31 Aralık 2009 Perşembe

Yeni yıl

Bir otobüs durağında, uzun zamandır beklemekteyim. Ya çok erken gelmişim, yahut bir o kadar geç. Az ilerideki yaya geçidinin, tek ayağı havada çocuk resimleri üzerinden geçen insanları izliyor, güç almaya çalışıyorum onlardan. Herkes bir şekilde yaşıyor işte, diyorum kendime. Bir çıkar yol bulunuyor.
Hava birazcık bulutlu. Kendini bir türlü unutturmayan o yalnızlık duygusundan arınarak, ılık ılık esen rüzgarla ferahlatmaya çalışıyorum içimi. Sokakta oynamanın tadına varabilen, yaygaracı birkaç çocuğun bağırış seslerini dinliyor, tam karşımda duran, eski, yıkık telefon kulübesine bakınıyorum. Bir yerde olmalı elbet. Mutlaka bir yere saklanmış olmalı. Ama ne hikmetse, geçip giden şu koca senede de bulunamadı...

(Siz bu satırları okurken, ben Van'a doğru yola çıkmış olacağım. Dilerim mutlu başlar bu yıl. Ve öyle devam eder.)

Not:
Yağmur kız...
mavi bir gökyüzünde, kocaman beyaz bulutlar dolanırken, içimizi ısıtan aralık güneşi...
Doğum günün kutlu olsun. Çok çok mutlu ol, olur mu?

25 Aralık 2009 Cuma

Sevmek bir eylemdir


Ne zaman farkettik sessizliğe susadığımızı? Onca gürültü ve çatışma arasında, nerede olduğumuzu kaybettiğimizde ya da başkalarının doğrularına sarılıp, kendimize onların gözlerinden bakmaya başladığımızda mı? Kör, sağır, dilsiz yaşayan, koca bir kalabalığın arasında geçip giderken günler, mecazın aslından daha vahim olduğunu ne zaman farkettik? Farketmedik mi yoksa? Eyvah...

24 Aralık 2009 Perşembe

Acaba?

Bir tanım aranıyorum seninle her konuştuğumda. Bir kalabalığın ortasında yalnızlıktan sıkılır da insan, bir umutla, gözleri tanıdık birilerini arar ya hani etrafta... Ufak da olsa benzer duygular yakalamaya çalışıyorum kelimelerinde; olmuyor. Amacım sana yafta yapıştırmak değil; asla! Birazcık olsun anlayabilmek istiyorum seni. Ne kadar samimisin mesela? Ne kadarı sahtekârca kurduğun cümlelerin? Değer verdiğini söyleyip dururken, kendimi bu kadar değersiz hissetmemi de istiyor olabilir misin?

22 Aralık 2009 Salı

Tülay

Bunca yıldır benimle olduğu halde, nasıl merak etmedim? Bu kadar mı önemsemiyor, bu kadar mı basit, sıradan buluyordum onu? İsmimi yani. Tülay, ince ruhlu güzel demekmiş...

Sana bilmediğim bir şey söyleyemem...

Kapı zilinden ilk kez irkilmiştim. Diafon'a uzanıp, gelenin kim olduğunu sordum. "Benim". Kimliğinden bu kadar emin bir seslenişin karşısında, bir süre kararsız kaldıktan sonra, açtım kapıyı. Çocukluğumun komşu teyzesi, kimbilir kaç senenin ardından, akraba ziyaretinden dönerken uğrayıvermişti. Şaşkınlığımdan sıyrılmaya çalışarak içeri buyur ettim.
Kaç sene olmuştu; on, on beş? Ne yapıyor, nerede oturuyordu? Neler gelip geçmişti başından, görüşmediğimiz zaman dilimde? Onunla ilgili hafızamdaki en canlı bilgi, intihar eden kızıydı. Nedenini niçinini bile bilmiyor ya da hatırlamıyordum. Halının üzerinde bir noktaya dalıp, kendi kendine konuşur gibi anlatıyordu; oğlundan, kızından, torunundan. Usul usul birkaç soru sorup, çekiliyordum zihninden. Tam kapanmamış musluk gibi, sessiz sessiz anlatıyordu içinden geçenleri.
"İnsanlar arkalarına baktıklarında hiçbir şey göremediklerini söylerler ya" dedi, "işte ben, arkama baktığımda diyorum ki, her şeyi yaşamışım. İyiyi de, kötüyü de." Duyamadığını anlatmak ister gibi "nasıl?" diye sorduğunda farkettim, aslında içimden geçirmediğimi o cümleyi. "Peki, bu iyi bir şey mi?"

