden çok, aşka tutunuyordu sanki. Bir fırsatını kollayıp yüzünü döndüğünde, adamın dudağının kenarındaki o gülücüğü görmek ve durup dururken neden gülümsediğini kimseye anlatamamanın sevinçli sessizliğine bürünmek, başka biri yapıyordu kadını.
O akşamdan birkaç akşam sonra, adamın elindeki yarayı farkettiğinde kadın, ne olduğunu sordu merakla. Ama nasıl olduğundan çok, elini sıkıca tuttuğu akşam da, yaranın elinde olduğunu öğrendiğinde üzüldü. Çünkü adam, o akşam, elini her tutuşunda canı yanmış olsa da, yüzünde bir gülümsemeyle bakmıştı kadına. İçinde acı, mutluluk, hüzün, umursamazlık olan bir gülümsemeyle. Şimdi kadın, kimin eline uzansa, o akşamı hatırlıyor nedense. Yine bir yaraya değeceğinden korkarak belki de, eli hep yarı yoldan dönüp, yine tutunuyor kendi eline...

23 Aralık 2010 Perşembe

Misafirlik

Demini iyice almış, ince belli bardaklarla sarmalanmış çaylar yudumlanırdı; köyün suskunluğuna yayılan kuş-böcek sesleri, yarı beline kadar açık ahşap pencerelerden içeri dolarken. Çocuklar, o kalabalığın içinde, kabul görmenin tanığı sayarlardı, büyükleriyle bir örnek bardaklardan çay içebilmeyi. Öyle ki, karşı köyün, gecenin karanlığında zor bela seçilebilen tepelerine tırmanırken, ateş böceği misali farlarını takip ettikleri arabalar bile, önemini yitirirdi o an.
Gün içinde onlardan saklanmış ne var ise, onu yakalayabilmek için, kendi sabırlarını test edercesine, büyüklerin yanlarında oturmakta direnirlerdi. Sonra bir an, hiç gocunmadan pes ederlerdi. Kendi dünyalarına döner, başka bir odada, kendi kurdukları başka bir oyun içinde koşturup dururlardı. Ta ki çay kaşıkları, ince belli bardakların üzerine, yüzükoyun kapanıncaya kadar. "Ziyade olsun"
Yıllar sonra o çocuklar, kurdukları hayat oyununun yenilgilerine de aynı sabırla yaklaşan insanlar olduklarında, kapatacaklar çay kaşıklarını, çocukken hep özendikleri gibi, ince belli bardaklara. Ve misafirliğin gereklerini bilen bütün insanlar gibi, davranışlarının ne anlama geldiğini çözmüş bir tavırla bakacaklar hep hayata.

22 Aralık 2010 Çarşamba

Dem

Güneş vuruyor karşı binanın pencerelerine. Güneş, kışın sokağa çıkmak için annelerine dil döken çocukların, atkının bağlanmasına bile sabredemediği zamanlarda olduğu gibi, aceleci. "Tamam anne" diyor bulutlara, "bırak da gideyim arkadaşlarımın yanına." Anne her zamanki gibi temkinli, iyice sarıp sarmalamadan yollamayacak onu. Çünkü çocuk olmayalı, neden bu kadar aceleci olduklarını hatırlayamayacağı kadar, uzun zaman oldu...

20 Aralık 2010 Pazartesi

Teşekkür

Aslında söyleyecek çok sözüm yok benim. Bazen öyle olduğunu sanıyorum ama, yok aslında...

melaıqe; paketin elime ulaştı. Kendisi, çantası, paketi ne kadar da şık. Uzun uzun yolları aşıp da geldi hem.
ve ahbap; hediye kitapken, üstelik de benim için seçilmişken, değerini anlatabilir miyim bilmiyorum.
Teşekkür ediyorum sadece.

16 Aralık 2010 Perşembe

Koku

Vakit gece yarısına yaklaşırken çıktık oyundan. Herkes evine gitmek için farklı yerlere dağıldı. Yine yalnızdım. Durağa doğru yürürken, aslında havanın o kadar da soğuk olmadığına inandırmaya çalışıyordum kendimi. İşte o an duydum o kokuyu. Yıllar öncesinin, gizli saklı buluşulan kış akşamlarını hatırladım birden. Yağmurun da eklenmesiyle sıkışan trafikte, erken inen akşamların, pek de keyifle tüketilen saatlerini. Bu şehrin trafiğini bile sevdiren o akşamlar mıydı diye düşündüm sonra. Belki de öyleydi.
Adını bile bilmediğim o parfümün kokusunu içime çeke çeke, başım onun omzunda yaptığım minübüs yolculuklarında, trafik kilitlenip kalmışken; dünyanın dönmediğini, zamanın bir süreliğine de olsa durduğunu sanırdım. Ne güzeldi... Yıllardır o kokuya hiç rastlamamışken, böyle bir gece yarısı burnuma çalınınca, dönüp bakmak istedim; "acaba o mu" diye. Değildi. Şimdi nerdeydi kimbilir, nasıldı? Hem bir koku, nasıl olur da bu kadar canlı tutardı, onca anıyı?

14 Aralık 2010 Salı

Sen

Kendime hediye ettiğim şeylerde gizlisin sen. Mutlulukla sayfalarını açtığım bir kitapta, son anda karar verip, bir başıma yollarına düştüğüm tiyatro oyunlarında, radyodan istek istemiş gibi sabırla bekleyerek, arşivimden arayıp bulduğum, keyifle dinlediğim şarkılarda... O kitaptaki bir cümlesin, altını özenle çizdiğim. O oyunun en can alıcı repliğisin, aklımın bir köşesine not ettiğim. O şarkının en anlamlı sözüsün, hep bağır çağır söylemek istediğim. İçinde kendimi bulmayı umduğum şeylerdesin sen. O umudu seviyorum ben.

13 Aralık 2010 Pazartesi

Ters Köşe

İki arkadaşımla buluşmuş, dolaşıyoruz Beyoğlu sokaklarında. "Şuraya oturalım" diyorlar, "tamam" diyorum, "şuraya bakalım" diyorlar, "tamam" diyorum. Zira son zamanlarda çok çektiler benden. Keyifsiz keyifsiz konuşmalarımdan bıkmış olmalılar. Hiç itiraz etmiyorum o yüzden.
Son uğradığımız mekânda, daha kapıdan yeni girmişken, içeride oturan iki arkadaşımı daha görüyorum. "Tesadüfe bak" diyerek de dillendiriyorum şaşkınlığımı. Yan yana oturmuşlar, karşı koltukları da boş. "Birini bekliyordunuz da biz mi geldik" diye takılıyorum hatta. Bazen çok saf olabiliyorum, evet. Bunu nasıl başarıyorum, inan ben de bilmiyorum. Yani arkadaşlarımın bu buluşmayı zaten plânladıklarını, üstelik bunu benim doğum günüm için yaptıklarını, ancak pastanın üzerinde parıldayan mumları gördüğümde anlıyorum.
Geçen yıl, kötü bir yıl oldu benim için. Zor bir yıl oldu. Ama her şeyi sindirdim içime. Barıştım, kabullendim. Dilerim çok güzel bir yıl olur bu sefer. Hepimiz için...

(Hayatımın bütün gülen yüzlerine, kendimi değerli hissetmemi sağladıkları için, teşekkürü bir borç bilirim.)

10 Aralık 2010 Cuma

Orko

Bugünün en güzel yanı, sokakta, annelerinin kucağında, He-man'in uçuşan karakteri Orko gibi dolaşan çocuklardır herhalde. Montlarının kapşonu kapalı, üzerine aynı renkte ponponlu atkılar takılmış bir hâlde.

9 Aralık 2010 Perşembe

Ders

"Geçerken uğradım" diyerek, omuzlarına atılmış hırkalarıyla, kapı ağzında muhabbete başlayan komşu teyzeler gibi, cama vurduğunda güneş; yerinizden kıpırdayamazsınız. İçeri gelmesi için yapılan ısrarları yanıtsız bırakırken, ellerini çaprazlayarak hırkalarına tutunan o komşu teyzeler gibi, az sonra gideceğini bilirsiniz çünkü. Oysa içeri girip, bir kahve içimlik bile olsa oturmasını ve bu fırsattan istifade, sokakta oynayan arkadaşlarınızın arasına karışmayı ne çok istersiniz. Güneş pencereden çekilirken, içinizdeki çocuk, tıpkı yıllar önce olduğu gibi, bütün oyun ümitlerini yitirir. Açık bırakılmış kitap ve defterlerin arasına dönerek, o sessiz ders çalışma saatlerini dolduran, kalemin kağıtta dolanırken çıkardığı sesin yerine koymaya çalışır, etrafında dolanan sesleri. Ve beklemeye başlar, bir sonraki sonbahar güneşini.

7 Aralık 2010 Salı

Yalan

Anla beni, kelimeleri anlamları dışında kullanmaya tahammülüm yok benim. Yalancı gülüşlere, öylesine söylenivermiş samimiyet ifadelerine, sevmediğim birini seviyormuşum gibi görünmeye tahammülüm yok. Kelimeler hayattan hakkını alsın isterim ben. Bari onlar alsın...
İşte bu yüzden, canım diyorsam canımdandır mutlaka yanında bulunduğum. Ne kadar çıkmazda da olsa hayatım, başımı yasladığım omuzda, bütün kötülükleri unuturum. O yüzden, tek ayağın havadayken sevdiğini söyleme bana. Ayakların yerden kesilmesinin karşılığı o değil, yanlış öğretmişler sana.

6 Aralık 2010 Pazartesi

Hayat bu ara...

Bir fincan sıcak su, çokça hüzün, her an burnumun dibinde bir ağlama hissi ve bu şarkıdan ibaret.
Sıla - Oluruna Bırak

4 Aralık 2010 Cumartesi

Eksik bir şey

"Ona bir oda ver baba; istediğinde çıkıp, geri dönebilsin" diyordu hani adam. Oğlu da onun gibi, o eksikle yaşamasın diye. Bir bağlantısı var mı bilmiyorum, o sahne geldi birden aklıma; kollarımı kavuşturmaya çabalarken bir yandan. Çünkü ben, biri bana güzel şeyler söylerken, elimi kolumu nereye koyacağımı bilemem. Yine öyle olmuştu. Ağladım... O sahneye değil ama. Ona daha önce ağlamıştım zaten. Ben o kurduğun cümle için ağladım. Kimse bana, "ne istiyorsun?" diye sormadı bugüne kadar. Daha da fenası, kimse, şu masallardaki periler gibi ortaya çıkıp, "benden bir şey iste" demedi; senin gibi.
Ben hep durumu görüp ona göre hareket eden biri oldum. Mecburiyetleri, bazen seçimimmiş gibi yaparak üstelik, daha mecbur kalmadan kabullendim. Kadercilik gibi değil... değil öyle. Çekip gidemedim hiç mesela, öyle bir lüksüm olmadı. Hayallerim oldu hep. Ne kadar çok hayalim olduğuna kimi zaman ben bile şaşırıyordum, biliyor musun? Ama sen öyle söyleyince, hiçbirini bulamadım yerinde. Öyle bir cümle duymaya alışkın olmadıkları için belki, kaçıştılar.
Oysa ne çok gitmek isterdim bir bilsen. Gidecek, yeni yerler görüp, yeni insanlar tanıyacaktım. İçip dağıtacak, önemli-önemsiz her şeye gülecek, "deli gibi mutlu" olacaktım. "Deli gibi mutlu" nasıl olunur bilmiyordum ama, öğrenirdim nasılsa.
Yalan değil, yalnızdım. Bir durum değildi ama bu, kendi gibi yalın, öyle bir hâl. Ve ikisi arasındaki fark derindi, içinde kaybolunacak kadar. Biliyorum, kimi sevsem geçmeyecek bir hâldi bu. Kim beni sevse bir türlü yerle bir olmayacaktı içimdeki duvar. Sen de biliyorsun, bir şey eksik işte... eksik bir şey var.

2 Aralık 2010 Perşembe

Sebep

Garip bir telâş var bugünlerde içimde. Neden bilmiyorum. Yazdığıma dönüp bakasım gelmiyor mesela. Yanlış mıdır, atlanmış bir şey var mıdır, nedir diye. Nereye geç kaldığımı, ne aklım ne de kalbim bilmezken, ayaklarım deli gibi bir koşturma içinde. Şimdi desem ki sana, "benimle gelir misin"; bu kadar belirsizken her şey hem de... Üstelik gidemeyeceğimi de bilirken hiçbir yere. Ama insan boş yere bu kadar acele etmez değil mi? Vardır mutlaka bir sebebi... Bana olduğunu söyle!

1 Aralık 2010 Çarşamba

Küpe

İncecik, nokta kadar zarif küpeleri vardı kadının; kısa saçlarını arkasına sakladığı küçük kulaklarında. Söyleyemediği cümlelerin sonuna hazırlanmış gibi, heyecanına yenik düşüp unutulmasın diye yanına almıştı sanki, nokta kadar kanaatkâr o küpeleri. Aynada baktı kendine, nereden tanıdığını bir türlü hatırlayamadığı o surete. "İşte bu sensin" diyecek hiçbir iz bulamadı yüzünde.
Gamzeleri olsun istemişti hep, küçük bir dere yatağı gibi, en ufacık gülümsemesinde beliriveren. Ve çağlayarak akan bir dereyi anımsatan kahkaha sesi. Oysa hiçbiri yoktu yüzünde. Bir gece yarısı sessiz sedasız terkedilmiş gibi hissetti kendini. Sessiz sedasız gitmişler ve hiç var olmamışçasına bütün izlerini silmişlerdi. Kadın, küpelerinden başka, ona ait hiçbir şey kalmadığını hissetti. Gözünde parıldayan birkaç damlayı saymazsa tabii...

30 Kasım 2010 Salı

Yara izi

Adamın yüzündeki morluklara baktı kadın. İçindeki acıyı, önemsemezlikle perdelediği gözlerine baktı. Neden olduğunu sormak, hatta dokunduğu anda bütün yaralarını iyileştirebileceğine inanmak istiyordu. Oysa hiçbir şey yokmuş gibi davranıyordu adam. Kavuşmayı bilmeyen aşıklar ya da hiç aşık olmamışlar gibi yan yana durdular.
Bazı kadınlar, önce yara izlerinden sevmeye başlarlardı, gözlerine değenleri. İnsan sevmeyi başarabiliyorsa bir yara izini, aynı özenle seviyordu işte, hiç elinin değmediği birini...

