1 Ocak 2009 Perşembe

Dilek ağacı

Soba borusuna demir bir kelepçeyle tutturulmuş üç telli çamaşır askısında kuruyan, zar zor çalışan bir merdaneli makinadan az önce çıkarılmış çamaşırlar gibi, zorlu bir yolculuğun keyifli sonundaydı sanki. Başka bir şehirdeymiş hissi uyandırıyordu sokaklar bugün. Yeni yıkanmış bir dükkanın önü ferahlık yaymıştı içine. Saçlarını toplamaya çalışmıştı ama başaramadı bir türlü. Annesinin ayak ucuna oturmuş, taranan saçları elektriklenmiş küçük bir kız geldi gözlerinin önüne. Yanından birileri geçti hızla. “Eskiden bu kadar acelemiz yoktu” diye düşündü. Hiçbir şeye yetişemeyeceğimiz kadar hızlı geçmiyordu zaman. Oysa şimdi ne kadar koşsak o kadar geride kalıyoruz yaşayacaklarımızdan.
Otobüsün cam kenarında oturmuş, bir görünüp bir kaybolan güneşin ışınlarından, sakınmaya çalışmıştı gözlerini. Yanından arabalar geçiyordu. Kiminde aileler, kiminde sevgililer… Güneş gibi bir görünüp bir kayboluyorlardı yolda. Sabah içtiği kahvenin fincanını kapatmıştı adettendir diye. Söylenenler geldi aklına. Meğer ne çok ihtiyacı varmış güzel cümleler duymaya. Falın en güzel yanı buydu herhalde. İyi şeylerin kötülerle denge kuramadığı günlerin kurtarıcısı oluyordu fallar. Yeni yollar, biraz para, güzel bir aşk… Garip bir rahatlama oluyor üzerinde, farketmeden yüzüne yayılan gülümsemeyle birlikte. Peki siz, yıldız kaydığında dilek tutuyor musunuz hâlâ? O tutuyor. Gözlerini sıkıca kapatıp, isteklerinin arasından en önceliklisini seçmeye çalışır gibi kalıyor bir süre öylece. Sonra yüzüne yayılan bir rahatlamayla açıyor gözlerini. Susuyor sonra da. Dileklerin ardından sessiz kalınır çünkü. Sorulmaz ve de söylenmez dilenen dilekler. Ta ki yıllar sonra bir gün, o dileği hiç olmadık bir zamanda anımsayana kadar…

Ocak/2009

Bir ömür tükenirken

Ne ayaklarının dermanı kalmış kenarına yığıldığı yolu adımlamaya, ne de gönlü dayanmış bir başına kalakaldığı hayatı yaşamaya. Bir adam upuzun yatıyor sokak ortasında.
İki polis duruyor başında. Biri eğilmiş, “Hey hemşerim kalk” diye dürtüklüyor adamı. Diğeri durduğu yerden öylece izliyor ikisini. Neden sonra yerde olan nabzını kontrol etmeyi akıl ediyor. Bir doktor edasıyla iki parmağını koyup bekliyor. Dünyada bilinmeyen bir hastalığı teşhis eder gibi halleri. “Ne olmuş?” diye soruyor diğeri. “Ölmüş” diye yanıtlıyor onu doktor özentisi.
-Nereden anladın peki?
-Ben ilk yardım kursuna gittim, diyor, adamın yanından doğrulurken. Diğeri küçümser bir edayla,
-Oğlum ne âlâkası var ilk yardımla ölümün?
Kelimelerle anlatmakta zorlanacağımız el hareketleri ve yüz ifadesiyle yanıtlıyor onu mesai arkadaşı. Ortada önemli bir durum yokmuş gibi günlük konuşmalarına devam ediyor onlar. Hayatın uzun zamandır gözden çıkardığı biri için, daha fazla kelime sarfetmeyi gerekli görmüyorlar demek ki.
Soğuk bir ocak akşamı, bütün gün yağan yağmurun ıslattığı kaldırım taşlarına boylu boyunca uzanmış Faruk Bey, yüzünde garip bir ifade. Üzüntülü mü, sevinçli mi çözemiyoruz tam. Hani mümkün olsa yüzünün sol yanı mutlu, sağ yanı üzgün diyeceğiz ama…
Yerde yatan bu adam, ömrü boyunca karıncayı bile incitmemiş biri. Sadece yere düştüğünde ezivermiştir, etrafta gezinen karıncaları belki. Ama öyle anlıyoruz ki, mecburiyetten onun da bu zalimliği.

Ocak/2009