31 Mayıs 2010 Pazartesi

Uçurtmayı vurmasınlar

Sana böyle uzaktan bakmak... Kimi zaman tel örgülerle, kimi zaman bir masa mesafesiyle ayırırken bizi hayat. Gözlerim gözlerine yakınken bu kadar, uzak kalmak içindeki parıltılardan. Sen yokken, o kalın duvarlardan birine, kötü olan her şeyi unutmak, yok etmek ister gibi çizgi çekmek; ilkokul talebelerinden hallice. Türküler mırıldanmak, adını sayıklar gibi. Şu dört duvarda değil de, onlarda tutuklu olduğunu düşünmek. Bir gün, o türkülerin söylenebildiği yerlerde olabileceğini düşlemek. Ve ölesiye inanmak o düşe. Başka çaren olmadığı için değil, o düşlerin mutluluğuyla son verdiğinden hasretlere.
Aynı avluyu adımlamak günlerce, senelerce. Ayakkabılarımın altına "özgürlük" yazmak, silindiğinde gerçekleşir belki diye. Ve senin, özgürlüğümü düşlediğini bilmek, gökyüzünden uzak, yıldızsız gecelerimde. Mükellef bir kahvaltının kokusuna ya da dolunayın gözüne ilişen ışığına uyanmayı dilemek; demir ranzaların çok uzağında. Sırf sen üzülme diye iyi olmaya çalışmak, sırf sen varsın diye katlanmak bütün bunlara... zor sevgili.
Nasılsın diyorsun ya... Nasılım ben de bilmiyorum işte, sen sadece bir fotoğrafken duvarda...

30 Mayıs 2010 Pazar

Ne fayda



Hiç bilmediğim bir semtin uzayıp giden sokaklarına bakarken, gecenin bir vakti; içimdeki yabancılık hissine kapılıp, çözülüverdi gözyaşlarım yine. Ne bulunduğum yere, ne de etrafımdaki insanlara değildi yabancılığım. Bir tek kendimeydi. En münasebetsiz zamanlarda kapımı çalan yanıtsız sorularım vardı benim, o sokakta bile peşimi bırakmayan. Ve bir hastalık belirtisi kıvamında yanan o sarı ışıklar, çengelli noktalarıydı; allı pullu, birbirinden hatırşinas o cümlelerimin.
Her kapı sesinde beklediği gelmiştir ümidiyle heyecanlanan ve o kapıyı her kapatışında ağlamamak için kendini zor tutan insanlar gibi; her geçen saat, biraz daha yalnızlaşıyordu o sokaklar. Dilinin ucunda bir şarkı, elinde bir mendil; niye ağladığını bilmeden iç çekmek bir gece vakti... Çoğu zaman bir nedene bile gereksinim hissetmediğini bilerek üstelik. Orada öyle saatlerce kalmak isterken, toparlamak zorunda olmak kendini; sanki hiç ağlamamışsın gibi. İşte yalnızlık, böyle uzun ve manasız sebeplerle dolu bir yolda buluyor seni. Ve inan, seviyorsun onu bazen. Onun seni sevdiği gibi sevemeyeceğini, kimseye hissettirmeden...

29 Mayıs 2010 Cumartesi

Sebebi koparılan çiçekler

Öyle sıcak, öyle bunaltıcı bir hava vardı ki dışarıda, insan ne adım atmak, ne de bir yerde oturup kalmak istemiyordu. Sokaklar benden başka herkesin haberdar olduğu bir bayram yaşanıyormuşçasına doluydu. Kaldırımlara, arabaların açık pencerelerinden her telde müzik yayılıyordu.
Adımlarım ağır, kulağım, radyo frekansı aranır gibi, sıkışık trafikte ilerledikçe değişen melodilerdeydi. İşte o sözler böyle gelip buldu beni.
Dinlemek istediğim şarkıya rastlamışım da, frekansı sabitlemeye çalışıyormuşum gibi, yüzümü çevirdim, müziğin geldiği arabaya. Artık ne kadar yavaş yürürsem yürüyeyim, ardımda kalacaktı o şarkı. Neden durup dururken yağmur sonralarını düşünmeye başlamıştım ki, dinleyen herkesin yazı hatırladığı o şarkıda?
Kavuşma anlarında, birinin diğerine koştuğu kadar hızlı ve bir o kadar sevgi dolu yağan memleket yağmurları. Ve yağmurun sesi sustuğunda, yeni uyanmış bebekler gibi gözlerini kırpıştıran güneş eşliğinde, ortalığa yayılan kuş sesleri. O şarkıda dediği gibi, belki de sadece bahçemden koparılan çiçeklerdi, bu hâlimin sebebi.