Tatlı dil

Hikâyelerden çok, anılarla büyüyen bir çocuktum ben. O anıları bir hikâye gibi dinledim hep. Başka bir diyârdan gelirmiş gibiydi kelimeleri. Minicik ellerini yağmura uzatan çocuklar gibi durur, heyecanla dinlerdim hepsini.
Annem anlatmıştı bir keresinde... Dedem, köy evlerinin pencere pervazında, çentik çentik bıçak izlerine rastlamış bir gün. Biliyor ki, sorsa, kimse söylemeyecek yaptığını. "Ne güzel olmuş burası, kim yaptı bunu?" diye, kendi kendine konuşur gibi sormuş sorusunu o yüzden. O ana kadar, bir köşeye sinmiş olan dayım, eserinin beğenilmesinden hoşnut, "ben yaptımmm" diyerek atılmış ortaya.
İnsan hangi yaşta olursa olsun, kanıyor iki tatlı kelâma. eĞER Doğru yaklaşmasını bilirseniz, değil sevgisini, hatalarını bile işte böyle döküyor ortalığa.

28 Kasım 2010 Pazar

Film

Güneşli ve rüzgârlı bir sonbahar günüydü. Beşiktaş'tan kalkan motorun üst kısmında, güneşin gözlerime hücum ettiği, rüzgârın köpüklenen suyu yüzüme kadar sıçrattığı bir anda, beyaz papatyalar gibi denizin üzerine yayılmış martıları izliyordum. Saçlarım yüzümde uçuşuyordu. Neden yüzünde uçuşur ki insanın saçları? Kendimi sırf bu yüzden, bir film kahramanı gibi hissediyordum. Mutlu sonu olan bir film ama...

24 Kasım 2010 Çarşamba

Ah

Birine seslenmenin en içten hâli, neden adının önüne getirilmiş iki harf olsun ki? Ama öyle. Söyleyecek çok şeyi varmış da, bir türlü başlayamıyormuş gibi ortaya atılan; ya da içinden geçenleri, başkası ortaya döktüğünde, incecik, yumuşacık bir sesle, küçük bir çocuğun yanağına dokunur gibi söyleniveren, o kısacık kelime. Bilmiyorum, ne kadar zamandır benim için bir acıyı ünlemiyor. Ne kadar zamandır birinin bana böyle seslendiğini duyduğumda, içimde bir şeyler, yerinin aslında orası olmadığını hatırlıyor. İnsan bile bazen susmayı biliyor ama, bazı kelimeler, bunca kısayken hem de; bilmiyor...

23 Kasım 2010 Salı

Oldurmak

Memleketten gelirken kivi getirmişti annem. Yenecek kıvama gelmeden toplanır kivi. O yüzden şimdi balkonda, bir poşet içinde, yanına eklenen bir elma ve limon eşliğinde olmaya bırakıldılar. Elma yumuşasın, limon, ekşi olsun diye kondu yanına.
Bu kadar basit olsa ya bizim de hayatımız. Gülen birini gördüğümüzde, yüzümüz gülüverse. Ekşiliğimiz sevimsiz değil, tatlı oluverse...

19 Kasım 2010 Cuma

Vapur

Gökyüzü ile denizin birbiri içinde yitip gittiği bir akşam karanlığında, vapurun sol yanında oturmuş, esen rüzgâra aldırmayan benim gibi birkaç kişi ile birlikte, ama bir o kadar yalnız yol alıyordum beyaz köpüklerde. Süslü bir kitap ayracı gibi, şehri ikiye bölen ışıkları izliyordum uzaktan. Koca bir karanlığın içinde, kayan bir yıldız gibi yol alırken vapur; bir şarkı mırıldanıyordum ben.
Ayaklarım demirlere yetişmiyordu. Belki de sırf bu yüzden, şarkının sonu da gelmiyordu. Kollarımı kavuşturmamıştım. Aldırmıyordum soğuğa. Aydan, yıldızlardan, gökyüzünden; tanıdığım bildiğim birçok şeyden uzakta, bir yaraya üfler gibi olanca kuvvetiyle esiyordu rüzgâr. Ama dinmiyordu bir türlü, yaralarını düşündükçe, insanın içine dolan o efkâr...

17 Kasım 2010 Çarşamba

Ben bu filmi daha önce görmüştüm

Konuşmadığımı söylüyorlar. Neden bu kadar az konuştuğumu sorup duruyorlar. Bilseler içimde uğuldayıp duran sesleri, bir bilseler... Onca gürültünün arasında sessiz sedasız oturuyor olmanın, benim için bir başarı olduğunu hissedebilseler...

Tad

Alelacele ve tek başına kurup oturmuşsan kahvaltı masasına, o yalnızlığı unutturmak için, en olmadık hatıralar gelir insanın aklına. Sağ işaret parmağın fincanın kulpuna, gözün, masa örtüsündeki lekeli bir noktaya takılır kalır. Yediğin hiçbir şeyin tadını alamıyorken, küçük bir tabak içinde, açıkta unutulan helvaya sinen, o buzdolabı tadını alırsın. Keyfin kaçar.
Duyguların neden öyle sarıp sarmalanıp muhafaza edilmesi gerektiğini, bir kez daha anlarsın. İnsanlar her şeyi birbirine karıştırır. Geriye ise sadece, hiçbir şeye bezemeyen o acı tad kalır.

16 Kasım 2010 Salı

Neyse/Zuhal Olcay

Zaten ne söylesem...
Neyse


Zuhal Olcay - Neyse (Güldünya Å�arkıları)
Yükleyen tipe-bak. - Video klipler, sanatçı röportajları, konserler ve çok daha fazlası.

Sana söz yine baharlar gelecek

Bir demet beyaz papatyayla geldi yanıma. Hayatımda aldığım üçüncü çiçekti o. En sonuncusu tarih kadar eski bir vakitteydi. Üşenmedim de saydım. On yıl olmuştu tam.
Birinin yüzünüze çok dikkatlice bakarak, elini, sizin yüzünüzdeki bir lekeyi çıkarmak ister gibi, kendi yüzünün herhangi bir yerine dokundurduğunu gördüğünüz zamanlar olmuştur. Siz de elinizi gayri ihtiyari, yüzünüzde aynı noktaya götürürsünüz. İşte öyle bir gülümseme belirdi yüzümde. Onun yüzünün yansıması gibi. Oysa ağlamak istiyordum ben.
Şarkıların verdiği sözlere inanmıyordum. Bir kitap okuyunca hayatımın değişeceğine, sabah kalktığımda bambaşka biri olabileceğime, üzülmekten bir gün vazgeçebileceğime inanmıyordum. Çünkü hiçbir şey bir anda olmamıştı benim hayatımda. Birine, bir anda kızdığım olmamıştı hiç. Muhakkak susup, anlamasını beklediğim zamanlarım olurdu, o patlama anından önce. Hiçkimse ilk görüşte âşık olmamıştı mesela bana. Eksiklik miydi bu, bilmiyordum.
Ama yine de şarkılar söyledim o akşam, gökyüzüne baktım; gözümde biriken damlaları başımı yana çevirerek akıttım. Ne oldu, diye sorarsan... hiçbir şey olmadı. Sabah yine aynı sonbaharın kollarında uyandım.

15 Kasım 2010 Pazartesi

Cam

Evinde özene bezene cam silmiş insanların, herhangi bir yerde, gelişigüzel cama dokunan birini gördüğünde, dışarı vuracağı o hassaslıkla söylemiştim bunu. "Yapma!"
Cam gibi edilgen bir şey olmak, kendini hiçbir şey yapamayacak bir kıvamda bulmak, keyifsiz bir durumdu. Yorgundum, hem de çok. Duruyordum öylece, camdan bir kapı gibi orta yerde. İçimden gelip geçenler açık seçik görülebiliyordu. Dalgın, kızgın, sinirli, üzgün onlarca insan. Bakamıyordum içime, bakmak da istemiyordum.
Unutur muydum bilmiyordum. Geçer miydi kızgınlığım, camlardaki parmak izleri gibi siliverseydim, bile bile beni kanatan içimdeki suretleri? Peki ya gönlüm? O suretlerin silinmesine izin verir miydi?

14 Kasım 2010 Pazar

Ev

"Sonunda evimdeyim" demişti. "Evinde olmak" çok garip bir deyim gibi geldi o an. İçinde bir türlü kendine yer bulamayan biri için, "evinde olmak"; "bir varmış bir yokmuş" diye başlayan masalın, herhangi bir satırıydı sanki.
Yurdundan sürülmüş insanlar gibiydim ben. Nereye giderse gitsin hep orayı anımsamasına rağmen, şimdi geri dönmek istese, bulacağı yerin asla bıraktığı gibi olmayacağını bilerek ve bunu bir yara izi gibi, hep ruhunun bir köşesinde gezdirerek yaşayan insanlar gibi. Oysa o "evimdeyim" demişti, çocuklar gibi gülücüklenen sesiyle. Ona hiçbir şey söyleyemedim. Evini bulamamış biri olarak, "hoşgeldin" demenin mânâsızlığını farkettim.
Telefonu kapatıp, bilmediği bir şeyle karşılaştığında, içimde telâşla koşturup duran şey ne ise, onun durulmasını bekledim. Ve artık aramaktan vazgeçip, beni kendi halime bırakmasını. "Ev" dedim kendi kendime, seslendiğim birinin dönüp bakmasını beklercesine. Bu kadar kısayken yazılışı, neden bu kadar keskindi bilmem, adı her duyulduğunda insanın içine yayılan o acı.

12 Kasım 2010 Cuma

Terzi

Ne yapsan, ne kadar dikkat etsen de sökülüveriyor işte hayat; yanından yöresinden. Her fırsatta elin o söküğe gidiyor sonra, dolanıp duruyorsun aynı yerde. Biri, iğneye geçirilmiş iplikle karşına çıkıveriyor bir gün. "Ya ipin rengi tutmazsa?" diye endişeleniyorsun. Söküğü üzerinde dikilenlerin, iki dudağının arasına bir parça iplik emanet edilirmiş; iğneye geçirilmiş iplikle aynı renkte. Ki iğne batıp da canını acıtmasın. Hiç canları acımamış mıdır, bilinmez.
O iplikler gibi işte, sözler bekliyor insan, hayatının sökük yanına yaklaşanlardan. Güzel sözler bekliyor... Ki inansın artık zarar gelmeyeceğine, elinde her iğne olandan.

Uyku

Saat gecenin biri. Yine böyle bir gece yarısı, özenle yere serilip kabartılmış yatağın içinde uzandığımı anımsıyorum birden. Yine böyle deli gibi esneyip, bir türlü uykuya teslim olamadığım bir geceyi. Kapının eşiğinde durup, ne olduğunu soran, kaygının bile alt edemediği o melodili sesi. "Uyuyamıyorum." "Nazar değmiştir sana" diyerek başımı dizlerine koyduğunu, saçlarımı okşarken mırıl mırıl bir duaya başladığını. O okudukça esnediğimi, ben esnedikçe onun gözlerinin yaşardığını.
Aklımda uçuşup duran onca şeyin dışında, nazar duası niyetine bir hikâye anlatsa biri bana. Ben de bütün her şeyden arınıp, dalsam yine tatlı bir uykuya...

11 Kasım 2010 Perşembe

Hancı

Sürekli birilerini yolcu ediyorum. Kimilerini tren garlarından, kimilerini otobüs terminallerinden, kimilerini kapalı bir perdenin ardından. Kolumu kaldırmaya mecalim yokken, el sallıyorum habire. "Bir gün" diyorum hep, "bir gün ben de gideceğim". Hem de böyle bahardan kalma bir günde...

10 Kasım 2010 Çarşamba

Yaprak

Birkaç yorgun çınar yaprağı, düştüğü yerde de rahat bulamaz rüzgârdan. Sanki o melodiye katılmak için sararıp kurumuş, yetmemiş dalından düşmüş ve rüzgârın her savuruşunda, beton zemine çarpa çarpa bir parçası olmuştur, karanlığın ortasına düşen müziğin. Kapılar açılır kapanır, ışıklar yanar söner, birkaç parça bezgin bulut, yıldızların arasında süzülüp giderken; neden bir yapraktan daha savunmasız hisseder insan kendini? Eline aldığında un ufak olabilecek kadar kurumuş bir yaprak, neden daha korunaklı olsun ki? Bilemez ama öyle hisseder işte.
Banklar boşalır, insanlar evlerine çekilir erken vakitlerde. Boş sokağı ses çıkarmadan adımlar ve bunun için kızarsın kendine. Topuk sesi duymak istersin. Ve o topuk seslerine yakışan güveni ararsın sokak boyunca, her adımında. Bulamazsın. Rüzgârda savrulan bir yaprak kadar sesin çıkmaz bazen. Ya da çıkan sesi, kendin bile duyamazsın...

9 Kasım 2010 Salı

Çay

Pencereler ardına kadar açılıp, ince belli bardaklardan çaylar içilirken, bulutlandı gökyüzü. Böyle zamanlarda şu çay bardağına ne karışır bilmem ki, insana unutturuveriyor söyleyeceği sözü...

8 Kasım 2010 Pazartesi

İrem olmayı istemek...

İREM


bana şöyle bir bak diyorsun
alıcı gözüyle, tepeden tırnağa
yeni dalınmış uyku gibi bak
çobanların söndürmeyi unuttuğu dağ ateşi
kaleden kaleye uçurulan ak güvercin
rüzgara emanet edilen fısıltı gibi
yazdan kalma bir gün gibi bak bana

bana şöyle bir bak diyorsun
posta kutusuna geceyarısı bırakılan bir mektup gibi
kızağından kayıp bitmeden denize inen bir tekne
gökyüzünün denizyıldızlarıyla dolduğunu gören bir dalgıç gibi bak
akşam kırılmaya başlarken içimde
dağılan bir ilkokulun zili gibi bak bana

bana şöyle bir bak diyorsun
bir ışın demetine sarılır gibi bak
unuttuğum ve istesem de
yüzlerini bir türlü anımsayamadığım
çocukluk arkadaşlarım gibi
kahve fincanına damlayan gözyaşı
kara düşen kan damlası gibi
diyorsun ki - evet, mavi gözlerinden bile ürpertici bu -
kınından çıkarılan bir hançer gibi bak bana

bana şöyle bir bak diyorsun
yaşama sevincini sana ben veriyormuşum gibi
sevgilin olmasam da sevgilinmişim gibi bak
kumsalda bırakılan ayak izi
kanada değen bulut gibi
kayalıklara sürüklenen bir gemiye yanıp sönen deniz feneri gibi bak bana
çünkü unutmamanın eşiğidir
ve anımsamanın kapısıdır bakmak
ve sevgili İrem
bunun için bile kibrit çakılabilir okyanusun kıyısında
karanlıkta
bir kedi gözü gibi
pençeleriyle dolaşırken aşk

Akgün Akova

Karışık

Dünya'ya çocukların gözlerinden bakmak...