21 Aralık 2009 Pazartesi

Dü(i)şsel

Ne zaman kolumu yastığın altına koyarak uyumaya çalışsam, çıkan dişin, yastığın altında hediyeye dönüşeceği efsanesi gelir aklıma. Şu hayattan güzel şeyler istemek için, çekilmiş ya da düşmüş bir dişe ihtiyacım olmadı hiç. Başımı yastığa her koyuşumda, uykudan önce hayaller misafir oldu, göz kapaklarıma. Oysa diş, hayata tutunmak için, geçirmekle tamamlanan bir deyimde kullanıldı en fazla.

Yak bir sigara, kül olsun dertler ucunda

Gözüm, sadece bir nefes alabildiğim ve o andan itibaren, yavaş yavaş eksilişini izlediğim sigarada; kulağım, otuz kadar kişinin doldurduğu odaya yayılan, yaşanmış bir şeyleri anımsatan o türküdeydi. İçmeyi bilmediğim ve beceremediğim, ve üstüne üstlük, kokusundan da nefret ettiğim halde, bazı zamanlar, saçma bir özlemle doluyorum sigaraya karşı.
Belki de görücü usulü evlilikler gibiydi onunla ilişkim. Ortak yanlarının olup olmadığı sorgulanmaksızın, ailelerin birbirlerine uygun gördükleri gençlerdik biz. Belki boylarımızdı uygun olan, belki de işlerimiz. İşte tam o kıvamda yakışıyordu sigara, içimdeki kedere.
Kimsenin yadırgamayacağı bir efkâr terimi olmasına rağmen, öyle sevimsiz ve öyle aldatıcı bulurum ki ben onu, o an elimde sigara ile oluşturduğum görüntüye, alaycı bir gülüşle olmazlanışım da bundandı belki de.

20 Aralık 2009 Pazar

Bir sende değil, dumanlı ömür

Konusunun ne olduğunu bile bilmediğim bir filme rastlamış, öylece bakıyordum ekrana. Kanalı neden değiştiremediğimi de bilmiyordum. Çeşitli yerlerinden vurularak öldürülmüş insanların arasından, at üzerinde geçerlerken, gördüklerine inanmakta zorlanıyor gibiydiler; adam, kadın ve çocuk.
Ölmeyi, en çok o istediği halde, orada hayatta kalmayı başarmış tek insan, ansızın karşılarına çıkıp; "çok hastayım, ne olur beni öldürün" diye yalvarıyordu. Kendilerini kurtarıp, zar zor yollarına devam etmeye başladıklarında, bir anda, küçük kız, indi attan. Geriye doğru koşup, eline, kendisi kadar bir kaya parçası aldı. Adamın kafasına doğru olanca gücüyle fırlattı. Onca zaman beklediği ölüm, demek bu kadar yakınındaydı.
Acı çekmenin ne demek olduğunu bilen biri, hiç tanımıyor olsa bile, başkalarının acısına kayıtsız kalamıyordu. Yardım etmek için uzattığı elin, normal şartlarda yanlış kabul edilecek şıkkı seçmesi ne kadar zorsa, uzak durması da bir o kadar zordu işte. Yanlış dediğimiz şey de, artık kime göreyse?

