21 Şubat 2013 Perşembe

Zamansız gelme...*

Her şeyini kaybetmiş gibiydi o gün gökyüzü. Bulutsuz, yağmursuz, mavisiz, hatta kuşsuz serilivermişti başımızın üzerinde. Oysa cemreler çoktan düşmüş, bahar diye diye bütün pencereler açılmıştı şehrin her yerinde. Açık pencerelerin insana umudu hatırlatan bir yanı olduğunu düşünmüşümdür hep. Geçtiğimiz sokaklar boyunca pencerelerden alamadım gözlerimi bu yüzden. İşin kötüsü, bunu kimseye de anlatamadım.
İnsanlar yerini sevmiş çiçekler gibi çoğalmış, renk renk çıkmışlardı o gün sokağa. Kalabalığı aşıp gittiğimiz kafenin kapı önündeki o küçük masalarından birine kurulduğumuzda, çoğunu şimdi hatırlamadığım bir sürü şey konuşmuştuk. Zaten hatırladığım en belirgin şey, uzun uzun konuştuğumuz. Bir de tabii, masadaki sigaraları görerek, elinde çakmaklarıyla yanımıza yaklaşan o küçük çocuk. "Çakmak almaz mısınız abla?"
O cümleden sonra içinde "çakmak" geçmeyen onlarca cümle kurduk karşılıklı. Konuyu bu kadar dağıttığına göre, ya işinde çok acemi, ya da kurdu tüm bu durumların diye düşünüyordum ki ben; tartıştığımız bir konuda, onun tarafını tutan arkadaşıma sarılıverdi birden. Bir görsen, masada onlarca kahkaha o anda. Bir tek sarıldığı arkadaşım biraz ağlamaklı. Giderken yüzünde beliren o muzip gülümseyişine eklediği "bence sigarayı bırakın" uyarısını da dinledikten sonra, ne oldu der gibi baktım arkadaşıma. Bugün bile hatırlıyorum, gözleri yıldızlı bir gece gibi pırıl pırıldı. Durup yüzüme bakmıştı. Ne kelime, ne ses, hiçbir şey olmadan. Sadece sigarasından birkaç nefes ve azıcık duman. Bazı soruları tekrar etmemek gerekir. Hiç sormamış olsan bile. O yüzden şaşkınlığına olmasa da, suskunluğuna ortak olmuştum ben de. Ne kadar zaman durduk öyle, hatırlamıyorum. Sadece bana kurduğu bir cümle kalmış o geceden, aklımda. "Tülay... bu kadar içten sarılmamıştı bana hiçkimse."