Beter Böcek

Kendini seçemiyorsun, bırakıp kaçamıyorsun...

Sisin sadece şehri değil, beni de görünmez kılmasını düşleyerek adımlarken kaldırımları; adımı yineleyen aceleci bir ses yanaşıyor yanıma. Dönüp bakıyorum; çocukluğumun en korkutucu yüzü duruyor karşımda.
Uzun zamandır görüşmeyen iki arkadaşmışız gibi, hâlimi hatrımı soruyor önce. Az kalsın unutacakmış da, son anda aklına gelmiş gibi, adıma sarılıyor yine. "nişanlandın mı sen?" "Hayır" gibi kısa bir sözcüğü henüz tamamlayamadan, yaptığım yanlışın farkına varıyorum. Derin bir iç çekip "oh" diyerek mutluluğunu belirtiyor mahallemizin delisi.
O yeni sorular sormaya niyetlenirken, az evvel yaptığım hatayı telafi etmek ister gibi, hiç aldırmadan devam ediyorum yoluma. Bir yanım bu hâlime gülerken, farkediyorum ki, bir yanım hâlâ ondan korkuyor; çocukluktan kalma hatıralarla. Hem merak ediyorum, kendi canımı yakmaya bu kadar meyilliyken ben, neden sadece deli diye anılan o oluyor ki acaba?

7 Kasım 2010 Pazar

Çivit

Güneşin yavaş yavaş yükseldiği saatlerde, evin önündeki beton zeminden harmana doğru yayılan buhar, salına salına bulutlara yükselirdi. Küçüktüm daha. Bir savaşın tarafları gibi renklerine ayrılmış çamaşır yığınlarına uzaktan bakardım. Harmanın bir ucundan diğer ucuna gerilen ipin, çamaşırların kuruması için güneşin ne kadar gerekli olduğunu anlatmak istediğinden mi sarı renkte seçildiğini, bir türlü bilemezdim.
Bütün bu devinim içinde beni en mutlu eden şey, adı tek başına bir terkerlemeymişçesine eğlenceli, göz alıcı rengiyle küçük naylon bir poşet içinde, assolist edasıyla en son sahneye çıkan çivitti.
Gördüğüm ilk sihirbazdı anneannem. O mavi renkteki tozu, beyaz çamaşırların içine katar; onun çamaşırları beyazlattığını söylerdi. İşte o günden beri, ne zaman beyazlığına hayran kalsam bir şeyin, aklıma gelir çivit; bulutların ardındaki mavilikler gibi.

6 Kasım 2010 Cumartesi

Öyle özledim ki...


Keşkeden başka kelime yok dilimde. Seni öyle özledim ki...

5 Kasım 2010 Cuma

İçimden dedim...

Sokaktaki insanların yüzlerini, ancak çok yaklaştığında görebileceğin bir vakitte, eve doğru yürüyordum. Rüzgâr, önünü iliklemediğim montumun ve boynuma doladığım mavili-yeşilli şalımın iki ucunu, hafifçe savuracak kadar esiyordu. Yürüyordum ve yürüdükçe aklıma şu satır düşüyordu. "İçimden dedim, beraber yürüyelim olur mu?"
Gidelim dedim içimden. Senin o çok sevdiğin havalarda bile gitmeye razıydım aslında. Ruhum dayanmasa da, yanımda sen varsan eğer, giderim gibi geliyordu, havaya bile aldırmadan. Herhangi bir otobüsün, herhangi bir koltuğunda, üstelik cam kenarından bile vazgeçecek kadar istiyorsam bunu, bir sebebi vardı elbet. Sana sarılırsam, dışarıda dalgalanan havanın farkında olmayacağımı düşünmemin ve o gitmek duygusunun burnuma çaldığı deniz kokusunun da katılımıyla, o kadar bilinmeyene rağmen, çözümü ortada bir matematik işlemi gibi duruyordu karşımda, yolculuklar.
Çantam sol omzumda asılıydı. Şalımın iki ucunu hapsetmişken, aynı anda müzikçaları da muhafaza eden sol elim ve buna inat salınıp duran sağ elim birbirine kavuştuğunda; o her şeyi, dışında da, içinde de taşımaya meyilli sol yanımda olmanı isterdim. Ve o zaman belki, söyleyeceklerimi sadece içimden söylemezdim.


Mırıldanmalar

I

içimden dedim, beraber yürüyelim olur mu
varsın gemilerimizi taşıyamasın sular
varsın yarı yolda uyuya kalsın
bize gönderilen bahar

içimden dedim, beraber yürüyelim olur mu
varsın gölgemiz olsun hüzün
dilediği gibi uzatsın canevimize ayaklarını
varsın annemiz olsun tütün
hayat daha sert vursun yumruklarını

II

içimden dedim, ilmeği kaçmış bir hayat bizimkisi
nedir alnımızdan öpmek için izimizi süren
kalmış mıdır kalesi düşmüş bir şehrin cazibesi
nedir yalnız bize yakışan bu serüven

bu serüven ki
bizden biri yaptı sırtımızdaki hançeri
ve terketti bizi huzur denen sevgili
kalakaldık, şaşkınlığın avuçlarında
billur bir kuş gibi

III

içimden dedim, gömülü bir ırmağın yalnızlığıdır bu
beraber yürüyelim olur mu…

İbrahim Tenekeci

Mırıl mırıl...

Nazan Öncel
Kunduram Sandukam Zembilim

4 Kasım 2010 Perşembe

Bu biçim

Kapağı açık kalmış bir masal kitabının içine karışmışız gibi hissettim bir an. Yani bana, aslında bir yolu olduğunu söylerken sen. Söylediğin cümle ne kadar basit görünüyorsa, o denli karışıktı kendi içinde. Kaf dağının ardındaki ağaçtan bir dal koparmaktı benim için. "Yapamam" dedim, "çözüm buysa bile ben bunu yapamam." Sana söylemedim ama, o anda aklımda bir tek cümle dolanıyordu. "Harflerin gülüştüğünü senin adında gördüm."*
İşte bu yüzden, adı geçtiğinde gözlerim dalıp dalıp gidiyorsa da, içimde bir yer, hep gülüyordu...


*Haydar Ergülen

Yıldızlar da isterim

Lacivert bir gökyüzü altında, camları buğulanmış evler gibi puslu sokaklarda yürürken, başucumda yıldızlar olsun istemiştim. Ve kayan her yıldızın ardında bir dileğim. Gece mi çok koyuydu, yoksa yıldızlar mı parıldamayı unutmuştu, bilmiyorum. Bir efkârı parlatmakta benden iyisi olmadığına göre, yıldızlara da el atmalıydım. Bundan sonra parıldayan her yıldızda, bu hâlimi anımsarım.

3 Kasım 2010 Çarşamba

Bu sabah

O paytak yürüyüşüne gülümsemekten kendimi alamazken, çok sevdiğim bir kokuyu duymuşçasına, yanaşıp, yanağına bir öpücük kondurduğum o küçük çocuk, gözlerime öyle gülümseyerek bakmasaydı eğer; her şey çok daha farklı olurdu. İçimde bir topak halinde duran o duyguları farketmiş gibi, "beni kandıramazsın" edasıyla, o minicik elini yanağıma dokundurmasaydı ve ben, öyle tatlı tatlı gülümserken, birdenbire ağlamaklı olmasaydım; her şey daha kolay olurdu. Olur muydu?

31 Ekim 2010 Pazar

Arz-i Hâl


Karmate-Arja Bargı� (Nayino 2010)
Yükleyen ozdoganb. - Öne çıkan müzik videolarını izleyin.

‎"Doğru zaman kaçırılmışsa, diye düşündüm,
Eğer insan, bir şeyi kendinden bunca zaman esirgemişse;
Bir şey ondan bunca zaman esirgenmişse eğer,
Büyük bir güçle başlasa ve coşkuyla desteklense bile,
Artık çok geç kalınmış demektir.
Yoksa "çok geç" kalınmaz mı hiçbir zaman?
Yalnızca "geç" mi kalınır ve "geç" olması, her şeye karşın,
"Hiç" olmamasından daha mı iyidir?
Bilemiyorum..."

Ümit etmekten vazgeçmeli insan. Kitaplardaki o adamların gerçek olabileceğine inanmaktan vazgeçmeli. Ve daha da önemlisi, onu okumaktan vazgeçmeli.

Bu şarkı kulağıma o cümleleri fısıldarken saat gece üçü gösteriyordu. Gerçekte ne diyordu o şarkı bilmiyorum ama, ben kulağıma fısıldadıklarını dinledim. Vazgeçtim...

28 Ekim 2010 Perşembe

Perde

Karşı binanın, yağmurla birlikte kirli bir kırmızıya bürünen dış cephesine bakan, üçüncü kat penceresinin bir kanadı açık. Yağmurun, bir yaz esintisi naifliğinde yağdığını sanan hanım, yardım dilenircesine, bir kısmı pencerenin dışında sallanan perdeden habersiz, dolanmakta evin içinde. Perde beyaz bir bayrak sanki... perde, kıyıdan el sallarken, için için ağlayan bir yalnızın mendili.
Kadın, rüzgârda uçuşan eteğini zapt etmeye çalışırcasına, kornişte topluyor perdeyi. Ve bütün yaşadıklarının ardından bakarcasına, başı dik, ama aynı oranda hassas, kapatıyor pencereyi.

27 Ekim 2010 Çarşamba

Kayıp

Ve yağmur yağar, yağar... Taş binaların arasından süzülür, bir yol bulur kendine. Ben bulamam. Defalarca dinlediğim şarkıların, hayatımın anlamı olduğu zamanları özlerim. Bulutları bir şeylere benzetmeyi; pencereyi açıp, rüzgârın omzuma dokunan bir el gibi, usulca içeri girmesini özlerim. Heyecan duymayı, o heyecanın içine karışmayı özlerim. Bütün özlemlerim birleşir ve ben, kaybolurum gri bir bulutun içinde. Ararım kendimi... bulamam.

24 Ekim 2010 Pazar

Pek sevdim

üryan cümleler

Kaybetmek

"Bir taşra çocuğu sıfatıyla özlemeyi bilmiyorsanız denizi
Kaybettiniz (benim gibi)"

diyordu Oğuz Atay. Dolmabahçe'de, o deniz kıyısındaki çay bahçesinde, güneşin ısrarla gözümün içine girmesine bile aldırmadan, denizi izlerken aklıma geldi bu satırlar. Gelip geçen vapurlar, bir fincan çay ve birkaç kelime. Bazen hayat, bundan fazlası değil işte.

23 Ekim 2010 Cumartesi

Kırmızı çorap

Ev kalabalıktı. Aldıkları nefes yetmiyormuş gibi, kesik kesik soluyan insanlar vardı her yerde. Çoğunun kıyafetlerinde olmasa bile, eve derin bir siyah hakimdi. Oysa ben, o sabah, bir çikolata paketi kıvamında, kırmızı çoraplar giymiştim. Ağlaya ağlaya içindeki ipi tüketmiş, boş bir makara gibi bakan gözlerden, ayaklarımı saklayacak yer aradım, o uzun suskunluklarda.
Hayat ne garip. Hiç önemsemediğiniz bir şeyden bile, rahatsızlık duyacağınız bir konuma getiriyor sizi, bir anda.

22 Ekim 2010 Cuma

Yüz

Otobüsün kapısı açıldı ve cama yansıyan sevimsiz bir yüzle karşı karşıya kaldım. Ne yapacağımı şaşırdım önce. İnkâr etmeli, hiç oralı olmamalı ve yüzümü başka yöne çevirmeliydim. Öyle de yaptım. Ama otobüsten inene kadar aklımda dönüp durdu o suret. Yani kendi yüzüm.
Hiç akla gelmemiş bir yanı vardı. Yanından hızla geçtiğimiz insanlara hiç benzemeyen bir tarafı. Kızgın değil, üzgün değil, belki mutsuz bile değil. Ama kesinlikle sevimsiz. İnsan ne zaman, kendi yüzündeki ifadeden korkmaya başlamalı?

20 Ekim 2010 Çarşamba

Belki

Gitmeye karar verdi, şu zaman gidecekti filan derken; en sonunda gitti işte. Az önce telefonun bir ucunda annesi, diğer ucunda ben, hakim olamadık gözyaşlarımıza. Bazen her şeyin elimden kayıp gittiğini düşünüyorum. Keşke bugün daha bir özenseydim kendime. Ne bileyim makyajım makyaja benzeseydi biraz. Belki o zaman akmasın diye ağlamazdım.

18 Ekim 2010 Pazartesi

At kuyruğu

Güneşli bir pazar günüydü. Sürekli bir elimden ötekine geçirip durduğum, stres topu kıvamındaki televizyon kumandası ile, bir başınaydım evde. Ekranda bir sürü kadın, bir sürü erkek dolanıp duruyordu. O kadınlar gibi giyinip kuşanıp sokağa çıkmak geldi içimden. Aynı hızla da vazgeçtim hevesimden, nedense.
Oysa mutluluk saçan bir şarkı ritminde aynanın karşısında dolanmak, kapıdan çıkmadan, hâlâ o şarkıyı mırıldanıyor olmak isterdim. Denize nazır herhangi bir yerde, aynı şarkı olmasa da, mutluluğu çağrıştıran başka bir şarkının ritmini bulmak; ve o manzaraya rağmen, gözlerimi gözlerinden alamamak isterdim bir de. Bir türlü uzamayan saçlarımı, tepemde at kuyruğu yapmış olurdum. En çok sevdiğim şeylerden birinin, at kuyruğunun yürürken sallanması olduğunu söylerdim sana. Ve belki bir gün, sözlerini hatırlamadığı için, bir türlü hangi şarkıdan bahsettiğini anlatamayan insanların, bir yerde o şarkıyı duyduklarında yaşadığı sevince benzerdi yanında yürümek. "Bak işte bu şarkıydı"
Güneşli bir pazar günüydü, ben tüm bunları yerimden kımıldamadan yaptığımda. Elimde hâlâ bir televizyon kumandası vardı. Ama ne yazık, hayallerimin kanalı çekmiyordu bu televizyonda.

16 Ekim 2010 Cumartesi

Bekleyiş

Bekliyorum, öyle bir havada gel ki, vazgeçmek mümkün olmasın!

Orhan Veli

14 Ekim 2010 Perşembe

Küs

İşaret parmağını dolayıp diğer parmağının beline, yüzünde çocuklaştırmaya çalıştığı bir ifadeyle bana doğru uzattı elini. "Boz hadi!"
Zoraki gülmeye çalışırken ne kadar başarısız oluyorsam, içimden taşan gülme isteğini bastırmada da, aynı oranda başarısızım. Gülüyorum, hem de hiç istemediğim halde...

