28 Şubat 2011 Pazartesi

Olur öyle

Bir elinde kase, diğer elinde, az önce kasenin kıyısına sıyırdığı için rahatça taşıdığı kaşıkla, bir lokma daha yedirebilmek için, çocuğunun peşinde dolanan bir anne edasıyla yaklaşmıştı yanıma. Ne yalan söyleyeyim, güzel cümleleri vardı. Herkesin duyduğunda inanmak isteyeceği kadar güzel cümleler. Bense, bir kazı kazan kartı havasına büründürdüğüm parmağımın üzerinde dolandırıyordum tırnağımı. Parmağımda yüzük olsaydı eğer, onu çıkarıp takmaktan daha büyük bir mutluluk duyardım, eminim. Yoktu ama... olur öyle.
Sonra dışarı çıktım. İnsan pazar günleri, dükkânların ağızbirliğiyle kapalı olduğu yerlerde dolaşmamalı. Hele de yalnızlık duygusu bu kadar baskınsa içinde. Bir de aylardan şubatsa, hem de hava alabildiğine soğukken. Baharın nasıl bir şey olduğunu hatırlamasan da, adını anmak bir otobüs durağında, tek başına. Herkes istemiş de hani, sen istemesen gelmeyecekmiş gibi önemli hissetmek kendini. Sonra yine, hiç de öyle önemli olmadığını düşünmek... olur öyle.
Her şey olur da işte, bazen, hiçbir şey olmayacakmış gibi gelir sana. Gözlerin anlamsız bir noktaya dalar gider. Bakarsan görebilecekmişsin gibi. Bakarsın... göremezsin. Olur işte öyle.

24 Şubat 2011 Perşembe

Şemsiye

Başını öne eğmiş dalgın dalgın yürüyordu. Yerinden oynamış kaldırım taşlarının arasına dolan sular gibi, en ufak bir hareketinde taşacak gibiydi gözleri. Şemsiyesi de, başının öne eğikliğini kıskandığından mı bilinmez, bir teli kopmuş bir hâlde, düşürmüştü yüzünü yere.
Birinin kendisine baktığını hissetmiş, ben daha bakışlarımı kaçırmaya fırsat bulamadan, keskin bir nişancı gibi, bulunduğum yere çevirmişti gözlerini. Sürekli yalan söylenmiş insanların, güzel bir söz duyduğunda takındıkları o umursamaz ama umutlu tavır vardı yüzünde. Belli ki artık o da inanmak istiyordu söylenenlere.
Baktığımı görünce, şemsiyesinin kırık kanadını ardına çevirerek, içindeki kırgınlıkları da gizlemeye çalıştı sanki. Benden anlayış beklediğini söylemek istercesine, gözünü kırpmadan baktı bir süre. Sonra gelen ilk otobüse atlayıp, sokak lambalarını çoktan yakmış şehrin gürültüsüne karıştı. Öyle bir binişi vardı ki otobüse, sanki biraz daha kalsa, bütün hayatını anlatmaya başlayacaktı.
Onun kaçar gibi gidişine bakarken, ahmak ıslatan bir yağmurun altında ıslanıyordum ben hâlâ. Söylemeye fırsatım olmadı ama, olsaydı eğer, derdim ki; yağmurda yürüyebilen insanlardan korkma. Çünkü yağmur da zaten, gözyaşıdır bir bakıma.

23 Şubat 2011 Çarşamba

Çekingen

İçinde filizlenip gözlerinde belirginleşen sevinci, yüzünü ilk kez gördüğü bir çocuğa, bayram şekeri ikram ediyormuş gibi uzattığı elleriyle pekiştiriyordu. Uzun uzun sarıldılar. Gözleri tekrar buluştuğunda ne söylemesi gerekeceğini bilemiyormuş gibi, ayrılmaya cesaret edemedi bir süre. İçinden geçenlerin özenli sessizliğini farkederse, her şeyin daha kolay olabileceğini umarak, öylece durup sarıldı. Nice zaman sonra, "Ben de yeni çay demlemiştim, kaynanan seviyormuş." dedi gülümseyerek. "Kaynanam seviyormuş" diye tekrar etti öteki. Öteden beri bu şans tanımını duyduğunda şaşırırdı. Ama o an, asıl şaşırtıcı olan, böyle kadınsal bir deyime dört elle sarılmışken, "seni özledim" demeyi bir türlü beceremeyen ve belki de bu yüzden, türlü çeşitli bahanelerle, sildikçe parlayan bir madenmiş gibi, parmaklarının koruyuculuğuna emanet ettiği gözlerini, bir türlü kadının gözlerine değdiremeyen o adamdı. Kadın, şaşkınlığını da alıp yanına, bir bardak çay içti. Adam, o bir bardak çayı içtiğinde, kadının gözlerine çekinmeden bakabildi...