*Zamansız gelme elim kolum dağınıksa sarılamam/Turgut Uyar

15 Şubat 2013 Cuma

Mutfak

Yağmur, ocakta kaynayan tencerenin sesine eşlik edercesine vuruyor mutfak penceresine. Aklıma Oğuz Atay'ın "Babama Mektup'undan o sahne geliyor birden. "...ben de mutfağa giderek "Burada gene bir şeyler kaynıyor Muazzez" diye içeri seslenebileyim ve bana "Kaynadığını görüyorsun altını kıs Cemil Bey" denilsin ve ben de hiçbir şey yapmadan mutfaktan çıkayım." İnsanın odada sesleneceği birileri olmayınca, mutfaktan çıkası gelmiyor galiba. Sürekli buğulunan camlar, sigara dumanı ve boş bardaklar, dolu kül tablası ve kıyışık bırakılmış balkon kapıları arasında geçirebiliyor meselâ bir gününü. Soğuk havaya rağmen dışarı çıkma iznini koparmış çocuklar gibi şen şakrak koşturup duran akreple yelkovanın da yardımıyla. Ve belki birkaç da şarkı. Köşe başında oturan dilencinin Aylak Adam'ın bahsettiği o dilenci olma ihtimali ne acaba? Peki karşı evin bütün perdeleri yine niye böyle sıkı sıkıya kapalı?
Gidip ocağı kapatıyorum ben de bir hınçla. Sandalyeye oturup, yavaş yavaş azalan bir ritimle sona eren tencere şarkısını dinliyorum bir süre. Bence tutar bu şarkı. Vurmalılar bir harika. Sonra kalkıp, kahve, cezve, su ve şekerin arasına karışıyorum. İlk yudumu alırken aklıma gelen bir şiiri okuyorum içimden, ezbere. Ağlamaktan şişmiş gözlerimin kıyısında bir damla beliriyor o an. Yavaşça çeneme doğru süzülüyor. "Falımda yol var demek ki" diye geçiriyorum içimden.
Telefon çalıyor. Bugünlerde telefon sadece çalıyor. Çalan telefonlara elim gitmiyor. Oysa kapı öyle değil. Açmak zorundasın mutlaka. Üst kat komşum, misafirleri için yaptığı hazırlıkları anlatan bir sunum tabağı hazırlamış, uzatıyor. Tabaktaki poğaçalar kadar sıcak olan yüzündeki o gülümseme, biraz sekteye uğruyor benim hâlimi görünce. Fakat o şaşkınlığa rağmen, "tabağı" diyor, "boşaltırsanız..." "Tabii," diyorum, "hemen getiriyorum." Tabağı boşaltıp yıkadıktan sonra, az önce altını kapattığım yemeği dolduruyorum içine. Karşılıklı teşekkürler. Mutfağa döndüğümde yağmur hâlâ yağıyor. Evde yine yemeğim yok. Ama daha da kötüsü, aynı yemeği bir daha yapmaya gücümün kalmamış olması. Zaten diyorum, insanın gücü yoksa...

4 Şubat 2013 Pazartesi

Beceriksiz

Güzel bir şey anlatmak isterken, yanlış kelimelerin azizliğine uğramış bir cümle gibiydi dışarıda hava. Her şey baharı anımsatıyordu ama, sokak aralarında dolaşırken yüzümüz bir türlü ısınmıyordu meselâ. Aldırmıyorduk. Her biri birer dipsiz kuyuymuş gibi ellerimizi yutan ceplerimizeyse hele hiç. Varsa yoksa dolaşmak sokaklarda. Hayat hep bundan ibaretmiş gibi, sanki dolaşmaktan başka bir şey bilmiyormuşuz gibi şu dünyada. Bazen öyle olur. Hani dediği gibi o pek sevdiğim yazarın;" hareket etmezsen acı üzerinde birikir." Ama sakın, "yürüyünce geçti mi?" diye sorma. Bazı soruları sormak sadece vakit kaybettirir.
Aslına bakarsan kaybedecek vaktimiz de çoktu, ama yine de garip bir telâş içinde yürüyorduk o kalabalığa karışınca. Sonra gidip, tabelasında "aile" ibaresi bulunduğu için, bizi derste gülüşen iki çocuğa dönüştüren o çay bahçesine oturuyorduk. Garson da bu sebeple mi bilmem, "neye gülüyorsunuz, söyleyin de biz de gülelim" diyen bir öğretmen edasıyla yanaşıyordu yanımıza. Ayağımızın dibinden geçen kediler, başucumuzda uçuşan kuşlar ve az ötemizden dumanını tüttüre tüttüre giden vapurlar olmasaydı, ben bilirdim yapacağımı o garsona. Oysa "iki çay" dedik sadece, "iki çay."
Sonra da bütün söyleyeceklerimiz o kadarmış gibi sustuk bir süre. Rüzgârda uçuşan saçlarım, oltası denizde bir balıkçı gibi, bir sağa bir sola hareket ettiriyordu ellerimi. Komik mi görünüyordum böyle acaba? Soramazdım tabii. Ama insan söyleyemeyeceği şeylere de öyle kendi kendine gülmemeli. "Ne oldu?" diye sorduğunda farkettim ben bunu. Olsun. Bakıp sadece gülümsedim. Ardımdan o da. İnsan böyle şeylere anlam yüklemekten vazgeçmeli, derhal. Ben beceremedim. İnsanı en iyi tanımlayan şey de beceriksizlikleridir zaten. İnanmak diyorum, bir beceriden çok, beceriksizlik kanıtı gibi durur hayatımızda, işte tam da bu yüzden.