12 Ekim 2010 Salı

Mahsus

Bir tek kelimeyle, kilometrelerce ötedeki bir şehirde, kararmış ahşap pencerelerinin, buğulu gözler gibi dört bir yanına dizildiği; kırmızı çinko damının, bu mevsimde, vefakâr dostları yapraklar tarafından hiç terk edilmediği bir evde oturur buluyorum kendimi. Çıtırtıyla yanan kuzinenin açık kapağından fışkıran alevlerle, güneşliğin üzerindeki çiçeklerin rengi, kıyasıya bir yarış halinde. Gün, öğle vaktini geçmiş çoktan. Güneşlikler çekilmiş pencerenin bir yanına. Ve küçük bir kız, yastık niyetine, o kenara toplanan perdeye başını yaslamakta. Dışarıda her an patlamaya hazır bir yağmur, kuzinenin içindeyse, anneannenin nasırlı elleriyle yoğurduğu, lezzetli bir ekmeğe dönüşecek hamur.
Sesine pek de yakışacak bir türkü çalınırken radyoda, hemen bir hikâye anlatmaya başlıyor dede. Yine divanın baş köşesine kurulmuş, başında külah şeklinde bir bereyle. Camdan bakıyor ara sıra soluklanarak. Gökyüzü gibi usul usul koyuluyor anlattıkları da. Bütün söyleyecekleri bittiğinde, "onun gibi" diyerek bağlıyor yine konuyu, şimdiki zamana. Oysa benim hikâyelerim hep bölük pörçük. Hiçbirini bağlayamıyorum bir başkasına. Belki de o yüzden içim bu kadar dağınık hâlâ. Ya da belki hayat, mahsus yapıyor bunu bana.

Kolonya

İnsan her şeyi anlattığında karşısındakine, korunabileceğini sanıyor bazen. Ellerini bile nereye koyacağına bir türlü karar veremezken; gizli saklı acılarını, kötü günler için saklanmış umutlarını, çok olağan bir şeymiş gibi bırakırıveriyor masanın üzerine. Artık hiçbir sorunun kalmadığını düşünüyor. Sonra bir gün, asıl sorunun o günkü açıklığıyla başladığını anlayıveriyor birdenbire. Satın alınıp beğenilmemiş bir şey gibi, yine bir masanın üzerine bırakılıyor anlattıkları. Öyle yıpranmış, öyle başka bir hâle gelmiş oluyor ki, kendine ait olduğuna inanamıyor insan. Anlatırken ağlamamışsa bile, geçen zamanda aldığı bu hâli görünce, ağlayası geliyor. Bazı insanların yaralarına dökecek kolonyaya bile ihtiyacı kalmıyor bazen. Çünkü gözyaşları da aynı işlevi görüyor.

11 Ekim 2010 Pazartesi

Sesleniş

Vapurun üst katında bir cam kenarına, gecenin kuytuluğunu giyinmiş şehrin, denizle sarmalanmış yanına yasladım başımı. Işıl ışıldı vapurun içi. Kulağında kulaklıklarıyla, hangi şarkıya eşlik ettiğini bile bilmediğim, birini izliyordum camdaki yansısından. Bazen hafifçe yukarı kaldırıyordu başını. Üzerinden çok zaman geçmiş, ama yine de duyulmasıyla eski bir ânı hatırlatmaya yetmiş bir şarkıydı belki dinlediği. Hafifçe eğilmişken ellerine; görüntüsünün yansıdığı camın ardında dalgalanan, laciverdimsi suyun yüzeyine çıkmış gibi, "her şeyi ardımda bıraktım" der gibi kaldırıyordu başını. İşte o an, kendimi görünmez sanmama yarayan camın rahatlığını yerle bir etti, başını hafifçe yana çevirdiğinde, yüzünde ışıldayan o belli belirsiz gülümseme. Sınıf listesinden rastgele seçilecek olmasına rağmen, yine de eğilip bükülerek, sözlüden saklanabileceğini sanan bir öğrenci gibiydim. Biliyor musun, bazı şeyler hiç değişmiyordu. Ne zaman adın söylense, "ben mi?" diye gereksiz bir zaman kazanma çabasıyla kıvranıp durmuşsan geçmişte, yıllar sonra bir gün, yine, aynı sancılı ânları yaşıyordun, hem de adın söylenmese bile.

Mühim değil

Tırnaklarımı nar çiçeği kırmızısına, göz kapaklarımı gece mavisine boyayan o eğlenceli gece, nedense, içimi dumandan hallice bir griye denk düşürdü. Şeffaf şemsiyelerin altında adımlanan sokaklar, ilk defa görülüyormuşçasına şaşkın bakışlarla süzülürken; ıslandıkça daha bir yorgun görününen kaldırım taşlarına, derdine ortak olunan bir dostmuş gibi, hassas davranılıyordu. Belki dilim kadar dolaşmıyordu ayaklarım birbirine. Ve belki, beni sadece yağmurdan değil; bildiğim-gördüğüm bütün kötü şeylerden koruyabileceğini sandığım için dört elle sarılmıştım, elimdeki şemsiyeye. Üstelik hava da esiyordu. Yani unutmak için gerekli her türlü imkân, benim için seferber olmuştu. Ama ne gariptir ki, insan unutmuyor içinde biriken anıları, öyle zamanlarda bile. O anıları neden unutması gerektiğini, hiç hatırlamazken hem de...

8 Ekim 2010 Cuma

Neylersin?

Bilmem ki neylemeli?
Kendinize soramayacağınız soruları şarkılar sorar bazen. Melodiye kapılıp mırıldanırken sözleri, hiç aklınızda olmayan biriyle karşılaşmışsınız gibi bir şaşkınlıkla kalakalırsınız bir an.
İşte öyle oluyor bu şarkıda... ve unutuluyor zaman...

Neylersin

"k"

O kadar büyüdüm mü ben? Yani insanların, beni gördüklerinde ilk düşündükleri, "Şu bizim bilmemkimin oğluyla bir tanıştıralım" olacağı kadar yani. Evet bu bir yaş tanımı işte. O yaşa gelmişim ben.
Oysa hâlâ iki güzel söze kanabilir, adımlarımı sağlam taşlara denk getiremeyip, sendeleyebilir, hatta içip içip ağlayabilirim. Ama işte, hayat pek ilgilenmiyor sizin potansiyelinizle. Birileri yanınıza birini yakıştırıyor. Adam meşgulü "k" ile yazıyorsa da, onlar için bunun bir önemi olmuyor. Ve hayat, camdan izlediğim şu yağmur gibi, hızla akıp geçiyor.

7 Ekim 2010 Perşembe

Dışarda hafiften yağmurun sesi

Yağmur bazen böyle yağar işte. Köy evlerinin çinko damlarında, uzak şehrin insanlarına yabancı melodiler çıkarır. Ne zaman özleseniz o melodiyi, hatırlamaya çalışmanın tatlı heyecanı kaplar içinizi. Usul usul, ama aynı zamanda bir kor gibi değdiği yeri yakar. Birgün bir bakmışsınız, aralarındaki bütün engelleri aşmış âşıklar gibi, perdeleri kenara sıyırıp, karşılıklı ağlamışsınız. Sesinde her şeye rağmen bir ninni yumuşaklığı saklar. Yağmurlu sabahlarda yorgana sarınıp, göz kapaklarınızın ardındaki hayallerle geçirdiğiniz saatleri anımsatır. Ne olsun istiyorsanız ona yorabileceğiniz bir sesi içinde barındırır. Hani ardınıza dönüp, "biri bana mı seslendi?" diye sorsanız yanınızdakilere, kimse anlam veremezken bu halinize, sesi, içinizdeki delinin kahkahalarını da bastırır.
Yağmur bazen, bir başkasının gözlerindeki görüntüyü taşır gibi süzülür, ıslak saçlarınızdan içinizdeki kuytu köşelere. İşte o zaman, çatısı akan evler gibi, bir kova tutuşturup damlayan kimi yerlere, ayağa kaldırırsınız, içinizde bugüne kadar ıslanmamış yer, her neresi ise. Çünkü yağmur, çocukken geçirmediğiniz bir hastalık gibi gelir, bulur sizi, hiç de beklemediğiniz bir vakitte...

Öyle güzel ki...

Karşı binanın penceresinden bakarken, seni gördüğünde hafifçe kenara çekilen biri olduğunu bilmek; aslında sinirleneceğin saçma bir duruma, saatlerce kıkırdayacak çocuk yüzler görmek; açık pencereye konan kuşları, ürkmesinler diye kıpırdamadan öylece izlemek; yağmurlu olduğunu bildiğin halde, şemsiyesiz çıkmış olsan da sokağa, ıslanmadan işyerine varabilmek; otobüste oturduğun cam kenarı koltukta, yanına oturan genç beyin de kitabına sarılmasıyla, kendini bambaşka bir yerdeymiş gibi hissetmek; yanından geçen hatunların, bir kilometreye yayılabilen parfüm kokularını, neye borçlu olduklarını anlayamasan da, onlara özenmek; kimilerine sessiz sessiz, kimilerine dile gelmiş sen'li cümlelerle hitap etmek ve hep, hep maviyi böylesine sevmek, yağmurlu bir günde bile; öyle güzel ki...

6 Ekim 2010 Çarşamba

Şimdi sen gidiyorsun ya...

Boğazımdaki ağrının, bir sevgiliden çok daha vefalı olduğu bir Ekim akşamı, belki de son defa yürüdük Kadıköy sokaklarında; içimde koca bir boşluk. Hiçbir kelimenin, hiçbir gülüşmenin dolduramayacağı kadar büyük. Özleminin bile dolduramayacağı bir boşluk.
Yolun açık olsun dostum.

4 Ekim 2010 Pazartesi

Eski


Hayat çok çabuk geçiyor. Eski maillerimi okuyor ve bu sonuca varıyorum nedense. Benim yazdıklarım, bana yazılanlar... Galiba bu hassas hâlim, şu pençesine düştüğüm soğuk algınlığından. Sebebi nedir bilmiyorum ama, hayat çabuk geçiyor işte. Ne yazık ki Eylül gibi, bir çırpıda bitecek Ekim de...

3 Ekim 2010 Pazar

Hani bir yağmur yağar da bazen

"Hâlâ onun için mi üzülüyorsun?" diye soruyorlar bana. Yüzümde bir şaşkınlık ifadesiyle kısacık bir an, bir şeyler aranır gibi bakıyorum yüzlerine. Ne bileyim, belki unutulmuş bir kelime aradığım, yutmaya çalışırken ağızlarının kenarından dışarı taşmış. Kırmamak, üzmemek için hep saklanmış. Oysa bilmiyorlar, bütün cümlelerden haberdarım ben. Bazen kelimelerle ne kadar iyi dost olduğumu unutuyorlar. Kimin ağzından çıkmışsa benimle ilgili bir cümle, nasıl oluyorsa, ilk bana uğruyor, bilmiyorlar.
"Hayır" diyorum. "Ben onu çoktan unuttum"

2 Ekim 2010 Cumartesi

Sevmek ciddi iştir

Tam da bana göre bir girişti aslında. Biraz çekingen, biraz gergin, biraz tedirgin ve biraz... Biraz işte, her şeyden biraz. Aylardır konuşmadığım dostumun evine girerken, içimden geçenlerdi bunlar.
Kırgınlık öyle bir şey ki, bütün duygularınızın üstünü örtebiliyor bazen. Onların artık yok olduğunu sanabiliyorsunuz. Ama oradalar... incecik bir perdenin altında. Onunla gülmeyi, bir şeyler anlatırken yüzünün aldığı ifadeyi, birbirimize sataşıp, sonra hiçbir şey olmamış gibi kaldığımız yerden devam etmeyi ne kadar özlediğimi, biliyorum şimdi. Ve bütün bunların yerini, asla başka bir şeyle dolduramayacağımı, yıllar da geçse o duyguların yerinden oynamayacağını da.
Elimizdeki ince bellilerle başlamıştık sohbete. Sohbetin de ince belinden. Dört işlemle birlikte mi öğrenmiştik hatırlamıyorum ama, biliyordum ben; hatıralar hoyrat davranmaya gelmezdi. Çay bardağının kavranılan ince beli gibiydi, birilerine anlatılanlar. Ve siz durup durup, aynı ince beli kavrayıp, içinize çekerdiniz hatıraların yudumlarını. Ve hep, aynı anda, bir şarkı başlardı...

1 Ekim 2010 Cuma

Benim en güzel düşlerim içimde kaldı



Bir yanım gündelik şeyler
Evdir ekmektir
Bir yanım türküler söyler
Yoldur özlemdir
Benim en güzel düşlerim
İçimde kaldı



Otobüsün cam kenarında, elimde kitabımla oturarak başlıyorum bugüne. Etrafa yayılan uğultuya aldırmadan okuyorum. O koltuktan hiç inmemek, en azından kitabı bitirmeden inmemek istiyorum. Çok değil 10 dakika daha. Sabah yataktan kalkmak istemeyen insanlar gibi, "n'olurrrrr" diyesim var hatta.
Çünkü kadın, nihayet hoşlanabileceği birine rastladı, bir kırmızı ışık sayesinde de olsa. Ve dahası, adam, "siz bana numaranızı vermezsiniz diyerek" kartını uzattı yan cama. Ama gelin görün ki, çantasını çaldırdı kadın. Ve ben, o cümleyi okuduğumda verdiğim tepkiyi, ne kadar yüksek bir tonda söylemiş olabileceğimi bilemiyorum hâlâ. Çantadaki diğer önemli şeylerin kayboluşunun, o kartı kaybetmenin üzüntüsünün yanında bir hiç sayılacağını bilmem için, sonraki cümleyi okumama gerek yoktu. İçimde bir yerlerde biliyordum zaten, çok öncelerden. Erkeklerin kadınları anlayamamasına bir sebep aranmanın boşunalığını farkettim, bütün bunlar olurken.

30 Eylül 2010 Perşembe

Başka türlü bir şey...

"Güzel şeyler düşünmeme rağmen,
Ağlamak geliyor içimden..."