27 Mayıs 2010 Perşembe

Pervane

Akşam karanlığının tam anlamıyla hâkim olmadığı saatlerdeyim şimdi. Açık penceremden ürpertici bir hava doluyor içeri. Aslında bilsen, ne çok şey anlatmak istiyorum. Ama sebepsiz yere kavgaya tutuşan insanlar kadar şaşkınım, anlatmak istediklerimi düşününce. Geçenlerde bir arkadaşım, "sen de bana benziyorsun" dedi. "Bazen çok çabuk çıkarabiliyorsun insanları hayatından." "Galiba" dedim, ona söylemesem de, korkarak bu durumumdan.
Bazen öyle bir noktaya geliyorum ki, gönül kırgınlığımın telafisi olmuyor. Ardıma bakmadan çekiyorum kapıyı. Ortalık dağınıkmış, içerde en sevdiğim kazağım kalmış filan... umrumda olmuyor. O gurur var ya o gurur... Neyse...
Aslında hepsi bir yana, birine benzemek mutlu etti beni. Biriyle aynı duyguları paylaştığını bilmek, bir şeyleri açıklamak zorunda olmadan anlaşılmak. Hani bazen durursun öylece. Sessiz, gözlerin bir noktada kilitli. Yanında biri olsun istersin. O an sana neyin iyi geleceğini bilen biri. Bir şarkı söylesin, bir fıkra anlatsın; ama gözyaşlarına karışmasın. Yorulmasın konuşmaktan, usanmasın suskunluğundan. Bakışlarını kaçırmasın gözlerinin buğusundan. Biri olsun ve tutsun ellerini. Orta şekerli, mis kokulu bir kahve gibi, kendine getirsin seni...

26 Mayıs 2010 Çarşamba

Yaralı




Yalancı bir ihbarla telaşa kapılan kalabalıklar gibiydi, içimdeki sözcükler. Koşturup duruyor, birbirlerini eziyorlardı. En altta kalanlar, en naif kelimelerimdi. Tutamamıştım hiçbirinin elinden. Toparlayamadım, hecelerine yanlış ayrılmış harf kırıklarını. Sustum bu yüzden. O kelimeler olmadan anlatmaya başlayamam ki hikâyelerimi, hiçbir şeyden çekinmeden.

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Sızı

Sanki bir ses duysam değişecek her şey. Şairin dediği gibi, "sesime ses veren olsa" değişecek. Beklenen bütün zamanlar gelip geçecek. Koşarken yere düşen çocuklar gibi, bir anda toparlanıp kalkacaklar ayağa, kırılan umutlar. Oyunları yarıda kesilmesin diye, üstlerini başlarını silkeleyerek ayağa kalkan o çocuklar, etraflarında kim varsa ikna etmeye çabalarlar ya hani; kanayan kol ve bacaklarıyla. Aslında en çok kendilerini inandırmaya çalışırlar bilir misin, canlarının acımadığına. Oysa yalanım yok benim. Çok canım acıdı zamanında. Hep durup dinledim kendimi. Bu acı dedim, şuna benziyor; bu gülüş... şuna. Benzemese kıyamet kopmayacaktı ya. Ama benzemeliydi işte. Birine, bir şeye... Şimdi benzetmek istemiyorum gelen günleri, hiçbirine. O çemberin içinden kurtulsun istiyorum, kıskaca alınan düşünceler. Ve geçsin karşısına acının, canı yanmıyormuş gibi davrananın değil, sadece kendi canının acısıyla uğraşanın utanması gerektiğini kanıtlasın. Ve çocukluğundan hatırladığı gibi, yaraların sızısını, akşam yatağa uzanana kadar saklasın...

Not

-Senin adın ne?
-Sadiye.
-Benim Saadet'imin de vardı bir Sadiye'si.
-Ben oyum zaten anneanne.
Büyükanneanne, ömrünün son demlerinde, ilerleyen yaşının ona oynadığı bu oyuna kaptırmıştı kendini. Kimseyi, hiçbir şeyi hatırlamıyor; hatırladığını da hemen ardından unutuyordu. Ne kadar eğlenceli gelirdi bize çocukken. Öyle ya, nasıl hatırlamazdı ki? Bir türlü aklımız almazdı bunu.
Ben de kendime bir şeyleri hatırlatmak için yazıyorum buraya en çok. Böyle biri değilsin ya da bak böyle birisin demek için. Günler sonra unutacak olsam da. Hatırlamak için, aylar sonra dönüp baktığımda da.

Türkiye Nükleer İstemiyor!

Zamanede bir hâl




Pencereyi açıyorum, ağır çekime alınmış gibi ilerleyen bu pazar gününün ortasında. Halının üzerine ilişerek sırtımı kalorifer peteğine yaslıyorum. Hafif bir rüzgâr doluyor odaya, bahçedeki erik ağacına asılı rüzgâr çanının garip melodisi ile birlikte. Pembenin hangi tonu olduğunu asla tarif edemeyeceğim sardunyaların tepesinde, boylu boyunca uzanıyor gökyüzü. Kaşları çatılmış gökyüzüne gülümsüyor sardunyalar.
Bir an sonra sessizliğe bürünüyor her yer. Kuşlar başka diyarlara göç ediyorlar sanki. Rüzgârsa, azarlanmış çocuk gibi bir köşeye siniyor ve susturuyor rüzgâr çanının kendine has melodisini. Yapayalnız kalıyorum.
Nereden geldiğini bilmediğim o türkü başlıyor birden. Radyoda isteğim yayınlanmış gibi, içimde sebepsiz bir mutluluk. Oysa o türkü alabildiğine acı yüklü. Dinledikçe kanıyor sanki, insanın yüzü gözü. Ama yine de peşinden gidiyorum işte. Bir melodinin peşine takılıp kilitli sandıkları açıyorum, canımın acıyacağını bile bile. Sararmış çeyizleri olan genç kızlar gibi, sararmış acılar saklıyorum o sandıklarda. Bakıp bakıp yerine kaldırıyorum, bir gün kullanılıp eskitilmesini umut ederek. Ve naftalin kokulu ellerimi birbirine kenetliyorum yine, bu kokuyu başka birinin daha duymasından çekinerek.