Gülümse, hadi gülümse

Diğerlerine oranla boş sayılacak bir otobüsün orta kısmında, aralı camdan yüzüme ulaşan, şefkatli yağmur damlalarına ve acımasız rüzgâra teslim etmiştim kendimi. Akşamın karanlığında, camda belirginleşen yorgun yüzlere ve ince bir buharla silikleşen caddeye bakıyordum.
Sokakta kendi kendine yürüyebilmenin tadına yeni varabilen bir çocuk, endişeli annesini de ardından koşturarak, ana caddeyi adımlıyordu. Sonra kadın, son saniyelerine yaklaşmış kırmızı ışığı farkederek, çocuğu kucağına aldı. Her geçen saniye biraz daha hızlanarak karşı kaldırıma doğru ilerlerken, çocuğun havaya kalkmış elinin işaret parmağı, orkestra şeflerinin gülünç taklitlerini andırıyordu. Güldüm... Ve biliyorsun gülmek, insana hep iyi geliyordu.

18 Aralık 2009 Cuma

Film şeridi

Bazı anları, aklımıza ve aynı zamanda yüreğimize kazıyan duygular var. Seneler öncesi okuduğum bir kitabın, adı dahi hatırımda yokken; cümlelerini, sanki bana aitlermiş gibi, içimde taşıdığımı anladığımda öğrendim bunu. Ölsem de unutmayacağım cümleler, bakışlar, tavırlar, insanlar vardı.
Gönül Yarası'nda, "iyi ki çocuğunuz olmamış" diyerek, kızının ayrılığına acemi-iyimser bir açıdan bakmaya çalışan babaya, "zaten çocuğumuz olmadığı için ayrıldık biz baba" diyen o kadın...
Cesur Yürek'te, maskenin ardına gizlenmiş düşman yüzünü gördüğünde, savaşta bile yaşamadığı bozgun duygusuyla dağılan o adam...
Ya da eski türk filmlerinde, kaç değişik versiyonunu, bilmem kaçıncı kez izlediğimi kestiremediğim, kül kedisinden bir prenses yaratılan ve adamın, daha ilk bakışta kadına sırılsıklam aşık olduğu o sahne...
Ezbere bildiğimiz filmleri izlerken, gayri ihtiyari, yine o tuzağa düşmesin diye, başrollere akıl verilen o an...
Bir anlamı var mı tüm bunların?

17 Aralık 2009 Perşembe

Çekmece

Yatağımın başucundaki çekmece... Yıllandıkça tad kazanan dostluklardan hatıra, ufak notlar; on saniye öncesinde ağlamış olsa bile, o an gülümseyen yüzlere ait fotoğraflar... Boş kağıtlar; hiç bana benzemeyen, eskide kalmış birine ait yıllıklar... Mutlaka burada bir yerde olmalı, beni yeniden ayağa kaldıracak umutlar...

15 Aralık 2009 Salı

Barış

Otobüsün camları öyle buğulanmıştı ki, akan sular, dirsek hizamdaki o küçük oyukta birikmişti. Soğuktu hava. Çok beklemiş, yeterince de üşümüştüm. Öndeki koltuğun cam kenarında, atkı-bere tam tekmil kuşanmış, tahminen ilköğretim çağlarında bir çocuk, o ıslak cama dayamıştı başını. Yanında bakımlı bir kadın oturuyor, ara sıra göz ucuyla bakıyordu çocuğa. Küçümseyen bir yanı vardı sanki bakışının. Ya da bir kızgınlık emaresi, tam emin değildim. Kitap okumaya niyetliydim ama gözümü bir türlü onlardan alamıyordum.
Birkaç dakika arayla, ifadesi değişmeyen bakışlarını çocuğun üzerinde gezindirdikten sonra; sol elini, cam ile çocuğun başı arasına geçirdi kadın. Omzuna yasladı beresinin kuru yanını. Başını yüzüne siper edip, bakımlı elini, berenin nemli yanına bastırdı. Küstüler sanki... Ama barışmışlardı.