Oktay Rıfat

29 Eylül 2010 Çarşamba

Kahraman

Yaslandığı pencereden, karşı evin çiçekli perdelerine bakardı çocuk. Daha birkaç gün önce, o evde yaşamakta olan genç kadının, nasıl biri olduğunu merak ederdi. Hayatla ölüm arasındaki o ince çizgide, onu da kendi tarafına çekebildiğini düşlerdi. Gülen yüzünü, ileride doğacak çocuklarına annelik edişini hayal ederdi. Sımsıkı kapalı perdelerin süslediği pencerelere vururdu akşam güneşi. Kapıyı tıklatan, hırkası omuzlarında bir komşu gibi. Ama açılmazdı perdeler. Çocuğun tüm hayalleri çiçekli perdelere çarpar, geri dönerdi. Şimdi ne zaman sıkı sıkıya kapalı perdelerle karşılaşsa çocuk, o kadın gelir aklına. Herşeyi ardında bırakıp, evlendiği günün ertesi, ölüme giden o kadın. Ve çocuk, o kadın her aklına geldiğinde, bir pencereye yaslanıp, kahraman olduğunu hayal eder. Çünkü hâlâ, elini uzatttığında, bütün kötülüklerin değişebileceğine inanmak ister.

Yaşıyorum çok şükür

Odamın penceresini açık bırakarak uzandığım, sondan kaçıncı gece bu? Hem de aşklı meşkli bir pop şarkısı çınlarken kulağımda. Şarkıya kalsa, bir yaz akşamı serinliğinden öteye geçmez, odama dolduracağı. Oysa daha derinden bir şeyler gerek bana. O şarkının bilindik nağmelerinden çok daha derin. Bir boyun eğiş gibi değil de hani, "yaşıyorum çok şükür der gibi"

28 Eylül 2010 Salı

Yorgun

Birine kendini hatırlatmaya çalışmak gibi bir duygu bu, içimde dolanan. "Hani" diye başlayan onlarca cümle kurabilir ve beni çok eskilerde kalmış bir âna götürebilir belki. Ama işte, görüyorsun ya, bir ihtimal hepsi. Niye böyle ihtimallerden haz etmezmişim gibi bir tonda söyledim bunu, bilmiyorum. Aslında cevabı çok basit. Ben artık ihtimal yorgunuyum.

27 Eylül 2010 Pazartesi

Yer ile yeksan

Kimi zaman, çok kalabalık bir caddede bile kaybedemez insan kendini. Sanki herkes bir köşeye çekilmişçesine, aranan suçlunun bir adım öne çıkması istenmişçesine, en önde, bir düzlemde tek başına bulabilir kendini. O koca kalabalıkta, bir ortaklık arar durur nafile yere. Bir ince düşüncelinin ortaklığına kimsenin yanaşmayacağını bilmez ki. Çünkü her şey anlıktır bu kalabalık dünyada... sevinçler kadar, sevdalar da. Göz göze gelmeden elele tutuşur, karşılıklı iki satır sohbet etmemişken şarkıları konuştururlar. Ve hepsi birbirinden afilli bir sürü isim yakıştırırlar yaşananlara.
Şimdi böyle konuşunca... Sanma ki ben yitip gitmek istemiyorum o kalabalığın ortasında. Sanma ki ben, her adımda biraz daha, içimdeki kuytulara ilerlemekten bıkmadım hâlâ. Ama biliyorsun işte... O caddeyi kıskandıracak kadar kalabalık olabiliyor içim, bir bakış ya da bir söz, beni yerle bir ettiğinde.

26 Eylül 2010 Pazar

Aşk

Memleketimin engebeli arazilerinde, kokusu insanın içine işleyen bitkiler yetişir. İçinde bir yerlere saplanıp kalmış bir şeyleri, alıp götürecekmiş gibi yayılır vücuduna. "İlifan"dır onlardan biri. Mentollü bir kokusu vardır. Avucuma alır, dakikalarca öylece kalırım, onunla her karşılaştığımda. Şimdi o kokuyu hatırlayamıyorum biliyor musun? Üzerinden zaman geçince, bazı kokuların olduğu gibi, bazı duyguların da sadece adı kalıyor insanın aklında. Bir de o ada dair, geçmişte yapılmış, hep bir yanı eksik tanımlamalar. Aşk diyorsun ya bana... aşk benim için, sadece güzel olduğunu hatırladığım o kokular gibi, uzaklarda.

24 Eylül 2010 Cuma

Kardeş

Karşısındaki kanepede yatan, kendisinden daha uzunca olan genç adama bakıyor; ne zaman bu kadar büyüdüğünü hatırlamaya çalışıyordu. Bir zamanlar küçüklerdi; ikisi de. Onun sayesinde çok şey öğrenmişti hayattan. Evde tek başına kalmak zorunda olduklarında, onu koruyup kollamanın hem keyifli, hem de can sıkıcı yanlarını görmüştü teker teker. Hayatındaki ilk sorumluluktu galiba o. Onunla oyunlar oynarken, elinden tutup okula götürürken; akşam okul çıkışlarında, çantasını alıp arkadaşlarıyla koşuşturmasını izlerken, içinde tamamlanan bir parça vardı. O kanepe boş olsaydı, yaşadığı onca şeyi hiç yaşayamamış olsaydı eksik kalırdı.
Sürekli onu kızdırsa da, bir filmin ya da dizinin en acıklı yerinde, gizli-saklı ağlamaya çalışırken, hemen dalga geçmeye başlasa da, bazen deli gibi kavga ediyor olsalar da, onu ne kadar sevdiğini düşündü. Yerini başka hiçbir şeyle dolduramayacağı, bunlar gibi nice anının, küçük bir bakışla ortaya saçılması, yaşadığının ne güzel bir duygu olduğunun kanıtıydı. Artık emindi, yıllar geçse de değişmeyecek şeylerden biri, bir kardeşe sahip olmanın, içinde yarattığı o sonbahar havasıydı.

20 Eylül 2010 Pazartesi

Fotoğraf

"İçmek" demiş adam, "içinde boğmaya çalışmaktır sevgiliyi." Oysa sevdiğinizin içinizdeki suretinin, pek de kendisine benzemediğini bilirsiniz. Çünkü o suret, rötuşlu fotoğraflar gibi, iyimser bir havada asılmıştır gönlünüzün duvarına. Bu yüzden onun boğulmayacağından eminsinizdir. Çünkü siz, iyilerin kazanacağına inanırsınız hâlâ.

19 Eylül 2010 Pazar

Gün gelir unuturmuş insan, en sevdiği hatıraları bile...

Bir insanın gözlerinin renginden daha zor unutuyorsanız, bakışlarındaki ifadeyi, hafızanın parlaklığından korkmaya başlamanın vaktidir artık. Çünkü unutmak gerek bazı şeyleri. Hatırlamak... evet güzeldir. Olduğu gibi kabullenmektir geçmişi. İçinizi kemiren şeylerle gülücükleri, aynı yerde muhafaza edebilmenin, hediye paketine bürünmüş hâlidir. Ama unutmak... en gerekli şeydir bazen. Her seferinde kendine dönüp, "bunu nasıl yapar?" diye sormamak için. Bazen kendi nedenlerini bile anlayamazken, bir başkasının nedenlerine kafa yormamak için. Hâlâ bir hayale inanabilmek için, unutmak güzeldir.

Şarkı

Hiç bilmediğinden emin olduğum bir şarkı çalıyor, ben bu satırları yazarken. Ve ben diyorum ki "artık üzülmeyeceğim eskisi gibi" Gerçekten inanarak söylüyorum bunu. Ama gel gör ki... Hani ufacık bir bardak çay dökülür de ortalığa, o küçücük bardağın o kadar çayı nasıl aldığını merak edersin ya silerken. Dökülünce çoğalmış gibi sanki. Şimdi hiç bilmediğinden emin olduğum bir şarkı çalıyor ben bunları yazarken. Ve ben seni düşünüyorum, kim olduğunu bile bilmezken.

17 Eylül 2010 Cuma

Sarılmak

Elimden kayan cam bir bardak gibi günler. Yere çarptığında kırılsa bir türlü, kırılmasa başka. Çünkü birileri, her nasılsa, bir şeyleri öyle bir yazmış ki aklımıza, silmek güç. Şimdi o bardağı sıkı sıkıya kavrayıp durmuşsam bir masanın başında, vardır elbet bir nedeni. Belki de insan en çok korktuğunda sarıyordur böyle, en sevdiği şeylerin belini.

12 Eylül 2010 Pazar

Karşılaşmamız an meselesi

Yağmur bardaktan boşanırcasına yağarken, biz üç arkadaş, her dakika biraz daha geriye doğru çektiğimiz masamızda kahvaltı ediyorduk. "Kalkıp içeri geçelim" dediler. "Hayır" dedim. Şehrin diğer yakasına geçmiş, Boğaz'a bir kez de oradan bakarken, sanki bir işlemin sağlamasını yapar gibi, içeri geçmeyi göze alamadım. Yağmurun denizdeki dansından, köprüye grili beyazlı bir fon oluşturan bulutlardan gözümü alamadım. Kimbilir belki bir gün, hem de yine böyle bir gün karşılaşırız dedim içimden. Yağmur yine böyle, sevinçle yağarken...

9 Eylül 2010 Perşembe

Bir bardak suda fırtına

Adının mutlulukla özdeşleştiği günlerden birinde, İstanbul'un herhangi bir yerinde, elinde bir bardak su, gözünde birdenbire beliriveren bir damla yaş ve masanın üzerinde çalan bir telefonken bütün mal varlığın; birinin "iyi misiniz?" diye sormasını yadırgamamayı başaramıyor insan. Gözünü kapasa su gibi akacak yaşlardan korkuyor, elindeki bardaktan bir yudum alsa boğazına takılacağından da. Ve ne kadar tecrübe etse de birtürlü inanamıyor, bir bardak suda kopan fırtınalara...

(Bir bayram günü)

3 Eylül 2010 Cuma

Işıkları yakın, nedir bu his?

Hasta hasta yataktan kalkıp dışarı çıkmış gibiyim. Her yanım kırık dökük. Zorlama bir neşe ve enerji ile düşüyorum yollara. Oysa hiçbir şeye zorlandığım yok. Ezberlenilmiş, alışılmış bir hayat yaşıyorum çünkü. Gelip şu dört duvarın arasına sıkışıyorum mesela. Sessiz sedasız. Sürekli bir şeylere yetişme telaşıyla geçiyor saatlerim. Tarihler, tarihler... Sonrası var sanıyorum. Ama yok... Çünkü bugünün dünden, hatta önceki günden farkı yok. Hep aynı telaş, hep aynı kelimeler. Hesaplar arası dengeleri tuttururken, bozuluyor kendi dengem.
Oysa şarkılar var, biliyorum. Deniz var, ve simit, vapur, martı var sonra. Bir yerlerde boş bir bank var. Ve bir sonbahar rüzgârında savrulup, o bankın üzerine konacak yapraklar...

2 Eylül 2010 Perşembe

Yastık

Daha iki yaşındaydı. Ortalıkta dolanırken çarptığı kahve fincanı yere düşüp, sağa sola savurdu telveyi. Annesi dökülenleri temizlerken onu izliyordu merakla. Bir kuyunun başındaymışçasına uzağında durmuş, ıslak koltuğa bakıyordu, her şey temizlenip toparlandıktan sonra. "Ne olmuş kızım oraya?" diye sordu annesi. "Düştüüü" dedi. "Kim yaptı kızım, kim düşürdü peki?" "Ben, beeennn"
Bir çocuk edasıyla bütün suçlarımı kabullenebilirim ama, birilerinin sadece doğru olabileceklerini düşünmesini kabullenemiyorum. Kafayı koyduğumuzda düşünceleri emen yastık çeşitleri olmalı mutlaka. Hem olan bunca şeyi açıklığa kavuşturabilecek, hem de sorgulamalarıma son verebilecek tek şey o nihayetinde.

1 Eylül 2010 Çarşamba

Çan

Tüylerim diken diken. Öyle güzel esiyor ki rüzgâr, onunla tekrar karşılaşmak mı, yoksa üzerimde dolaşan bu ürperti mi beni böyle eden, emin olamıyorum pek. Ama yine de güzel bir şey bu. İçimin rüzgârlanmasını diyorum... ağaçlara asılı rüzgâr çanları kulağımda çınlarken...

Şaşkın

Güldükçe harelenen kahverengi gözleri, özenle yapılmış ödevlere kondurulmuş beş notunun yıldızı gibi parıldıyor beyaz teninde. Yaşı, iki basamaklı sayılarla ifade edilmeye başlayalı, en fazla bir-iki yıl olmuş olmalı. Bu nedenle mi bilmem, yerinde duramıyor bir türlü.
Masadaki fındıkları ikişer ikişer elime alıp kırmaya başladığımda, gözünü alamıyor benden. Her kırılan fındıkta yeniden gösteriyorum nasıl yaptığımı. Deniyor... olmuyor. Daha bir merakla izliyor her seferinde. Bir yerden sonra, sadece onun yüzündeki şaşkınlığı görmek için devam ediyorum. Sanki bir ilüzyon gerçekleştiriyormuşum gibi ellerime bakışına gülüyorum habire. Öyle güzel ve öyle mutlu ki, onu izlemekten alamıyorum kendimi. Bütün dünya benim olsa, bir daha bu kadar mutlu olamayacağım sanki.
İşte o an, evden çıkarken yanıma almayı unuttuğum bir şeymiş gibi aklıma geliyor, içimde gittikçe azalan o şaşkınlık duygusu. Ve yanında götürsün istiyorum giderken yıllar, her şeyi bir alışkanlıkla kabul etmenin korkusunu.


Sevebilirim,
hem de nasıl,
dile benden ne dilersen,
canımı, gözlerimi

Kızabilirim,
ağzım köpürmez,
ama devenin öfkesi haltetmiş benimkinin yanında,
devenin öfkesi, kinciliği değil.

Anlayabilirim
çoğu kere burnumla,
yani en karanlığın, en uzaktakinin bile kokusunu alarak
ve döğüşebilirim,
doğru bulduğum, haklı bulduğum, güzel bulduğum herşey için, herkes için,
yaşım başım buna engel değil,
ama gel gör ki çoktan unuttum şaşıp kalmayı.
Şaşkınlık, alabildiğine yuvarlak açık ve alabildiğine genç gözleriyle bırakıp gitti beni.
Yazık.

Nazım Hikmet Ran

30 Ağustos 2010 Pazartesi

İnat

Elime aldığım kitabın haftalarca süründüğü, birkaç sayfa okuduğumda bile, kendimi derin bir yorgunluğun içine düşmüş bulduğum günler biriktiriyorum. O günlerden her birinde, dini bir töreni yerine getirirmişçesine, derin bir sükunetle yıkıyorum saçlarımı; belki artık inat etmekten vazgeçer de, uzar diye. Deli gibi severken bu şehri, kapıları kapatıp oturmak istiyorum, bulunduğum dört duvar artık her neresiyse. Biliyorum yollar tükenmedi... gitme isteğimde. Ama işte... içimde bir şey var, inatlaşıyor benimle...