22 Mayıs 2010 Cumartesi

Sen bu satırları okurken...

Saat 10:30. Yatakta dönenip duruyorum. Bu saate kadar bile öyle zor dayandım ki. Annem gelip kapımı açıp baktı, tekrar kapattı. Uyuyormuş gibi yaptım. Bu saate kadar kalkmadığımı görünce, erkenden evden çıktığımı düşündü kesin. Offf... Uyku bu kadar erken terk etmese beni, ne var sanki. Uykuya dalsam tekrar ve akşam olsa. Sonra tekrar uyusam, sabah olsa. Kalkıp hayata karışmak gelmiyor içimden.
Duydun mu sesi? Yağmur yağıyor bak. Fatma teyzeye inat ne güzel yağıyor yağmur. Yaramazlık yapan bir çocuk gibi seviniyorum bu duruma. Camlarını silmiş dün Fatma teyze. Şimdi ne kadar söyleniyordur kendi kendine.
Saat 10:35. Kalkmam gerek artık. Güzel bir müzik açmalı şimdi. Öyle başlamalı yapılacakların bir ucundan tutmaya. Hiçbir şey yapmak gelmiyor içimden. Oysa ne çok severim etrafı derli toplu görmeyi. Arkadaşlarım dalga geçerler çoğu zaman, dolabım mağazaların rafları gibiymiş. Yalan... Titiz de değilimdir halbuki.
Saat 10:40. Ohhh... şükür... Beş dakika daha geçti. Yağmur daha da şiddetlendi şimdi. Çıkıp yağmurun elinden tutsam, küçükken annemin elinden tuttuğum gibi. Hadi desem, beni de götür gittiğin yerlere. Her iklimde yeniden ıslanayım. Sonra, güneşe kırpıştırarak gözlerimi, kuruturum nemli kalmış hayallerimi. Ama işte, yine de çıkmak gerek şu odadan. Hadi...

21 Mayıs 2010 Cuma

Sevmek boş iş oğlum

-Sevmek boş iş oğlum.
-Öyle deme. Benim sevdiğim bir kız var. O da beşe gidiyor. Hem gayet düzgün de bir kız.

Konuşmalarına kulak misafiri olduğum ilkokul öğrencilerinin, ardından bakakaldım bir süre. Ama hangisinin söylediklerine daha çok şaşırmam gerektiğini bulamadım yine de.

Gitme diye yalan bile söylerim...

Gitme diye yalan bile söylerim
Yerini söylerim ne saklamışsam, kal diye./Yılmaz Erdoğan

Nereye gittiğini bilmediğim, hiç de düşünmediğim bir otobüse binsem şimdi. Başını birinin omzuna yaslar gibi yaslasam camına. "Her şey güzel olacak" diye bakan bir çift göz olsa, her an bir parçası tamamlanan puzzle gibi ardımda kalan yollar. Birer birer ayıklansa hayatımdan, umuda katıştırılmış yalanlar.
İnsan, en çok kendine yalan söyler çünkü. Hayaller kurar, kurduğu hayalleri altı çizili cümleler gibi tekrarlar kendine. Yalanlardan suskunluklar, suskunluklardan hayaller edinir, birer isim bulur hepsine. Ve unutmaz hiçbirini. Belki de bu yüzden, durup durup kavga eder kendiyle.
Beş dakika önce tanımadığı birine, beş dakika sonra bütün hayatını anlatabilecek kadar yakın hisseder kendini bazen. Ve sadece bunun için bile, bütün dünyanın bir iyilik çemberi içine alındığını düşünür. Sevdiği birinin bir davranışıyla aynı dünyanın nasıl da saçma bir yere dönüşeceğine şahit olur. Doğrularını ansızın kaybettiği de, yıllardır farkına varamadığı bir duyguyu, bir anda kavradığı da olur. Belki de en çok bu yüzden korkar, şu koca dünyada kaybolmaktan. "Nasılsın" diye sorana, "iyiyim" diye yanıt vermeyi bir borç sayar ve ne yazık, alışır hep borçlu olmaya. Alacağını istemeye utanan insanlar tanır hâlâ.
Tüm bunlar yüzünden ya da tüm bunlara rağmen gitmek ister. Sabah bindiği otobüsten gideceği yere vardığı hâlde inmediğinde suçluluk hissetmeden. Ama gidemez işte. Neden olduğunu bir türlü bilemeden...

20 Mayıs 2010 Perşembe

Birazcık ışık


Maden Katliamlarını Protesto Ediyoruz!