14 Aralık 2009 Pazartesi

Yağmurlu bir gündü

Her ne kadar, bir saat içinde sağa sola çarpıp, bir şekilde zedeleyeceğimi bilsem de, kırmızı oje sürdürdüm. "Sürmeyi beceremiyorsun, bari elinde tutmayı başarsan" gibi gedikli bir cümlem vardı nasılsa. Ardından, ne kadar uzun olduğunu hatırlayamadığım bir zamandan sonra, fön çektirdim saçıma. O koltukta, neden bu kadar rahatsız olduğumu sorup durdum yine kendime; gerekli-gereksiz bir sürü soruya, gönülsüzce kısa cevaplar veririrken. Onların en sevmediği müşteri tipiydim herhalde. Biri bana çok dikkatle bakarken; olmadığım biri gibi davranmaya, istemediğim konuların içinde bulunmaya zorlarken, hep böyle rahatsız hissediyordum kendimi.
Yağmur yağıyordu kuaförden çıktığımda. Şemsiye taşımayı sevmiyordum ama, onca eziyetini çekmişken, saçımın bozulmasına da razı değildim. Cumartesi akşamı ve Pazar gününün plânları için gerekli her şeyi, bavul gibi bir çantanın içine doldurmuştum. Çanta yeterince kalabalık olduğundan ve sohbetle geçecek zamanlarda, kitabıma ihtiyacım olmayacağını bildiğimden, onu almamıştım yanıma. Ama plân aksayıp da, kendimi tek başıma bir cafede otururken bulunca, bir kere daha anladım ki, hayata temkinli olunamıyordu. Misafirdik ya, umduğumuz gibi değil, bulduğumuz gibi yaşayacaktık her şeyi.
Elimdeki bardakla oyalanıp dururken, birçok soru sordum kendime. İnsanlar bazı cümleleri öyle bilinçsizce ve öyle ezberden söylüyorlardı ki, hayat ansızın sözlüye kaldırdığında, anlamaz gözlerle bakıyorlardı. Ama bütün bunlara aldırmadan, hayatımdaki sonuçlara, içten içe, gururlarını okşayan sebepler yakıştırıyorlardı. Yalnızdım; unutamadığım biri vardı muhakkak. Onlar böyle düşündükleri için mi, yoksa böyle düşünmelerine sebep olduğum için mi kızgındım, bilmiyorum.
Büyük laflar ediyor, tutamayacakları sözler veriyorlardı. İçlerine sindiremedikleri bütün cümleler su yüzüne çıkıyordu bir anda. Bütün sebepleri, hayal güçlerine borçlu olduklarını farkettiklerinde, kendi kazdıkları kuyularda kayboluyorlardı. Aldırmıyordum artık. Yürümek istiyordum, oysa yağmur yağıyordu...

11 Aralık 2009 Cuma

Doğum Günün Kutlu Olsun Yeşil Gözlü Dostum...




Günaydın güzel dost. Yine bir doğum gününde beraberiz. Benim için hayatın bana verdiği çok güzel hediyelerden birisin. Dostluğun,arkadaşlığın benim için değeri biçilmez bir hediye.Her zaman benim en iyi dostum olarak kalacaksın.Arada ki mesafe ne olursa olsun bu hiçbir zaman değişmeyecek.Yeni yaşının güzellikleri,mutlulukları beraberinde getirmesini diliyorum. Ve hayata biraz daha olumlu bakmanı sağlamasını istiyorum:) Unutma mutlu olmak senin elinde.Hiç bir kişinin seni üzmesine izin verme.
Bazen beni çileden çıkarsanda seviyorum seni yeşil gözlü Calimero:) Doğum günün kutlu olsun arkadaş....


