26 Haziran 2009 Cuma

Acaba nedir, nedir?

Tıkış tıkış dolu, hatta sığmayan eşyaların sağından solundan sarktığı bir çekmece gibi hissediyorum kendimi. Aklım da, hayatım da aynı durumda. Yanımdan yöremden hızla akıp geçiyor her şey. Plân yapmanın birçok konuda bir işe yaramadığını biliyorum bilmesine ama, benim gibi organizasyon ruhlu birine, bu durum pek uymuyor. Aslında hep istediğim, "hadi gidelim" dediğinde biri, acaba şöyle mi olur, böyle mi olur, ama şu işi halletmem gerekti, filan demeden yola düşebilmek. Ama kişiliğim buna uygun değil işte.
Bu aralar iç sesim de çok geveze. Zaten kendime hiç zaman ayıramıyorum. Bu yoğunluktan, yorgunluktan bu kadar bunalmışken üstelik, bir de onun dırdırı hiç çekilmiyor. Sanırım bu durumun da etkisiyle, içimden hiçbir şey yapmak gelmiyor. Kitap bile okumak gelmiyor içimden. Hani belki bir öneriniz olur diye, derdimi anlatayım dedim. İyi bir dinleyiciyimdir hep. Önerileri can kulağıyla dinlerim.

25 Haziran 2009 Perşembe

Özlüyoruz




Her 25 Haziran'da "seni unutmadık" demek neden acaba? Çernobil'in etkilerini ve yöneticilerin vurdum duymazlıklarını insanlara anlatmaya çalışırken, kansere yakalanışın kadar, kendi kültürünün türkülerini, melodilerini, üstünlük derdin olmadan aktarışın ya da o kültürün yok olmaması için mücadele verişin de unutulmasın diye mi? Yoksa sesini duyduğumuzda içimizde yanan o kıvılcımı herkes bilsin diye mi?

4 sene oldu sen gideli. Geçen zamanı şekle büründürebildiğimiz gibi, özlemi ya da boşluğu da sayılarla ifade edebilseydik keşke...
Zaman geçiyor ve biz sana söylenecek cümleleri tüketiyoruz.
Seni çok özlüyoruz.

10 Haziran 2009 Çarşamba

Hadi...

Neden hep eksik kalıyor söylediklerimiz? Neden dilimizin ucuna kadar gelmişken yutkunuyoruz biz ve içimizde parça parça bir yerlere gizliyor kelimeler de kendini? Neden bir gülümseyişin, bir dudak büküşün ya da bir baş çevirişin ardında saklıyoruz, içimizde dönenip duran kaçak kelimeleri? Halbuki tam yeri, tam da zamanı değil mi?
Öfkeliyken değil, çaresizken de değil belki. Ya da sarhoşken... Söyleyeceklerinin güvenilir olmadığını bildiğin tüm zamanları çıkar aklından. Ama ya diğer zamanlar? Geçip gitmesine izin verdiğin onca an, tam da hakedilmişken her harf, kaçırılmış değil mi?
Öyleyse sus yine... Derin bir of çek hadi. Elin çenene yanaşırken gözlerin saklanacak kuytu bir köşe aransın. Değil yeni bir soruyla, soran bakışlarla bile karşılaşmayasın. Hadi yutkun bir kez daha ve unuttum san yine. Aldanmayı marifet sayanlardan ol hadi sen de...

9 Haziran 2009 Salı

Umut çiçeği

Kasvetli bir sıcağın ortasında bile yüzü güneşe dönük çiçekler var. Kendini sakınmak istese de, yüzünü çeviremeyişine tepkisi belki bükük boynu. Hafif bir esintide yaprakları titreşen o renk cümbüşünün, bir damla suyla neşeye boğulduğunu biliyorum. Umudun çiçeğinden yüz çevirmeye gelmediğini bildiğim gibi.

8 Haziran 2009 Pazartesi

Hayat

Tatlı bir uykuya davet etmenin telaşına kapılmış gibi, gecenin laciverdini giyindiğinde şehir, evlerin parıldayan ışıkları altında akıp gidiyordu hayat. Hep son anı yaşanıyordu sanki. Taze demlenmiş çay, ince belli bardak... Gündüzün sıcağından uzak, hafif esintili bir çardak... Eskiden, yeniden, umut edilen gelecekten bahseden ve o esintinin ardına katılmış kelimeler... Başka bir evin penceresinden süzülüp, kulağımıza belli belirsiz çalınan o müzik sesini kıskandıran gülücükler...
Toprağın, fidanın, ağacın, suyun; ve hatta çiçeklerin adının hakettiği için söylendiği bir bahçe içinde, adına huzur denilen o vakit. Geçiyor... Söylene söylene anlamını yitirmiş tanımlamalardan olsa da, durup düşündüğümüzde hâlâ hayretle bakakaldığımız o cümle geliyor aklıma. "Hayat su gibi akıp geçiyor." İşte böyle, biraz huzur, bir tutam mutluluk, hatta biraz gözyaşı. Daha başka nasıl tanımlamak isterdim ki hayatı?

Haziran/2009