22 Şubat 2011 Salı

Kıskanmak

Kıskandırılmadan yemek bile yiyemeyen çocuklardık biz. "Bak yemezsen Ayşe'ye veriririm!" Onca zaman geçmişken üzerinden, neden hatırlar ki insan bunu? Ne güzel gözleri vardı kadının. Acaba dönüp o gözlere bakmış mıydı? Beni unutmasına ya da tanımamasının pişmanlığını silip atmasına yetecek kadar dikkatle bakmış mıydı o güzel gözlere? Kelimeleri hiç bitmeyecekmiş gibi başlayan bir sohbeti koyultmuşlar mıydı acaba, bir masada? Sever mi dersin benim gibi? Sever belki... "Hayattan hakkını almış kadınlar daha güzel severler" diyordu bir adam. Oysa insan severken güzelleşmez miydi? Kuruntuları ve düş kırıklıklarını, yüzünün çevresine siper etmemeyi de öğrenebilseydi tabii...

20 Şubat 2011 Pazar

Dere

Onca gülen yüzün arasında, bütün sevinçlerini yitirmiş bir gülümseyişle duruyordum öylece. Anlıyorlar mıydı beni dersin? Anlatamıyordum ki. Neresinden başlayacağımı bir türlü bilemediğim bir hikâyenin kıyısında kalmış, bir dere olmuş akıyordum usul usul. Akıp giden bir derenin derinliğinden kim kuşkuya düşerdi ki? Oysa azalmıştı suyum. Küçük bir çocuğun ayak bileklerinde dolanır dururdum en fazla. Ya da çakıl taşından hallice bir parça taşın etrafında. Ben, kimse görmeden akan küçük bir dereydim yalnızca. Daha fazlası nasıl olunur bilmiyordum ki...

17 Şubat 2011 Perşembe

Kuşlar

Metronun Osmanbey durağı civarında rastlıyorum onlara. Gökyüzünde yüzlerce kuş. Bir ressam edasıyla oradan oraya fırça savuruyorlar sanki. Sonra yine o laciverdimsi gökyüzü açıkta kalıyor. Onca kanat çırpınışına tanık olduğu kuşları hiç barındırmamışçasına, öyle, apaçık. İşte o an kuş olmak istiyorum... ne ilk, ne de son defa.

13 Şubat 2011 Pazar

Telâş

Eve yaramaz bir çocuğun geleceğini öğrenen ev sahibi telâşıyla kaldırmıştım, içimde kırılacak ne varsa. Karşında öyle tehlikesiz, öyle korkusuz duruşum bundandı işte, sana anlatamasam da. Suskunluğum, durgunluğum bir alışkanlıktı ve ben, hiçbir alışkanlığımı kaldıramamıştım bir köşeye, ne kadar uğraşsam da. Bir gün, her şeyi yerli yerinde bulursan eğer gözlerime geldiğinde, işte o gün, yanımda olmaktan hiç korkma...

11 Şubat 2011 Cuma

Gülümseme

Güneş, elbiseleri uçuş uçuş bir kadın gibi sevinçle dolanırken caddelerde, otobüsün camına başımı yaslamakta tereddüt ediyordum ben. Öyle bir hâlsizlik vardı ki üzerimde... sadece bir tek gülümsemeye yetecek gücüm kalmıştı sanki. Kırmızı ışıklara takılmış onca arabanın içinde kaybolmuş, ama yine de, o kaybolmuşluğun içinde tatlı bir tartışma tutturmuş adamla kadını, o sıra farkettim. Kadın allık sürüyordu alışkın hareketlerle. Adam da muhtemelen, "ne oluyor şimdi onu sürünce" tarzı bir şeyler söylüyordu. Gülüyordu ikisi de. Kadın, "aman bunların hepsi böyle" der gibi bir bakış attı bana da, göz göze geldiğimizde. Ben de güldüm. Birini güldürebilmiş olmanın mutluluğu yayıldı kadının yüzüne. Sonra ışıklar yandı, oyun tekrar başladı. Oysa yüzümdeki gülümseme hâlâ duruyordu, aynı güneşin ışıldattığı gökyüzüne açılan, başka bir pencerenin önünde de...