"Tutar ellerinden kaldırırsın
adı kötüye çıkmış tüm sözcükleri" demiş Cemal Süreya ama,
bir ölüm... bir ölüm kalmış.
Kader diye boyun eğmemizi istedikleri ölümler kalmış, adı temize çıkmamış.

18 Mayıs 2010 Salı

Numaralar

738 numaralı otobüs durağından başladım bu sabah yolculuğa. İlk defa farkettim ki, otobüs duraklarının numaraları varmış. 1 neresi acaba? Artık aklım hangi düşüncelerin sarmalına dolanıp kaldıysa, indiğim durağın numarasına bakmayı unuttum.
Oysa hayat çok daha garip bir şey. Mesela ilk sevgilimin telefon numarasını ezbere biliyorum hâlâ. On sene öncesinden kalan numaraları niye hatırlıyorsam artık. Ya da ne anlamı varsa? Ardından bir şiirin o satırları geliyor aklıma.

Sadece benim seni anladığım,
kimsenin unutmamak için defterine not düşmediği,
ama hayatımda hep bir dipnot olarak kalan
kendi yasaklarım gibi unutmuyorum seni *

Bu şiiri ilk ne zaman dinlemiştim hatırlamıyorum ama...

*Bugün değil yarınsın sen/Ferhat Tunç

İşte bu yüzden, sırf bu yüzden...

Ece Temelkuran / Mutluluk Travmaları

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Deli

Dönüş yolunda, otobüsün cam kenarından izlerken geçtiğimiz kalabalık yolları, bir bahçe içindeki beyaz çiçekleri gösterdi arkadaşım. "Bunlar akasya mı?" Dönüp, "nasıl yani, bilmiyor musun" bakışıyla baktım ona. Şaşkınlığını görünce, dayanamayıp güldüm sonra. "Bilmiyorum" dedim. "Ben akasyaların şarkılarını bilirim en çok. Kendisini görmeden şarkılarını dinlemişim. Sevmişim de hem. Birisi bana şu akasya dese inanırım bak. Akasya mı bunlar?" "Delisin sen" dedi. "Deliyim ben" dedim gururla tekrar ederek.
Akşam eve geldiğimde, geçen gün boyunca, yüzümün sağ yanıyla iletişim kurduğum annem, hızmamı farketti. Ve yine aynı konuşma oldu nedense. Çünkü "Kızım deli misin sen?" oldu ilk tepkisi. "Valla çoğusu öyle diyor" dedim ben de, hiç düşünmeden.

Zaman, sadece birazcık zaman...

Artık mektuplar da yaralı. Kelimeler sahipsiz, beyaz kağıtların üzerine damlamış mürekkep lekeleri gibi. Darmadağınık cümleler, özensiz bir yazının altında yitirmiş gibi bütün önemini. Bütün zarflar adressiz, sadece göndereni belli. Pullar sadece koleksiyoncuların ellerinde. Hiçbir pul, hiçbir mektubu, kanatlandırıp kuş misali uçurmuyor artık bir yere. Hem postaneler de kapalı. Sanma ki tatil bugün. Sanma ki yarın diye bir şey var. Yok.
Aklıma üşüşen onca şiir, unutmayayım diye her fırsatta bir yerlere not aldığım. Dönüp dönüp okuduğum, okudukça vurulduğum. Sadece onlar var şimdi. Bir tek onlar sarıp sarmalıyorlar beni; her seferinde yeni bir hüzünle tamamlarken, bir önceki hüzünden arta kalan eksikleri. Tamamlana tamamlana eksiliyor içimdekiler. Ve eksildikçe artıyor ardımda kalan seneler. Sevinçli bir mevsimin dört koldan sardığı bu şehirde, gökyüzünde hâlâ zoraki mavilikler... Geçip gidiyor zaman.


fotoğraf çektirmek için yanyana getirilmiş iki nesne değiliz biz
güvercin curnatasında yanyana akan iki güverciniz
mesafeler birleştirdi bizi bir de sözler
razı olma hiçbir sessizliğe
biliyorsun seni seviyorum
pencereden bakmayı
öğretecegim sana. /Cemal SÜREYA

Belki şehre bir film gelir

İçinde bu kadar hüzün barındırırken, nasıl olur da bir şarkının ismi "gülümse" olur söylesene? Şimdi sıra şarkılara geldi işte. Çünkü kitaplar çok uzun. Çünkü kelimelerim kovalamaca oynar gibi kaçıyorlar birbirlerinden. Yerlerini beğenmiyorlar, kavga ediyorlar habire. Ben senden önde olmalıyım, hayır ben senden önce olmalıyım. Oysa ne farkı var, nasıl sıralanırsa sıralansın, aynı anlama gelecekse o cümle...