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Sevinç

-Tülay abla...

Onu tanıdığımda henüz 4.sınıfa gidiyordu. Yokluğun ve kalabalığın ortasında küçük bir kız çocuğuydu. 7 kardeş ve anne-babanın birlikte yaşadığı küçük bir evin ortasında, evin en büyük çocuğu, üstüne üstlük de bir kız çocuğu olması gözlerimi yaşartmıştı. En küçük kardeşi yeni doğmuştu o yıl. Şimdi altı yaşında. Bizim kızsa, görsem tanıyamayacağım kadar büyüdü geçen onca zamanda. Oysa ben, zaten hiç görmedim onu. Sadece fotoğraflar ve birkaç kere de internet sayesinde gördüm gülen yüzünü. İşten çok bunaldığım bir sırada telefonum çaldı dün. O sesi duydum. Heyecanlı, geçen onca zamana rağmen hâlâ çekingen ama mutlu sesini. Gönderdiğim mektup, yanına iliştirdiğim iki kitapla birlikte eline ulaşmıştı. Öyle şeyler söyledi ki, elimi kolumu nereye koyacağımı bilemedim bir an. Mutlu olmak, mutlu etmek bu kadar kolayken, bunca can sıkıcı lafın sözün, nasıl hâlâ etrafta dolanabildiğini anlayamadım.

Kimbilir

Bir zamanlar gözyaşlarımı kurutamadığım şarkılarda ağlamıyorum artık. Garip bir kayıtsızlıkla, "bak bu o şarkı" diyorum gönlüme. "Gözyaşlarının lekelerini tanıdın mı?" Bir gün yeniden seversin, o şarkılardan uzakta bir yerde, bir sonbahar rüzgârı tüylerini ürpertirken. Kollarını birbirine kavuşturmaktan kurtulursun. Hem belki karmakarışık çizgilerin doldurduğu kağıtları da bırakırsın bir tarafa. Harf harf, sözcük sözcük kurulursun yeniden beyaz kağıtlara, bir buluta uzanırcasına...

21 Ağustos 2010 Cumartesi

...

Tuhaf ayrılık vakitlerinde, komplo teorileriyle ya da zafiyet ihtiyaçlarıyla oyalanabileceğiniz kapalı bir mekân ararsınız kendinize; çoğu kere bu, yaşadığınız, hüküm sürdüğünüz eviniz olur. Nöbetleşe acı çekmez ki ayrılanlar; küçümsediğiniz basit bir aşk şarkısının bile size dokunmasının altında kibir yok mudur sanki,... ukalalık yok mudur, küçümseme yok mudur; şarkı şarkıdır da, siz hâlâ siz misinizdir?!
Sürekli bombalanan bir şehrin en işlek caddelerinden birinde, dünyayla yüz yüze gelmenin, hayatla aynı masaya oturmanın ağırlığı terazinin bir kefesindeyken, dengeyi sağlamak için öbür kefeye neyi koyabilirsiniz ki? Sahip olduğunuzu iddia ettiğiniz inceliklerinizi mi, şu kalp ağrısını mı, cep telefonunuzda sakladığınız mesajları mı?! Bunların kişisellikleri utandıracaktır sizi. Önünden geçtiğiniz sinemanın afişlerine bakarsınız; bakarsınız ki, bu curcunada, gitmeyi plânladığınız film bile vizyondan kalkmıştır. Filmler de gitmiştir, hayaller de. Yapay kahramanlar da. Yalnızca gerçek tüketilmiyor ki, masum yanılgılar da harcanabiliyor telâşlanıldığında.
İyi’nin basitliği, doğru’nun yapmacıksızlığı, dürüstlük’ün alelâdeliği, bu ’direkt hedefi vurma operasyonu’nun bir parçası aslında; çabalama eylemini gözardı edebilmekte gizli. Ustalaşmakta gizli. Nasır bağlamakta gizli. En sevdiğiniz kasetleri, cd’leri ve bir şişe şarabı yanınıza alıp üst sokakta oturan, tanımadığınız birinin kapısını çalmakta gizli. ’Ben geldim, sizinle birlikte ağlamak istiyorum.’ demekte gizli. Hüzünde ve neşede hep bir sürpriz havası vardır.
Kapısını çaldığınız kişi sevgiliniz olmayacaktır; çünkü artık siz, radyoaktif bir elementsinizdir. Yanacak, yakacak ve külünüzü ateşinize karıp söneceksinizdir.
Kişi, aklının aldığı şeylerden uzak durdukça hayatta kalır!
Küçük İskender

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Hayâl

Saat gecenin bir yarısı. Açık pencerelerden, beklenen esintinin asla doldurmadığı odalarımızda, uykuya hasret saatleri birbirine ekleyerek, tüketilen gecelerden biri daha. Sessizliği bozan tek şey, bir sonbahar müjdecisi gibi, başucumda çalışan pervanenin şımarık sesi. Odaya yayılan tatlı serinlik ve o uğultunun anımsattığı yağmur sesiyle, sanki, açık pencerelerden içeri bir sonbahar gecesi doluyor. Bir hayâle inandırıyor işte yine beni. E ben, çabuk inanırım hayâllere. Hele de içinde sevdiğim birinin/bir şeyin adı geçmişse...

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Yansıma

Duvara yansıyan ağacın yaprakları, bir gölge oyunu oynar gibi salınıp duruyor kendi kendine. Belli bir ritimde, bir sağa bir sola kıvrılışlarını izliyorum, beyaz duvarın üzerinde. Çok hafif esen bir rüzgârın, kendisinden büyük yansımasını, bir masal dinler gibi, bir film izler gibi kabulleniyorum sessizce. Sabah güneşinin uğramadığı bir cam kenarından insanlara bakıyorum. Ve merak ediyorum, gölgesi duvara vuran yapraklar gibi, kim bilir onlar hangi rüzgârın yansımasını taşıyorlar üzerlerinde.

10 Ağustos 2010 Salı

Hasta

Burnumun direği sızlıyor. Boncuk boncuk terlerken en ufak esintide deli bir fırtınaya tutulmuş gibi titremekten yorgunum. İşin kötüsü, bu durum ruhuma da sirayet etmiş durumda. Hem ruhu, hem bedeni aynı anda hastalanırsa ne yapmalı insan? Ne yapmalı da kurtulmalı, hem sıcak, hem de o deli fırtınadan?

6 Ağustos 2010 Cuma

Belki de

Bütün kağıtlar kirlenmiş, bütün kalemler keskinliğini yitirmişti belki. Yazmasak da olurdu...

"Ne diyebilirim ki? Kağıt, kalemle oynanan çocukluk oyunlarımızdan biri, "Adam asmaca" olduktan sonra."

Küçük İskender

2 Ağustos 2010 Pazartesi

Teşekkür

Böyle bunaltıcı havalarım vardır benim. Bir arkadaşımın hediyesi fincanla her çay içişimde, "senin aldığın fincanla çay içiyorum" dediğim zamanlar oldu mesela. Ya da bir hediyeye bakıp saatlerce ağladığım. Şimdi, benim için hazırlanmış sayfalarca şiir var elimde. "Ben hayatta en çok babamı sevdim"le* başlayan buğu, "Suskunum Sana"** ile damla oldu gözlerimde. Hayır hayır ağlamak yok, bu yazı teşekkür mahiyetinde.
Teşekkür ederim Sazan'ım...


* Can Yücel
** Adnan Yücel

31 Temmuz 2010 Cumartesi

Suçlu

Yüzüme baktı. Ağlamaktan şişmiş gözleri, ve onca saattir uyuyor olmasına rağmen, günlerdir uyumuyormuş gibi yorgun görünen yüzüyle baktı bana. Gözyaşlarına eşlik eden kırık dökük kelimelerini bitirdikten sonra.
Bizim konuşmamızı kıskanıp bir köşeye çekilen küçük çocuk, annesinin gözünden akan yaşları görünce, gelip kucağına oturdu. Bir yandan annesinin gözünden akan yaşları silerken, diğer taraftan, yaşından hiç de beklenmeyecek tehditkâr bakışlar savuruyordu bana. Annesini benim ağlattığımı sanmıştı galiba. Haklıydı belkide. Ben ağlatmıştım onu. Kimseye anlatmadığı, evde olduğu anlaşılmasın diye ışıkları söndüren insanlar gibi, içini karartıp oraya sakladığı her şeyi, deşip ortaya çıkarmıştım. Anlatsın, ağlasın, ferahlasın istemiştim. Çünkü anlatamamak nasıl bir sancı olur, bilirdim.
Aynı yaştaydık. Birlikte kurduğumuz hayaller, yürüdüğümüz yollar, daha dün gibi tazeydi anılarımda. Niye böyle oluyordu bilmiyordum. Sevdiğim insanların acılarına çaresiz kalmak canımı yakıyordu. Toz alır gibi üzerinden silip atmak istiyordum bütün yaşadıklarını. "Bak, geçti işte" demek. Ona zamandan bahsetmek istemiyordum. Çünkü biliyordum, zaman hiç de adil işlemiyordu bazılarımızın hayatında.
Her şeyin ne kadar basit olabileceğini anlatmak istiyordum ona. Sadece bir karar almasının yeterli olduğundan başlayarak. Ama öyle olmayacaktı işte. Ben ne söylersem söyleyeyim öyle olmayacaktı. Yolun bir yerinde, yaşadığın, senin hayatın olmaktan çıkıyordu bazen. Birinin annesi, birinin eşi, birinin çocuğu oluyordun yalnızca. Toplumun doğru sayılan kimi yanlışlarını, bir insanı canlı bir cenaze hâline getirmek pahasına, getirip dayıyorlardı burnuna. Sen de canın acıya acıya yaşıyordun. Daha doğrusu, yaşamak diyordun katlandığın acıya.
Oysa böyle olmamalıydı. Dedim ya, aynı yaştaydık. Ve nedense garip bir suçluluk duyuyordum onu dinlerken. Bazen bile bile canımı yaksam da, kararlarımı bir tek kendim olarak verebilmekten...

30 Temmuz 2010 Cuma

İşte öyle...

Sabahın kör bir saatinde, uyku tutmayan gözlerimin, başucumdaki kitaba uzanan ellerimle işbirliği yapması sonucu, kelimelere hapsolmuştum.

Söylesene, bir romandaki kavuşma sahnesine bile ağlıyorsa insan, nasıl olur da artık hiçbir şeye üzülmeyeceğine söz verebilir ki?

Sen şarkılar söyle içinden, boşver...

Bazen her şeyi hatırlamaktan çok yorgun düşüyorum. Onca cümle, onca bakış, onca gülüş. Söylesene, yaşandığı andan sonra unutuluverseydi her şey, yaşanmış sayar mıydık yine de?

Mavilik

İçmek, içinde boğmaya çalışmaktır sevgiliyi!

Küçük İskender


Sarıyer'e yarım saat mesafede bir balıkçı köyünde, güneşin sıcaklığını bir an olsun bile hissettirmeyen deli bir rüzgârın tenimizde dolandığı surların tepesindeydik. Kayalara çarpan dalgaların sesini dinlemekteydim. Deniz, bütün ihtişamıyla uçsuz bucaksız uzanmaktaydı önümde. Bütün düşüncelerim yok oluyordu, o göz alabildiğine mavilikte.
Gökyüzünü, denizi, dalgaları, güneşi; hatta sevgilileri izledim. Güzel şeyleri içti gözlerim, hapsetti yüreğime. Orada kötü olan ne varsa, güzelliklerin denizinde boğulsun diye...

27 Temmuz 2010 Salı

Akşam oldu hüzünlendim ben yine

Zoraki bir yağmurun peşinden sürükleyip getirdiği davetsiz misafirdi, nazlı nazlı esen rüzgâr. Pencerenin dibinde oturup, bir bardak demli çayın eşliğinde, çok sevdiğim bir şarkıyı dinler gibi dinledim, akşamın sessizliğine yayılan yağmur sesini. Perdelerin solgunlaştırdığı ışıklar yayılıyordu karşı evlerin pencerelerinden. Oysa çayım kadar demliydi benim odam. Hayallere dalmak için gözlerimi kapatmama gerek kalmıyordu.
Bütün sokağa, bütün mahalleye, hatta bütün İstanbul'a hâkim olmuştu yağmur. Sesinde ertelenmişti bütün kızgınlıklar, saklı kalmış kırgınlıklar ve yalnızlıklar. Şimdi yine tatlı bir hüzün sarmıştı ruhları... güneş, şımarık bir çocuk gibi, sıcağıyla bizi kendinden bezdirmeye başlayana kadar.

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Renksiz

Gitmekle kalmak arasında sallanıp duran bir pazar gününde, akşam sefalarının henüz açılmadığı saatleri yaşıyorduk. Annesinden izin almak için yalvaran küçük çocuklar gibi, gözümüz yollardaydı. Ayağımızdaki prangalar, günün kasvetli sıcağından da ağırdı. Kalakalmıştık nedensiz. Bütün pembeler vurgun yemiş, bütün beyazlar kirlenmiş, bütün maviler, is rengi bir perdenin ardına gizlenmişti. Yok oluyorduk...
Kullanılmadıkça unutulan kelimeler gibi, bulmacaların o çözülemeyen soruları gibi, yağmur yağmadıkça adı anılmayan gök kuşakları gibi yok oluyorduk. Böyle eksilerek, böyle içimiz ezilerek bir yok oluşa tahammül edemiyorduk oysa. Yaşadıklarını yinelemekten yorgun, kendini tekrarlardan bıkkın, hep en sevdiklerine kırgın devam ettirilen bir hayatın; bir gece yarısı, işinin ehli bir hırsız tarafından renklerinin çalındığını söylüyorduk. Hırsız işinin ehliydi, doğru. Çünkü hayatının renklerini bu kadar sessiz sedasız, bir tek, insanın kendisi çalabiliyordu.

25 Temmuz 2010 Pazar

Ayna

Saat gece yarısını henüz geçmişti. Yeni bir gündü... doğum günümdü. Yaptığın onca saçma sapan şeye rağmen, ilk kutlama mesajının senden gelmiş olması, mutlu etmişti beni. Bahaneler bulmuştum olan onca şeye yine. Bugün bile bilmem, kadın kalbi, neden bu kadar çabuk inanır o bahanelere.
O da bilmiyordu. Gözleri uzaklara dalmışken, dili tutulmuş gibi karşımda oturuyordu. Besbelli bunca şeyi, neden şimdiye kadar içinde tuttuğunu düşünüp duruyordu. Bir ressam edasıyla, hüznünün resmini çiziyordum oturduğum yerden. Ne gariptir, her kelimede biraz daha "ben" oluyordu o resim. Tıpkı... tıpkı bir aynaya bakar gibiydim. Anladım ki, herkes acısını ve mutluluğunu bir aynaya bağışlıyordu. Her baktığın aynada, kendi yansımanı görmenin sırrı da, galiba buydu.