8 Şubat 2011 Salı

Uğurlama

Otobüsün bütün hüzünleri görünür kılan ışıkları söndüğünde, cama yansıyan belli-belirsiz gölgenle başbaşa kalırsın. Bembeyaz, upuzun bir çizgi devam eder yol boyu ve sen, o çizginin ardında kaybetmeye çalışırsın, üzerine çöken yorgunlukları.
Giderek koyulan gökyüzünün yanında, ışıklardan mahrum yolları da katarsın gözlerinin derinine. Göz kapakların onca koyu rengi tartamıyormuş gibi kapanırken yavaş yavaş, başını cama yaslarsın. Koridordaki uğultu azalıp, herkes kendi rüyalarına dağıldığında, arkanda bıraktığın şehri de kaldırırsın bavuluna. Mola yerine yaklaşırken açılan ışıkların altında aranırsın, sağa sola sinmiş küçük mutlulukları. Alelacele üzerine geçirdiğin montun açık yakasından ürperten bir soğuk dolanır tenine. Her anonsta merakla karışık bir heyecana kapılırsın.
Molayı tüketip otobüse giderken farkedersin ki, yürüdüğün yol bu kez ıslaktır. Seni yolcu edenlerin getirdiği suyla yıkanmıştır otobüsün camları, kurşun döker gibi bir edayla. Ve bilirsin ki artık hiçbir şey olmaz, yolculuğu uğurlamayla başlayanlara.

4 Şubat 2011 Cuma

Soğuk

"Nereye gideceksiniz peki?" diye soruyor. "Amasra" diyorum, sağ elimin parmaklarını sol avucuma gizlerken. Henüz ellerimi ısıtacak bir sıcaklığa kavuşmamış oda. Sevgilisinin ellerini sarıp sarmalayan o adam geliyor aklıma. Aslında adamdan çok, yüzüne yayılan o gülümseme.
"Güzeldir Amasya" diye başlayıp, karşı binanın duvarına diktiği gözlerini ayırmadan, hatıralarını anlatmaya başlıyor. Belli belirsiz bir boşvermişlikle dinliyorum onu. Her geçen saniye biraz daha uzaklaşıyorum doğrudan. "Amasra demiştim" diyemiyorum nedense. "Ellerim üşüyor" diye mırıldanıyorum kendime. Sanki üzerine hatıralar anlatılacak bir şey söylemişim gibi, durup düşünüyor bir süre.
O kadın da böyle mi söylemişti acaba diye düşünüyorum; adam, az sonra toprağa kavuşacak bir fidan gibi ellerini tutmadan önce? Sonra diyorum ki içimden, insanın sadece kendine kuracağı cümlelerinin olması ne garip değil mi? Ve yine dönüp dolaşıp cümlelere sarılması, elleri üşürken bile...

1 Şubat 2011 Salı

İs

İplik inceliğinde akan suyun doldurduğu demlik kadar acelesizdi koyulaşırken akşam. Yollara yayılan is kokusu üzerime siniyordu. Birbirleriyle şakalaşarak yürüyen birkaç çocuğun gülüşünü ezip geçiyordu arabaların gürültüsü. Aslında onlardan hızlı yürüyordum ama, bir türlü geçip gidemiyordum yanlarından. Adımlarımı yavaşlatıp, frekansı bir türlü tutmayan bir radyo istasyonunu dinlemeye çalışır gibi, dikkatimi yöneltmiştim onlara.
Büyüdükçe ne kadar çok kelime öğrendik biz. Hem çoğunu sadece kelime olarak da değil, bütün anlamlarıyla öğrendik. Onlar iki üç kelimeyle anlatırken bütün dertlerini, bunu düşünüyordum ben. Daha az kelimemiz varken, daha çok is kokardı bu sokaklarda. Kelimeler hayatımızın isini alıp götürdü diyebilmek isterdim. Oysa geçirdiğimiz onca yıl boyunca, giderek daha az güzel koku duyar olduk biz. Belki zamanla kanıksadık da kötü kokuları. O yüzden mi artık eskisi kadar alamıyoruz dersin, her tarafa sinmiş o is kokusunu?