Serçe

Serçelerin insanlara korkmadan yaklaştığı, adı İstanbul sınırları içinde anılsa da, aslında İstanbul'dan çok çok uzakta, bir yüksek binalar diyarından haberler getirdim sana. Kahvelerdeki o küçük bardaklara doldurulmuş çaylarla öldürüyorduk, çay içmenin zevkini; bir pastanenin masalarında. Çay içerken çay içmeyi özlüyordum, ne yazık. O küçücük serçeler burnumuzun dibine kadar gelip, bize bakıyorlardı; "bir şey mi oldu?" diye soruyorlarmış gibi. Kimse bir şey sormasın, söylemesin isterken, onların sorduklarını hayal edişim nedendi ki?

16 Mayıs 2010 Pazar

Bulut bulut üstüne

Bizim köyün yaylalarına sis çöker zamansız. Hani burnunun ucunu göremezsin denilen cinsten. Öyle güzeldir, öyle hayali bir görüntüymüş gibi canlanıverir ki gözlerinin önünde, elin ayağın birbirine dolaşır. Bir korku kaplar içini. Birileri bütün yazdıklarını, bütün söylediklerini gizli gizli silmişler gibi şu hayattan. Bir bakmışsın ki beyaz bulutların altında kalmış, hem geçmiş, hem gelecek. Ah dostum, biliyorum boşuna çabalıyorum ben; benzetmelerle sana o bulutları çizmek için. Bir kere o bulutların içinde kalmalısın sen. Kalmalısın ki anlayasın, niye korkuyorum o bulutlara doğru adım atarken ben.


Kapı çalındı
Açmaya davranayım derken
Uyandım ki
Çamların altında yatmıyor muymuşum
Sırtüstü,
Hücum etti gözlerime
Göğün mavisi

Hoş
Böyle de kapıyı açtım sayılır
Diğ mi

Aynı kapıya çıkmasa bile/Can YÜCEL

Bahar yağmuru





Yapraklar ters döndüğünde yağmur yağar derdin anneanne. Yapraklar ters dönecek kadar rüzgâr estiğinde, yağmur yağar demekti bu. Ağzına bir parmak bal çalarmış gibi indi dün gece yağmur, toprağa. Sonrası kuru, kupkuru...
Islanmamaları için hızla topladığım çamaşırların, yığıldığı masanın bir kıyısından izledim ben yağmuru. Oysa dışarı çıkmak, saçlarımı salmak istiyordum. Bahar yağmuru iyi gelir derdin sen. Sormayı unutmuşum, ruhuma da iyi gelir mi, gidip şimdi bu yağmurların altına serilsem?

Ondan Uzakta



Away from Her / Ondan Uzakta

Oysa beni terk edebilirdin. Terk edip gidebilirdin...

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Boğazda köhne bir iskelenin yamacında

Bulutlu, kasvetli bir sıcağın teslim aldığı İstanbul'un tek sığınağı, vapurlardı bugün. Beşiktaş-Kadıköy vapurunun 11:45 seferinde, kıyıdan usul usul izledim denizi. Hiç unutulmayan, sevmekten hiç vazgeçilmeyen eski şarkılar gibiydi martılar. Ne zaman başlansa eşlik edileceğinden kuşku duyulmuyordu. Ve ben yine kaptırmıştım o şarkıya ruhumu.
Ta ki, genç bir hanım, sol yanımda kalan bir kişilik yere gelip oturana değin. "Bir kaç soru sorabilir miyim?" dedi, telli bir defterden koparılmış ufak bir kağıdı ikiye katlayarak. "Ne ile ilgili?" diye sorarken konuya dahil olmuştum bile. Üniversite öğrencisi olduğunu, sosyoloji dersi için bir araştırma yaptığını söyledi. "Peki" dedim, sanki ömrüm boyunca o soruları bekliyormuşum gibi.
Ne sıklıkla karşı yakaya geçtiğimi; iş için mi yoksa gezmek için mi gittiğimi; neden vapuru tercih ettiğimi ve vapurla yolculuk yaparken en çok ne yapmayı sevdiğimi sordu. Benim hiç dikkat etmediğim bir şeyi farketmemi sağlayan da, işte o son sorusu oldu.
Hava çok muhalefet etmiyorsa, dışarda oturup denizi izlediğimi söylemiştim ona. Denizi izlerken her şeyin aklımdan silinip gittiğini, lunaparkta en sevdiği oyuncağa binmiş çocuklar gibi içimin mutlulukla titrediğini ise kendime sakladım galiba. Deniz... benim dönme dolabımdı âdeta.

14 Mayıs 2010 Cuma

Garip

Rüzgâr saçlarımı savurdu ve ben anlam vermeye çalıştım olanlara. Evet ikisi aynı anda oldu. Hem belki rüzgârdan dağıldı, zar-zor bir araya getirdiğim kelimeler. Olamaz mı? İnsanlar vardı etrafta. Çok kalabalıktılar. O kalabalığın içinde kaybetmek istedim kendimi. Ama olmadı. Bütün renksizlerin içinde en renkli benmişim ya da bütün renklilerin arasında en renksizmişim gibi belirgindim. Adım atıyordum ama farkında değildim. Ayağım karıncalanmıştı sanki. Karıncalanmak, ne garip kelimeydi.
Bir sinema salonunun kapısında, elimde bir bilet, öylece bekliyordum. Ömrümden ömür gidiyordu. Yapılacak onca şey, gitmek istenen onca yer varken... Oysa ne saçmaydı bu bekleyişler. Ama işte "saçma" yine de garip bir kelimeydi.
Kendi kendine gülene deli diyorlardı mesela, ama yüzün asılınca umursamıyorlardı. Üzülmek özgürlüktü, mutluluk, göz kararı biçilmiş deli hükmü. Şu dünyanın orta yerinde, bu ülkenin en güzel şehirlerinden birinde, özgürdük ikimizde. Ve nedense özgürlük, hepsinden daha garip bir kelimeydi.