Not: Blogunu ele geçirdim galiba.Kusura bakma ama doğum günün için özel bu.Benden kork demiştim:) Biraz acele oldu yazı.Daha güzelini yazmak isterdim.Ama bu konuda seninle yarışamam:)

10 Aralık 2009 Perşembe

+1

Gökyüzünde parıldayan yıldızlar gibi olsa da, pastamı süsleyen mumlar; ben o küçük kız çocuğuyum hâlâ.
Bakıyorum da, sadece posası kalmış yıllar öncesininin güzel dileklerinin. Ve ne yazık, son kullanma tarihi geçmiş, tüm umutlarımın. Yine de, dostlardan aldığım güçle, geceyi söndürmek niyetindeyim bugün.
27 mumun alevinden bir güneş doğarsa eğer, yeni bir güne; fısıltılı bir merhabayla karşılayıp, armağan edeceğim kendime. Her şeye rağmen, doğum günüm şerefine...

Aralık/2009

8 Aralık 2009 Salı

Hayat tuhaf filan değil...komik!

Algımın bu dar çemberinden çıkmak istiyorum. En acıklı sahneye kahkahalarla gülerken, birdenbire hıçkırıklara boğulan o kadın, bana benziyor mu diye düşünmekten vazgeçip, okuyabilmek istiyorum yeniden.
Çocukluğunun hiçbir döneminde "dersini yaptın mı?" diye sorgulanan biri olmadığım için belki de, görevlerini hatırlatan bir anne otoritesiyle yaklaşıyorum kendime. Bir sonuca ulaşamıyorum çünkü, ne kadar düşünsem de...

7 Aralık 2009 Pazartesi

Bekleme Salonu Oyunundan...

Adam : Geçmişimin çamurlu sayfalarını size anlattım diye, köşemde oturup ağlamamı mı bekliyordunuz?
Kadın : Keşke...
Adam : Otursaydım değil mi?
Kadın : Hayır, ağlasaydın!

6 Aralık 2009 Pazar

Ya dışındasındır çemberin...

Her şeyden, herkesten kaçıyorum bu aralar. En çok da kendimden, her ne kadar boşa olsa da bu çabalar. Tanımadığım kalabalıkların arasında bir yalnız olmayı, çare belleyip kendime, dün akşam ve bugün için tiyatro biletleri satın aldım, alelacele. Canım sıkkınken yaptığım şeyler pek içaçıcı olmayacaktı. Evde olmamalıydım. Sürekli düşünecek, yerli-yersiz ağlayacaktım. Hiçbir şey okuyamayacak, huzursuzlanıp duracaktım. Ve dahası, etrafımdaki herkesi de huzursuz edecektim bu arada.
Düşünmekten alıkoyamasa da, o kalabalık, bende bir utanma duygusu oluşturur ve ağlamaktan alıkoyardı belki. Yine de, her boş anımda düşünürken yakaladım kendimi. Ve cevabını bir türlü bulamadığım sorular sorarken. Hayat, benden ne istiyorsun sen?
Sevdiklerimin kimini alıp götürdün, kimini benden çok uzaklara savurdun. Bütün cümlelerimi teker teker sınayıp durdun. Bütün olmazlarımı zorlayıp, kurallarımı ihlâl etmeye teşvik ettin beni. Söylesene neden? Sence de yeterince yorulmadım mı artık? Yeterince üzülmedim mi?
Önce anneannemi aldın, sonra Kazım abiyi. Ölümü tattırdın en ağır haliyle. Sonra çocukluk arkadaşımı savurdun, ülkenin br köşesine. Kınası yakılırken de, sorunlarını dinlerken de ağladım ben. Eli kolu bağlı olmanın yakıcılığını hissettim içimde. Şimdi tutmuş, en yakın arkadaşımı, dostumu, ülke dışına gönderme plânları yapıyorsun. Yarım kalmak ne demek, öğreneyim istiyorsun galiba. Ben sana ne yaptım bu kadar, bir türlü anlayamadım hâlâ?
Bütün kalp çarpıntılarımda, hep diken üstünde oturttun beni. Hiç "ohh" diyemedim, yarından korkmayan herhangi biri gibi. Karşıma geçip, "daha ne yaşadın ki?" dediğini duyar gibiyim. Türk filmlerin kötü kahramanlarındansın sen, muhakkak. Pis bir sırıtışla, kurduğun tuzağa düşmemi bekliyorsun. Ben bu kadar ani değişimlerin altından, kalkabilecek miyim peki?
Bir yaşı daha ardımda bırakacağım birkaç gün sonra. Karşıma daha neler çıkaracaksın acaba? Evet, doğum günüm yaklaşıyor yine.
Çocukken annemin kurduğu sofralardı, benim için doğum günleri. Beyaz, dantel bir örtünün üzerine dizilmiş, kurabiye, kısır, pasta, sarma dolu tabaklar. Ve illaki, yüze kondurulmuş emanet bir gülümsemeyle çektirilen, fotoğraflar.
Sonra, bir an önce geçmesini istediğim zamanlar oldular. Büyümek istiyordum çünkü. Aralık ayında doğan her çocuğun insafsız kaderiydi, annemin beni, inatla, aslında bir sonraki sene doğmuş sayıldığıma ikna etme girişimleri.
Zaman geçtikçe, benim için bir hesaplaşma gününe dönüştü, yaş devirleri. Ama her ne olursa olsun, o mumlar üflenmeli, güzel dilekler dilenmeliydi. Çaktırmadan daha özenli olurdum o gün, kendime. Sanki kimseye gerek kalmadan, ardımda kalan yılları unutturmak için, iltimas geçerdim, kaşıma gözüme.
Şimdi ilk defa bu kadar kayıtsız kalıyorum o güne, bir yaşı daha ardımda bırakacak olmama rağmen. Ben bu yıl öğrendim ki, "asla"ların ardına gizlenip, büyük cümleler kurmamalı insan. Gerçi emin değilim artık ya, öğrenmenin bile gerekliliğinden. Ve sanıyorum ki, doğru kabloyu kesebilmek için, bütün sorularımın cevaplarını bulmalıyım, cuma günü gelmeden...