23 Temmuz 2010 Cuma

Yazmasak olmazdı çünkü...

Bazen bir iki kelimeyle bile delicesine mutlu olabileceğimi söyledim mi sana hiç? Söylemişimdir tabii. Hatta ilk sana söylemişimdir bazı şeyleri. Çünkü kimse senin dinlediğin gibi dinlemez beni. Kimsenin içinde o kadar yer etmez kelimelerim. Ama senin içinde beklenen bir misafirmişçesine kendisine ayrılan yere geçer oturur. Ah o özlenmek duygusu, ah o kendini değerli hissetmenin huzuru... beni alıp hep gitmek istediğim bir diyâra savurur.

Ağrı

Küçük çocuklar kafalarını bir yere çarptıklarında, önce şaşkınlık yaşayıp sonra o acıyla deli gibi ağlamaya başlarlar ya hani. Çocuk ağlarken anne ya da baba, o duvara gidip vurmaya başlar, acıyı dindirecekmiş gibi. "Ahh ederim ben onu, ahh." Oysa ne âlâkası var, benim canım yanarken duvara vursan ne fayda. Ama öyle değil işte. İnanmak bütün acıları geçiren bir ilaç sevgili. Sen o duvara vurduğunda, sen yanımda bulunduğunda her şeyin geçeceğine inanmak... Bütün acılar için ağrı kesici.

22 Temmuz 2010 Perşembe

ve...

Yüzüyorsanız boğulmayın,
içiyorsanız çok için,
seviyorsanız sevişin,
üzülüyorsanız...
yapmayın!
değmiyor.

Küçük İskender




Elindeki hediye paketini dikkatle açmaya çalışmasından anlamalıydım aslında, nasıl bir "deli"yle aynı masada oturduğumu. Çünkü kendimden alışkındım bu duruma. Tiyatro, sinema, konser biletlerini biriktirmek benim için de normaldi. Piyango ve kazı kazan biletlerini de biriktirdiğini öğrendiğimde, ufak çaplı bir şaşkınlık yaşadım ama... Neyse ki çabuk geçti.
Birbirine hiç benzemeyen hikâyelerden arta kalmış, küflü acıları çıkardık ortaya. Yanına da iki bira. Yok... hayır ağlamadık. Üstüne çok ağlanılmış o zamanlara güldük inadına. Aslında kadınlar ağlamayı o kadar sevmezler biliyor musun? Bakma, içlerindekini başka türlü nasıl temizleyeceklerini bilemediklerinde dökerler o yaşları. Diyorum ya, yoksa sevmezler ağlamayı.
Bir şarkının sözlerini kağıttan okur gibi, içimize bakıp bakıp anlattık; geçmişte kalan ama evhamlı insanların, o tedarikli ruh hâliyle hep yanında taşıdığı anıları. Büyük büyük laflar etmeye gerek yoktu, biliyorduk. Birçoğu ayağımızın altında kalmıştı zamanında. Bir o kadarı da ardımızda. Şimdi yeni şeyler söylemek lazımdı. Sırtımızdaki yüklerden arınarak yürümek ve düne gömebilmek için bütün acıları...

20 Temmuz 2010 Salı

İnatçı

Yağmur yağarken aklına düşmüşümdür belki. Öyle olmasa da mühim değil. Mühim olan tek bir şey var. Bazı şeyleri delicesine severken, dudaklarından tam tersi cümleler dökülen insanlardan olmam. Hani "kal" demek için her şeyini feda edebilecekken; inadına, kuru, önemsemez gibi görünen bir "git" deyiveren insanlardan. Ah yağmur... işte öyle seviyorum seni.

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Öğreti

O bilindik öğretilerle yoğrularak büyüdüğümüzden midir bu hâlim? Komşudan gelen tabakları, boş olarak götürmenin ayıp olduğunu öğrendiğimden beri; hiçbir zaman bir takım olamayacak tabaklarla doldu yüreğim. Çünkü ne o tabaklarda sunulacak sevgim, ne de boş olarak iade etmeye yüzüm olmadı hiçbir zaman. İşte bu yüzden biriktirdim.
Korkuyu da böyle mi işlediler acaba içimize? Söylesene, birini severken incinmekten, sevilirken incitmekten korkmayı, hangi sözle öğrettiler bize?

18 Temmuz 2010 Pazar

Konser

Bağlamanın, gitarın teline yüreklerimizi astılar zaman zaman. Kalabalık arkadaş ortamlarının bile, insanı nasıl kimsesizleştirdiğine tanık ettiler bizi. Hep içine dönmenin, eskiye bakmadan edememenin kanıtıydılar. Şimdi daha da kalabalığız. Daha da kalabalıklar...



16 Temmuz 2010 Cuma

Acı

Bazı sözcükler niye böylesine acıyla yan yana gelirler, bilmem. Okuduğumdan beri içimde yankılanan o cümleyi diyorum...


Ben seni bağışlamadım sevgili. Hele bir başkasına, hiç bağışlamadım...

Küçük İskender

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Elbette

Apartman kapısından çıkarken bu sabah, sokağın temizliğinden sorumlu o abiyle karşılaştım yine. Yolumun üzerinde olduğu için, neredeyse eve en uzak konteynıra çöp attığımı bildiğinden, "bırak abla apartmanın girişine, ben alırım" diyor, beni her gördüğünde. Oysa bilmiyor, benim içim elvermez, ortalığı öyle dağınık dökük bırakıp gitmeye. Bu sabah tam apartman çıkışında karşılaşmamızdan memnun görünüyor, alıyor elimden poşetleri. İnsan böyle bir şeyden mutlu olabilir mi? Elimi kolumu sallayarak tatile çıkmış gibi hissediyorum o an kendimi. Yani hep o hayal ettiğim, hiçbir şeyi umursamadan, gerekliliklerinden kurtulmuş biri olarak yollara düşmüşüm gibi. Bunu farkediyor herhalde ki, gülüyor.
"Bir simit alabilir miyim?" Başında şapkası, "bütün buralar benim" edasıyla tezgahın başında oturan adam, söylediklerimi soruya çeviriyor. "Bir simit mi istiyorsun?" Sanki yanlış bir şey söylemişim de, uyarmaya çalışıyor beni. Ne demek istediğini anlamaya çalışırken, simidi pakete sarıp uzatıyor. Kolay gelsin diyorum. Gülüyor.
Sevgililer dolanıyor sokaklarda. Yalnızlar daha kalabalık oysa. Onlar sadece dağınıklar. Gökyüzündeki parça parça bulutlara benziyorlar, her biri bir yerde. Ve akıllarında kimbilir neler. Uzanıp gidiyorlar yollara, yalnızlıkları kadar sessizler. Sokağın gürültüsüne bile aldırmıyorlar bak. İçlerindeki karmaşa yetiyor onlara. Ne zaman ki karşılaşıyorlar bir sokakta, yağmur yağıyor kurumuş topraklara. Özlenen toprak kokusu gibi gülüyorlar.

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Gölge




İnsan kalabalığının henüz doldurmadığı o sakin deniz kenarında, bir bankın üzerine kurulup, bütün kötü olaylardan habersizmişim gibi izliyordum ufku. Ve güneş, her geçen dakika, yorgun gölgemi kaldırımda biraz daha uzatıyordu. Bana sorarsanız o karaltı, benden daha gerçek, daha cesur ve daha umutluydu. Dilinin döndüğünce ikna etmeye çabaladıktan sonra içimdeki huysuzu, "ne halin varsa gör" deyip, bırakıp gidecekti yine, sıkı sıkıya kavradığı ipin ucunu. Ve ben orada öylece, kimbilir neleri düşünerek yine ve üzülerek istisnasız hepsine, bir çıkış yolu arayıp duracaktım. Bütün yolların çıkışında bir bekçi gibi dikildiğimi bilirken üstelik...

Fotoğraf : Deniz KOÇAK

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Gündökümü

Hayattan çaldığım bir perşembe günüydü ruhumdaki sükûnete sebep. Bir termos çay, iki simit ve ince belli bardaklarla çıkmıştık yola. Perşembe günü için çok kalabalıktı vapur. Sanki her perşembe sabahı ada vapurunda yol alırmışım gibi bunu söylüyor olmam garipti gerçi. O bulutlu havaya rağmen içerde oturmak olmazdı. Vapurun denize nazır yan tarafında, oturaklardan arta kalan boşluğa serdik poşetleri, bağdaş kurup oturduk. Aramızda kalsın ama, denizin içinde gidiyormuşsun gibi hissediyorsun oraya oturduğunda.
Bardaklara çaylar dolduruldu, simitler koparıldı. Hatıralardan, içimizde saklı kalmış gizli acılardan katıldı yanına. Konuştukça daha bir koyuldu çayın rengi. Deniz köpürdü, köpürdü...
Kınalı ada'nın o sessiz sakin sokaklarında dolaşıldı. Denize karşı oturuldu uzun uzun. Sanki gelecek birini bekler gibi bakıldı uzaklara. Rüzgâr deli deli esti.
Vasati kırk çöpün topu topu üç sigara yakabildiğine de inanıldı. O üç sigaranın dumanı savruldu savruldu... Başımızda köpük köpük toplanmış o bulutlara karıştı. Artık biliyorum, onlar bulut değil. Efkârın dumanı.

9 Temmuz 2010 Cuma

Saklambaç

Otobüs terminallerinde bagaja verilen koliler gibi, renkli iplerle sarılı zamanlarıydı ömrümün. Memleketten gelen paketler, biz çocuklar için bir bayram sabahı tadındaydı. Öyle heyecanlı, öyle meraklı açılırdı ki o koliler.
Bu şehirde bulunup bulunmadığı ayrımı yapılmaksızın, bir sürü sebze meyve yayılırdı ortalığa. Bir de, sanki Anadolu'nun ücra bir kasabasında yaşıyormuşuz da, bir türlü tadına varamıyormuşuz gibi, anneannemin o kolinin bir yanına mutlaka iliştirdiği çikolata. Her seferinde içinden çıkacağından emin olsak da, merakla bekler, ortaya çıktığında hiçbir zaman eksilmeyen o sevinci yaşardık yine.
Dün o sevince benzer bir şeyler hissettim, taa şuramda. Bir cümle, ufacık bir not ya da uzun, çook uzun bir yazı... ne fark ederdi ki. O sevinç bir yere kaybolmasın, ben bunu yaşadığımı unutmayayım diye yazıyorum bu satırları. Ve senden saklanabilmek için ya da bir tek sen bilesin diye saklandığım ağacın arkasını...

7 Temmuz 2010 Çarşamba

Unutmak

Keşke unutabilse insan. Tutulmayan sözleri, gözünün içine baka baka yalan söyleyenleri, sevgisini, inancını yerle bir edenleri, güzel anılarını ateşe verenleri. Kulağında bir uğultu gibi dolanıp duran, alaycı, kibirli sözleri ve o sözleri keskin nişancılar gibi, neyi hedef belirleyerek söyleyeceklerini iyi bilen acı bileyicileri. Ne bileyim, kendi söküğünü de dikebilse mesela, şimdinin terzileri. Birleştirse birbirine, kötülerinden ayrıştırılmış güzel günleri. Güzel ve iyi'nin anlamı kaybolmadan, mevsimi geçmiş tatsız meyveler gibi.

6 Temmuz 2010 Salı

Yeni

Aslında hayat her mevsim aynı. En ufak değişikliği paketi ile haber verilen, diğerlerinin üzerinde de aynı ibare olduğunu yadsıyarak, değişen ambalajının tepesine, mânâsız bir "yeni" ibaresi kondurulan deterjanlar gibi. Belki de sadece budur, eskimeye vakit bulamadan ve yeni olmanın tadına varamadan ardımızda bıraktığımız zamanların sebebi.

Akar akar...

Eve yayılan kavrulmuş soğan kokusu, tenceredeki yemeğin fokurdama sesi, mutfak camının buğusu. Tahta kaşığın, kimin elinde olduğunu umursamadan tekrarladığı devinimleri. Tencerenin kıyısına iki kere vurularak, görevini başarıyla tamamlamış olduğunu bildiren, alışkın, muzaffer hâlleri. Onca saatin mutfağın hangi köşesine saklandığını bir türlü bulamadığım dakika sesleri. Zaman, işte böyle akıp gidiyor. Ortalığa yayılan kokuların, açık camdan hızla olay yerini terketmesi gibi.

4 Temmuz 2010 Pazar

Rüzgâr

Şehrin ışıklarının çok cezbedici göründüğü bir tepeden baktım bu akşam, o ışıkların içinde kaybolmuş yanıma. Hiç tanımadığım bir duygu dolaşmaya başladı, kalabalıklardan koruyabildiğim o sıkılgan tarafımda. Bütün şehri içimde taşıyormuşum gibi hissediyorum bazen. Sıkışan trafik, sinirli insanlar, birbirlerinin ayağını kaydırmaya çalışanlar; âşıklar, yalnızlar, baharlarını inatçı ayazlara kaptıranlar... Bir şehrin en nezih mahallesini seçer gibi, gelip kurulmuşlar içime. Bense kapılıp gidiyorum, gecenin laciverdinde parıldayan ışıklı hâllerine. Beni gökyüzünün çatılmış kaşlarından koruyan, yıllanmış ağaçlar, yaprak yaprak açılıyorlar başımın üzerinde. Seni soruyorum onlara. Rüzgâr eşliğinde bir şeyler fısıldamaya çalışıyorlar; duyamıyorum. Ancak lodoslarda duyulabilecek bir cevap olmandan korkuyorum.

2 Temmuz 2010 Cuma

Yaşamak bu yangın yerinde




BU YANGIN YERİNDE

Yaşamak bu yangın yerinde
Her gün yeniden ölerek

Zalimin elinde tutsak
Cahile kurban olarak

Yalanla kirli havada
Güçlükle soluk alarak

Savunmak gerçeği, çoğu kez
Yalnızlığını bilerek

Korkağı, döneği, suskunu
Görüp de öfkeyle dolarak

Toplanıyor ölü arkadaşlar
Her biri bir yerden gelerek

Kiminin boynunda ilmeği
Kimi kanını silerek

Kucaklıyor beni Metin Altıok
"Aldırma" diyor gülerek

"Yaşamak görevdir bu yangın yerinde
Yaşamak, insan kalarak"

Ataol Behramoğlu

28 Haziran 2010 Pazartesi

Gözü kara

Dertli türkülerin kör kuyularında yıkanıp, gittikçe kararan gecenin bir yerine tutunmaya çalıştı gözlerim. Ne yana baksam durulmuyordu süzülen damlalar. Ne yana baksam, bütün renklerinden sıyrılıp kararıyordu.