Eşik

Okuduğum kitabın kapağını usulca kapadığımda, başucumdaki çerçeveye takılmıştı gözüm. Şu anki hâlimden habersiz bir ben, gülen yüzler arasında gülümsüyordu. Kitaplar okumuş, yollar yürümüştüm geçen onca zamanda. Ne çok şey değişmişti, ne çok şey... Aklım bile almazken değişen bazı şeyleri, kalbime anlatmak nasıl zordu bir bilsen. Ama gün geliyordu, bir kapı aralanıyordu. Bitirmek ya da başlamak için, bir eşikten geçiyordu insan. Gözyaşlarına ve korkularına aldırmadan. Bir eşik vardı işte, hiç değişmemiş olsak bile, hepimizi bambaşka bir insan yapan...

Denize yakılan türkü

İstanbul'dan denizi izlemek güzeldir. Neresinden bakarsanız bakın ihtişamlıdır; gecesi de, gündüzü de. O mavi göze aşık oluverirsiniz farketmeden. Bağlanıverirsiniz delicesine. İstanbul'da deniz, hayran bırakır insanı kendine. Güzel bir kadına bakar gibi bakarsınız, çekinmeden, gözünün ta bebeğine. Oysa özlediğim o şehirde, güneşe bakar gibi bakılır denize. Gözü acır insanın bazen. Hele de akşamın karanlığı çökmüşse kente, korkuyla kolkola gelir, yanıbaşınıza kurulur o laciverdimsi sevgi. Ucu bucağı olmayan o koyu karanlık, karıştırır birbirine bütün hisleri.
Keşke kuş olup uçsam şimdi. Dalgalar kıyıya vururken, hem korksam, hem sevsem seni. Sormasam, yanıt aramasam. Sadece öyle olduğunu bilsem. Taa derinlerden bir yerden bilsem. Kalksam yerimden ve gitsem oraya şimdi. Yarım kalmış umutlar da gelir peşimden belki?

13 Mayıs 2010 Perşembe

Öyle işte

Keşke derim hep. Derin derin iç geçirerek ama küçücük harflerle. Ben keşke derim ya... Gerisini var sen söyle.

Bir baş düşünürüm başımda,
Bir mide düşünürüm midemde,
Bir ayak düşünürüm ayağımda,
Ne haltedeceğimi bilemem./Orhan Veli

Keşke bilebilsem.

Belirsiz

Sabah evden çıkarken bugüne dair bildiğim tek şey, çok sıcak olacağıydı. Güneşin yüzümüze gülüp, sonra rüzgârla işbirliği içinde bizi üşüttüğü günler geride kalacaktı artık. İlk defa kısa kollu giyindim bugün. Bir garipsedim kendimi. Ofise doğru yürürken yaya geçidinin tam ortasında duran otobüsün herkes önünden geçerken, arkasından geçtim ben. Doğrusu bu olduğu için mi, onlar kadar cesur olamadığım için mi, yoksa birazcık yalnız kalabilmek için mi bilmiyorum. Ve sonra sevdiğim o şarkının tam ortasında bitti müzikçaların şarjı. Dondurmasını elinden düşürmüş çocuklar kadar şaşkın yürüdüm kalan yolu. Sokağın sesini katıp içime, getirmeye çalıştım o şarkının sonunu.



Yalnızlık.
her kimliğe doğuştan yazılı tek uğraşıdır insanın, bir yaşama sırasında.
Tek sermayesi, sahip olduğu tek şeydir.
Kıymetini bilmelidir, dedi.
Yalnızdır insan.
Hep kalabalıklara karışma telaşı bundandır.
Kalabalık yalnızlıklar, yalnız kalabalıklar oluşur, şehir şehir ülke ülke.
Kalabalık arttıkça artmaktadır yalnızlık da.
İnsan bir ölümü istemez, bir de ondan beter bir yalnızlığı,
ama ikisi de muhakkak gelir başına, bir yalnız yaşama sırasında.
Ölümün değil ama yalnızlığın bir tek çaresi var, dedi.
Tek çaresi aşktır, bir yalnız yaşama sırasında nefes almanın.
Aşk da zaten, iki yalnızın ortak bir yalnızlıkta buluşmasıdır, dedi.
Aşık olun,
gösterin birbirinize yalnızlıklarınızı.
Nasılsa ayrılık, insanın tek kişilik yalnızlığını özlemesi.
Sade ölüm değil, ayrılık da yaşamın emri.
Evet söyledi
ya da ben duydum.
Duyduğuma göre elbet bir ses söyledi, bu söylendikçe usulen söylenir olan sözleri.
Evet duydum, söyledi.
Her duyduğumda ağladım.
Pek çok ağlayışım sırasında duydum.
Kalbim tutanak tuttu duyduklarıma.
Soruldu, dedi, cevap alındı.
Yaşamak, dedi, tek marifetiniz -biraz özen gösteriniz.
Zulüm, kimse zalimlik yapmayınca biter -mazlumlar dahil, dedi.
Ama yapmayın, o daha bir çocuk, dedi tanrı.