4 Aralık 2009 Cuma

Vazgeçiş

Kaybettiğim bir şeyi bulmuş gibiydim, seninle karşılaştığımda. Ve bütün doğrularımı yitirmiştim sanki, bir çırpıda. Ben hayır dedikçe, kalbim evet diyordu ya; bir kez daha anlamıştım ki, insan en çok kendine kızıyordu, suçlu aramaya başlayınca.
Belki ilk defa, ardıma bakmadan gitmek, bu kadar zor olacaktı. İlk defa yaşayamadıklarım, hep bir başkasına ait kalacaktı. Bunca koşturma içinde farketmediğim bir şeyi anladım, yanında soluklanırken. O kadar çok yorulmuştum ki, sadece birazcık huzur istiyordum ben.

3 Aralık 2009 Perşembe

Ağaç

Takılıp kaldığım bir şarkının, burnumu sızlatan sesiyle bastırmaya çalışıyorum herşeyi. Bir daha dinlemeyeceğim deyip, iki şarkı sonra yine ona dönüyorum. Aynı şarkıyı defalarca dinlediğimin farkına varmıyor sanki hiçkimse, içimdeki gürültü sayesinde. Dinliyorum, ağlıyorum.
Penceremin tam karşısında, mevsime direnen yeşil yaprakları olan bir ağaç var. Gövdeye yakın kısmının yaprakları sararmış biraz. Sanki içinden bir ışık süzülüyormuş gibi. Kimbilir, belki onun da içi acıyordur benim gibi?

1 Aralık 2009 Salı

Gündüzün şerri, gecenin hayrından iyi miydi?

Ne kadar kararsız biri olduğuma defalarca karar vermiş olmama rağmen, şimdi bu halime neden şaşırıyorum dersin? Ve işin kötüsü, gündüzle gece kadar farklı iki seçenekten, hangisini seçersem seçeyim, canımın yanacak, aklımın diğer seçenekte kalacak olmasına; ve bu durumun gelip beni bulmuş olmasına neden şaşırıyorum söylesene? Çünkü ben bulamıyorum bir sebep, o kadar düşünmüş olmama rağmen hem de.