Fal bakar gibi ellerimi inceleyişlerim son bulmuyordu hiç. Nar çiçeği rengi ojelerime bakıp bakıp ağlayasım geliyordu. Bu kadar güzel bir rengin dünyada oluşuna, bunca saçmalığın içinde o güzelliğin kayboluşuna ve daha da önemlisi, çölde görülen serap misali, güzelliklerin varlığından bir türlü emin olamayışıma ağlayasım geliyordu. Çatlamış duvarlarımdan sızıyordu yaşlar.

Alışkın hareketlerle siliyordum yaşları, nar çiçeği rengi ojelerin eşliğinde. Kafasını kuma gömdüğünde saklandığını sanan deve kuşları gibi, ıslandıkça rengi açılan gözlerimin, gittikçe karardığını düşünüyordum ben. Ağladıkça sanki kömür karası oluyordu gözlerimin rengi. Oysa çok mutlu olurdum, karalara bürüneceğine, "gözü kara" bir deyimin dengi olabilseydi.

25 Haziran 2010 Cuma

Haziran'da ölmek zor

...
Hep yüzünde kalmalı bu gülüş
Bu seni çağlara direnecek bir yontuya
Döndüren bu sevinç pırıltısı hep kalmalı yüzünde
Hep bu kadar büyük ve bu kadar güzel olmalısın
Bu kadar ölümsüz ve bu kadar olağan...
A.Timuçin




Bazı kelimeler gibi yaralıdır bazı mevsimler. Çünkü en sevdiğini sırtından bıçaklar gibi, kuşların cıvıldaştığı bir mevsimi seçer zamansız ölümler. Oysa vakit daha çok erkendir, bir şarkıyı yarım bırakmak için. Daha çok, çok erkendir, başka bir diyara göç etmek için.
Koca bir boşluk kalır geriye. Bir de sesinin demlendiği şarkılar. Başa döner, bir daha dinlersin aynı şarkıları. Ama hep eksik kalır bir şeyler. O eksiklikten gözünü ayırmadan devam edersin yaşamaya. Haziranın zulmünü, hiç unutmamacasına.

23 Haziran 2010 Çarşamba

Kahve

Yağmur, nefessiz konuşan insanlar gibi hızlı hızlı yağmaya başladığında, vapurun damlalarla kaplanan üst kat camından, puslu görünen şehre bakıyordum. Üzerinden su damlayan şemsiyemle, alelacele oturmuştum oraya. Nerede olduğunun sonradan farkına varan insanlar gibi, vapurun içinde dolandı gözlerim. Herkes bir yerlere dalıp gitmişti.
Kadıköy'e yanaştığımızda, yağmuru ardımda bıraktığımı sanmıştım. Ara sokaklarda dolaşıp durdum fırsattan istifade. Sanatçılar sokağının başında yeniden karşıladı beni yağmur. Sağa sola bakına bakına geçip kuruldum arkadaşımın dükkânına. Su bardağı ağzı genişliğinde bir seramiğe şahmaran çizişini izledim hayranlıkla. Tanışmamızı düşündüm. İzmir'in bir köşesinden gelip İstanbul'a yerleşmişti o. Bir sürü tesadüfün sonrasında da yollarımız kesişmişti. Her şeyin bir nedeni vardı elbet. Karşımıza çıkanın ya da çıkmayanın.
Uzun bir sessizlik olunca, başını kaldırıp, "ne oldu?" diye sordu. "Hiiç" dedim, "seni izliyorum" "Veee..." dedi, her ne düşünüyorsam onu öğrenmeden peşimi bırakmayacağını belirtmek ister gibi. "Vee..." dedim, "şu hayatın ne kadar garip olduğunu." "Bir kahve içilir şimdi bunun üzerine" dedi. "Tabii ya" dedim, "kahve!" Kahve, bu garipliği anlamlandıracak yegane şeydi belki de.

21 Haziran 2010 Pazartesi

Yağmur

Ezberlenilmiş hayatların kenarı kıvrılmış sayfalarında, altı çizilmemiş satırlarda saklıydı rüzgârlarım. Ve ne zaman bir düşün peşine takılıp gitsem, hiç hesaba katılmamış mevsimsiz yağmurlar oluyordu tek sığınağım. Yurdundan ayrılıp, toprağa kavuşmak için acele ediyordu damlalar. İşte o zaman anlıyordum, niye en çok koşarken ıslanıyordu insanlar.

18 Haziran 2010 Cuma

Yazmak...

"Başkaları konuştukları gibi yazarlar, ben sustuğum gibi yazıyorum."
Amin Maalouf/Yüzüncü Ad

Hatır

Ferahlatıcı bir rüzgârın kollarındayım bu sabah. Bir vapur düdüğü tadında düşler kuruyorum. İskelede kalan yolculara, hiç de âlâkaları yokken bakışlarını vapurda dolandıran insanlara el sallar gibi, umursamaz buluyorum kendimi; içimdeki korkulara. Üstüm-başım, yüzüm-gözüm maviye boyanıyor, her kulaç boyunda.
Gökyüzüne parça parça dağılmış bulutları toplayıp, köpüğüne katıyorum; sevdiğini kucaklar gibi iki yana açılan denizin. Bir tarifi olmalı diyorum, insana bir parçacık da olsa huzuru tattıran şeylerin. Gökyüzünün mesela, ya da mavinin. Bir anlamı olmalı insanın martılara bunca özenişinin. Suyun denizde böylesine romantik hâle gelişinin bir nedeni olmalı.
Ansızın hayatımdan çıkıp gidenlerin, bir fısıltı tonunda gelip içime yerleşenlerin hesabını tutmayı bırakmışken ve ölesiye yorgunken üstelik, aynalardaki suretin, umursamaz görünüp görünmediğini kontrol etmekten... Çoğunlukla bir yanılgıyla son bulsa da, yine de vazgeçememişken insanlara güvenmekten. Açık pencerelerin ceryanında, bir rüzgârla bu kadar duyguya dağılıp gitmenin; henüz yazılmamış, okunmamış, söylenmemiş satırlarda gizli bir sebebi olmalı. Ve bu dağınıklığı akla hoş gösterecek mutlu günlerin, ufacık bir hatırı.

17 Haziran 2010 Perşembe

Limonlu Dondurma

Anneye yalvar yakar dondurma aldırdığın zamanlar çok uzakta kaldı artık. Bütün gece öksürmüş olsan da, iyi olduğuna inandırmaya çalışmalar, tam sıcaklar bastırmadan yiyemeyeceğin kuralını yıkmaya uğraşmalar yok. Ardından su içilmesi gerektiğini, hasta olma korkusunun eşliğinde hatırlamak da yok. Şimdi o çocukluk yadigârı, çözülmüş bulmacalar gibi duruyor elinde. Üstelik tadı da hiç benzemiyor, o zamankilere.

14 Haziran 2010 Pazartesi

Kayıpların ardından



Bazen her şey ne kadar mümkün geliyor insana. Küçücük, ufacık bir ışık, bir yanılsama gibi görünüp kayboluyorsa da, inanmak o ışığın varlığına... İnanmak işte, sebebi her ne olursa. Ve birilerine anlatmak, sana deli gözüyle bakmaları pahasına. "Ben demiştim" ukalalığına bürünmek için değil, sadece bakışlarındaki şaşkınlığı eklemek için mutluluğuna.
Yolları, aşkı, dostları, tam yitirildiğini sanırken karşına çıkıveren umutları, bir kavganın içinden çekip alır gibi kurtarmak karanlıklardan. Bırakıvermek, bu oyuna dünden razı içindeki çocuğun yanına. Ve şarkılar söylemek onunla birlikte, her şeyin sırrına erdiğini sanan o insanların inadına. İnanmak sevgili, her şeye rağmen inanmak önemli olan, bu dünyanın güzel bir yer olacağına.



Bu yaşıma geldim içimde bir çocuk hâlâ
Sevgiler bekliyor sürekli senden.
İnsanın bir yanı nedense hep eksik
Ve o eksiği tamamlayayım derken,
Var olan aşınıyor zamanla.

Anamın bıraktığı yerden sarıl bana.

Anıların kar topluyor inceden,
Bir yorgan gibi geçmişimin üstüne.
Ama yine de unutuş değil bu,
Sızlatıyor sensizliği tersine.
Senin kim olduğunu bile bilmezken.

Sevgiden caydığım yerde darıl bana.

METİN ALTIOK

11 Haziran 2010 Cuma

Gülümse, bulutlar gitsin

9 Haziran 2010 Çarşamba

Eksik

Günlerdir yağmurun istilasına uğramaktan yorgun düşmüş, sakin, bulutlu bir İstanbul sabahında yazıyorum bunları sana. Aslında yazamıyorum. Okuduğum kitapları karıştırıyorum akşamları. Fotoğraflara bakıyorum. Çekmecemi tekrar tekrar düzenliyorum. Sevdiği bir şeyi kaybettiğinde, nasıl en âlâkasız yerlere bile bakarsa insan, işte öyle dolanıyorum günlerdir evin içinde. Şarkılar hâlâ güzel, biliyorum. Ama öyle tatsız tuzsuz geliyor ki bana. Şiirler tamamlanmamış yollar gibi. Hiç tanımadığım bir yerde, "son durak" diyorlar, iniyorum. Bir ıssızlığın ortasında yapayalnız kalıyorum.


Rüzgâr akar gider,
aynı kiraz dalı bir kere bile sallanmaz aynı rüzgârla.
Ağaçta kuşlar cıvıldaşır :
kanatlar uçmak ister.
Kapı kapalı :
zorlayıp açmak ister.
Ben seni isterim :
senin gibi güzel,
dost
ve sevgili olsun hayat...
Biliyorum henüz bitmedi
sefaletin ziyafeti...
Bitecek fakat...

Nazım Hikmet Ran

3 Haziran 2010 Perşembe

Bırak dağınık kalsın

"Sen konuşurken, bir ortaöğretim öğrencisinin cuma günü sevinci gibi bir sevinç dolanıyor içimde" demişti. Ya da buna benzer bir şey. Öylece kalakalmıştım. Çoğu zaman huysuz ve mutsuzken aynada karşılaştığım suret, nasıl olup da bir başkasına, bana da hiç yabancı olmayan o eski heyecanları hatırlatırdı? Sevinçle karışık bir kıskançlık dolanmıştı içimde. Hani, çocuğu evde ıspanak yemeyen kadının, komşunun evinde iştahla yediğini izlemesi gibi. Kapının altından atılan mektuplardaki gibi rahattı konuşurken, sakınmasız. Bir beyaz kağıt kadar cesurdu üstelik. Çekinmiyordu duygularının belirginliğinden. Özenmiştim ona. Korkaktım ben. Ve yorgun. Söylediği cümleleri anlamamış gibi davrandım bu yüzden...

1 Haziran 2010 Salı

Eylül

Yeri geldi diye ağlıyorum
yoksa hiç aklımda yoktu. /Yılmaz Erdoğan

Ben eylülde doğmalıydım. İncecik hırkalara sarınırken, ilkbahar ve yazda hoyratça kullanılmış ruhlar. Kış şehrinin uzağında bir sahil kasabasında, unutulmuş bir şarkıya eşlik eder gibi salınırken ağaçlar. Ve dallarından, her ne kadar imkânsız olduğu bilinse de, yine de zamansız sayılacak ayrılıklar gibi, teker teker dökülürken yapraklar.
Ben eylülde doğmalıydım. İlkbaharda adımlamaya başlamalıydım zamanı. Yazın laciverdine yetişebilmeliydim. Daha bir hazırlıklı olurdum o zaman, yaşayacaklarıma. Oysa bir kış çocuğuyum ben. Ne kadar sıcak olsa da hava, çare bulamıyorum işte, içimde kopan o zamansız fırtınalara...

Çizgi

Avucumu açıp içindeki çizgilere baktım; kalem tutmaktan yorulmuş elimi dinlendirirken. Ve açık kapı bulmuş bir mahkûm gibi, yıllar öncesine gittim koşarak, o çizgilere öyle anlamsızca bakarken.
Her tarafı cepli o kırmızı montumu gördüm yıllar sonra. Ceplerime soktuğum ellerim, yan yana gelmiş çocuklar gibi neşeyle dokunurken kalemlere, biliyordum, montun üzerindeki mürekkep lekeleri, bir tek annemi kızdıracaktı yine. Bense o kalemlerle, avucumdaki çizgilerin üzerinden geçmeye devam edecektim hep, bıkmadan. Çünkü sevmekten vazgeçmeyecektim hiç, kalemler kadar, lekeler ve çizgileri de. Ama yine de bilemeyecektim hiç, nerede saklanırdı başlangıçlar; ayrılıklar hangi kırık çizgilerin içinde? Ve ben, hangilerini belirginleştirmek için boyayacaktım kalemlerle?

31 Mayıs 2010 Pazartesi

Uçurtmayı vurmasınlar

Sana böyle uzaktan bakmak... Kimi zaman tel örgülerle, kimi zaman bir masa mesafesiyle ayırırken bizi hayat. Gözlerim gözlerine yakınken bu kadar, uzak kalmak içindeki parıltılardan. Sen yokken, o kalın duvarlardan birine, kötü olan her şeyi unutmak, yok etmek ister gibi çizgi çekmek; ilkokul talebelerinden hallice. Türküler mırıldanmak, adını sayıklar gibi. Şu dört duvarda değil de, onlarda tutuklu olduğunu düşünmek. Bir gün, o türkülerin söylenebildiği yerlerde olabileceğini düşlemek. Ve ölesiye inanmak o düşe. Başka çaren olmadığı için değil, o düşlerin mutluluğuyla son verdiğinden hasretlere.
Aynı avluyu adımlamak günlerce, senelerce. Ayakkabılarımın altına "özgürlük" yazmak, silindiğinde gerçekleşir belki diye. Ve senin, özgürlüğümü düşlediğini bilmek, gökyüzünden uzak, yıldızsız gecelerimde. Mükellef bir kahvaltının kokusuna ya da dolunayın gözüne ilişen ışığına uyanmayı dilemek; demir ranzaların çok uzağında. Sırf sen üzülme diye iyi olmaya çalışmak, sırf sen varsın diye katlanmak bütün bunlara... zor sevgili.
Nasılsın diyorsun ya... Nasılım ben de bilmiyorum işte, sen sadece bir fotoğrafken duvarda...