Ya gördüm neyleyim,
insanlar vardı duvarın içinde.
Ya ben hep duvara konuştum
ya da duvar değil konuştuğum, içinde insanlar var.
Nedense beni anlasın istedim, içinde insan olan duvarlar.
Bilmiyorum,
belki de ben gerçekten delirdim,
onlar haklı belki de.
İçinde değil duvarların insanlar,
sadece arasındalar.

(Bana Bir Şeyhler Oluyor oyunundan)

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Gündüzler azaldı

Hani bir keresinde, güzel şeyleri tutamıyorum içimde demiştim ya... Dün akşam başına toplandığımız o masada, her şeyin uzağında olmayı plânlamışken, bir tek kendimi orada bulamayınca, yine öyle oldu işte. İkide bir adımı seslendiklerinden, "ne oldu" diye söylenmelerinden değil aslında, nasıl anlatacağımı bilemesem de anlatmak istediğimden tutamadım dilimi.
Okudum, okudum, okudum dün. Hatta ağladım da biraz. Ben gizlemeyi başaramamışımdır kendimi, biliyorum. Anlamışsındır sen hepsini. Saklanmak da değil zaten niyetim ama işte... Neden bilmiyorum ama, çok korkuyorum gideceksin diye.


Bir koru rüzgârlandı göğüs boşluğumuzda sanki
Uzaklaştı ağaçlar birbirlerinden
Yakınlaştı ağaçlar birbirlerine
Yani her soluk alıp verişimizde bizim
Bir mekik gibi kalbin
Bir mekik gibi kalbim
İşleyip durdu bu yitikliği yeniden.
Ne kaldı
Farkında mısın bilmem
Gündüzler...
Gündüzler biraz azaldı./Edip cansever

11 Mayıs 2010 Salı

Tedirgin

Gözyaşlarım kuruyana kadar ağlamak istiyorum bugün. Neden bilmiyorum. Vazgeçemediğim bir-iki türkü ve birkaç şiir var yanıbaşımda. Fal bakıyorum kelimelerinden. Onlarla bulutlanıyor içim, onlarla güneş açıyorum yeniden.
Belki bana kırgın o arkadaşımla, dün akşam yaptığım tedirgin konuşma yüzündendir bu hâlim. Çünkü içime bir tortu gibi yayıldı ayrıldığımız andan beri. Konuşacak o kadar çok şey birikmişken, neresinden başlasak anlatmaya, hep ortasına denk gelecekken üstelik, bakışlarımıza yerleşmiş o tutukluk hâli... Bazı kelimelerin, bazı soruların o kekemeliği, yetişilmesi gereken yerler arasına sıkıştırılmış gibi duran sohbeti, geçen zamanın geri döndürülemeyen âkıbeti...
Oysa ikimiz de gitmek istiyorduk uzak diyarlara. İkimizde saplanıp kalmıştık bu koca şehrin kalabalığına. Dalgındı bakışlarımız. O yine sigara içiyor, ben yine çok içmeye başladığını söylüyordum. Kırgındı bana, biliyordum. Oysa hiç öyle olsun istememiştim ben. Tanırdı beni tanımasına ya, nedense yine o çekingenliğime bürünmüştüm yanında. "Saçlarını kestirmişsin" dedi. "Bu sefer son" dedim. "Artık uzatacağım." "Geçen sefer de öyle söylemiştin" dedi.
Bazen deli bir inatla karşı dururken kendime, bazen bir o kadar çabuk yeniliyor olduğumun farkındaydı o da. Güldü o yüzden. "Bu sefer son dedim" tekrar, kendime mi, onun alaycılığına mı kızdığımı bilmeden. Sonra bu hâlime güldük beraber. Yılların ifade edemeyeceği kadar iyi tanıyorduk birbirimizi. Ama yine de bilmiyorum, kırgınlığını giderebildim mi?
Belki de bambaşka bir şey beni bu ağlamaklı hâle getiren. Hani sabah güneşe uyanmışken, öğlen kara bulutlarla kaplanan gökyüzü gibi. Özlediğim kokuları, özlediğim tadları anımsamak gibi. Biliyorum, ne kadar uğraşsam da tam karşılamayacak durumumu, aklıma gelen tanımların hiçbiri...

Güneş

Bu sabah öyle kalabalıktı ki otobüs. Arka kapıdan inatla binen teyzeyle kafa kafaya geldik yolun bir kısmını. Ama o halde bile, otobüs yokuşu tırmanırken denize baktım ben, bulduğum ilk aralıktan. Baktım, kız kulesi yerindeydi. Kuşlar vardı uzaklarda uçuşan. Güneş vurduğunda yüzüme, kapadım yine gözlerimi. Bir türlü sevememiştim şu güneş gözlüklerini. Başka biri oluyordum taktığımda sanki. O yüzden güneşle oyun oynadım bu sabah da. Kimbilir hangi sabaha kadar sürecek, bu oyun daha?

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Sen gidince




Sen gidiyorsun ya işine yetişmek için,
Saçlarını, gözlerini, ellerini;
Neyin varsa toplayıp gidiyorsun ya...
Her seferinde bir şey unutuyorsun; sıcak
Termometrede yükselen çizgi çizgi
Kimbilir nerelerde soğuyorsun.
Senin gözbebeklerin var ya, kadın kadın gülen
İnsan insan bakan gözbebeklerin...
Beni tutsa tutsa gözlerin tutar ayakta,
Beni yıksa yıksa gözlerin yerle bir eder...
Ne gelirse onlardan gelir bana,
Çalışma gücü, yaşama direnci,
Mutluluk gibi kazanılması zor;
Mutluluk gibi yitirilmesi kolay...
Bir açarsın ki mutluyum,
Bir kaparsın her şey elimden gitmiş...

Rıfat ILGAZ

Belki sevdiğim şiirleri sen de seversin diye ;)
Belki...

Bugün cumartesi

Çift katlı otobüslerden birinin alt katında, başımı cama yaslamış etrafı izleyerek yol alıyorum. Cumartesi trafiği alabildiğine sarmış İstanbul'un dört bir yanını. Gidişin ters istikâmetine oturduğum koltukta, tam karşıma denk gelen arabanın arka koltuğunda, yaşlı bir kadın görüyorum. Kadının dudakları kıpır kıpır. Şarkı mı söylüyor, dua mı ediyor merak ediyorum. Omzuna yaslanmış genç bir kadın var sonra. Uyuyor mu ağlıyor mu çözemiyorum. Arabayı kullanan adam bunlardan habersiz mi, haberi var da önemsemiyor mu bilmiyorum. "Bugün cumartesi" diyorum kendi kendime, unuttuğum bir şeyi hatırlamak ister gibi. Cumartesilerin sadece tatil anlamına geldiği zamanları, ne kadar özlediğimi farkediyorum.

6 Mayıs 2010 Perşembe

Ben bunları hiç bilmesem

İnsan değil ağaç olsam
Dallarımın arasından rüzgârlar esse,
Yapraklarım, çiçeklerim, meyvelerim olsa,
mevsimleri yaşasam.
Köklerimle toğrağın derinliklerine sarılsam,
kuşlar konsa dallarıma, yuva bile yapsalar.
Böcekler, karıncalar yollansa içime,
çürütseler oralarımı.
Ballarım, sakızlarım olsa,
gövdeme bir insan yaslanıp uyusa...
Ben bunları hiç bilmesem, sadece ağaç olsam.

Erkan Oğur


Otların arasında serpilmiş gelincikleri gördüm, yeni günün görüntüsünü sindirmeye çalışırken içime. Bir türlü mevsimini bulamayan İstanbul'un esintili sabahında, titreşiyordu yaprakları. Yerlerinde duramıyor, rüzgârın ritmine ayak uyduruyorlardı. Gelincikler, kendileriyle aynı boyda otlarla dans ediyorlardı. Etraflarında başka çiçekler; beyazlar, kırmızılar, yeşiller... Bütün renkler kendilerinden habersiz, bütün renkler güzelliklerinden habersiz. Kulağıma küpe olmuş bütün sözler, kulağımdan ruhuma katılan bütün sesler, terkedilmiş bir evi sahiplenir gibi yayılmışlar içime, benden habersiz...

4 Mayıs 2010 Salı

Gün doğarken...

Kurulmuş bir saat gibi sabahın karanlığında açıldı gözlerim. Öyle bir dinlenmişlik hissi vardı ki üzerimde, haddinden fazla uyumuştum sanki. Karanlığa rağmen, telaşla saate uzandı elim. Bir hamlede doğruldum yataktan. Pencereye uzanıp açtım. Arabalar yoktu daha sokakta. İnsan sesleri, telaşlı ayak sesleri daha salınmamıştı ortalığa. Sabah serinliğinin eşliğinde kuş sesleri doldu, açık penceremden odaya.
Gün ışımıştı. Gecenin karanlığı, tasını tarağını toplayıp ayrılmıştı gökyüzünden. Az sonra bir karmaşa başlayacaktı bu sokakta. Ve gün, yine akşama kavuşacaktı sonra, biz o karmaşanın içinde kaybolmamaya çalışırken.
Zaman, açık kalmış pencereden akıp gidiyormuş gibi, birbirinin aynı günleri, birbiri ardına ekliyordu. Ne zaman güzel şeyler olsa zaman unutuluyordu. Bütün kötü günler, bütün kötü düşünceler silinip gidiyordu. Bir sabah aniden uyandığında, bir bakıyordun, doğan günün umudu, birer birer kapattığın kapıları açıyordu.

2 Mayıs 2010 Pazar

Deli Deli Olma

-Nesi meşhurdur sizin köyün?
-İnsanları.