29 Nisan 2011 Cuma

Mavi

Liseli kızların etekleri gibiydi aklımda dolanan düşünceler. Gündüzleri kısacık, oysa akşamları... Hani bilirsin sen de, çözemezsin ya bazı şeyleri, geceler boyu uzun uzadıya düşünsen bile. Çünkü insan ne kadar uğraşsa da, uykuya daldığı anın farkında olamaz. Ya da bir çiçeğin açışına tanık. Bazı şeyler işte, sen hiç farkına varmadan, yavaş yavaş olurlar. Ve nasıl başarırlar bilmiyorum ama, sana da bir anda oluverdiklerini sandırırlar. Sen ise şaşkın, kalakalırsın ortada. Çünkü bir yanın inanmak isterken sihire, büyüye; izlediğin çizgi filmlerden kalma bir neşeyle; diğer yanın işte, inatla karşında durur, dersine iyi çalışmış bir öğrencinin sözlüye kalkma hevesiyle. İçindeki bu kavga nedeniyle, gözlerinde bulutlu bir günün denizini taşırmış gibi bakmaya başlarsın insanlara. Ve bu yüzden insanlar, kasvetli ve silik bir tonla çırpınıp durduğunu sanırlar, içinde kocaman bir mavi saklıyor olsan da.

21 Nisan 2011 Perşembe

Mektup

Uzun bir mektuptu, tıpkı o yaz gibi. Kardeşimin, komşuya gidip, bir onluk alarak çıkarma yapmayı öğrendiği kışın ardından gelmişti. Benimse adımın karşısına, öğrettikleri matematiksel terimleri hiçe sayan bir yarım artı kondurmuşlardı o gün, okulda. Bir hayli canım sıkılmıştı. Çok çalışmıştım çünkü ben. Bilmiyorum, belki de o günden kalma, çaba sarfettiğim şeylerin yarım kalmasından böylesine endişelenmem.
Yine de güzeldi... mektup diyorum. Yeni biçilmiş çim kokusu vardı içinde, akşamüstleri birleşip bir koro oluşturan çekirgelerin ötüşleri vardı. Toprak yolların güneşte kuruyup katılaşması, hepsinin nasıl ayrı bir tınısı olduğunu bir türlü anlayamadığım, çıkrık kapı çarpması vardı; hiçbirinden bahsetmiyorken hem de. Ancak ağaçların koyuluğuna baktığında farkedilebileceğin yağmurlara benzemişti gözyaşlarım, okurken. Saklamıştım sonra. En az beş ortalı büyük boy defterlerimden birinin arasına. Mektubu değil, kelimelere verdiğim değeri saklardım ben. Şimdi bile anlatamam belki, geçen onca zamana ve öğrendiğim onca kelimeye rağmen.
Çizgili dosya kağıdının, tükenmez kalemlerle koyultulmuş çizgileri yardımıyla, bir beyaz kağıdın başına otururdum sonra. Ama yine de, satırlarımın hafif dalgalı bir denizi andırmasına engel olamazdım. Bu yüzden dönüp bakamazdım bir daha yazdıklarıma. Zarfların içine saklar; isim, şehir oynunda, a harfinin vazgeçilmezi olmuş o şehire yollardım. Aldırmazdım güne, aya, mevsime ya da hava durumuna. Bilirdim çünkü, mektup aldığında biri, bir tek baharın adını yakıştırırdı o beyaz sayfaya.

Şey

Bir kitabın herhangi bir sayfasını açarak, yorganı usulca üzerime çeker gibi kapatmak istiyorum kapağını şu sıralar. Kelimelerde saklanarak, bilmediğim bir kentin sokaklarında dolaşmak, hiç görmediğim birine âşık olmak, hatta kendim olarak hiç beceremediğim bir şeyi yaparak, kahkaha atmak istiyorum. İnsanın bir kahkahaya özeniyor olması ne garip şey değil mi?
Ama yine de diyorum ki, bir ortak nokta bulabiliriz belki. Hem hüzünlü şeylerden, mutluluk veren bir kelimenin türetilemeyeceğini, kim söylemiş ki?

20 Nisan 2011 Çarşamba

Çarşamba

Sen yalnızlığı yakından gördün mü hiç? Ben gördüm. Bahsedildiği gibi değilmiş hiç. Ben daha iri yarı bir şey bekliyordum. Biliyordum, başından beri biliyordum. Nerden biliyordum bilmiyordum ama, biliyordum işte. Olsa olsa bir Çarşamba günü olurdu bu. Zaten hep daha bir yalnız uyanmışımdır Çarşamba günleri. Ne olacağı belli olmayan bir haftanın tam ortasında. Yapayalnız./Y.Erdoğan


Her şey birdenbire anlamını yitirir bazen. Kendini hiçbir şeye ait hissedemezsin. Yağmura, güneşe, küsmeye, barışmaya, umuda ya da üzüntüye... öylece kalıverirsin bir boşluğun tam göbeğinde.
Masanda duran bir bardak suyun içinde kabarcıklar oluşur, hevesle doldurduğun cam bardaklardaki çaylar soğur, şarkılar hiç bilmediğin bir dilden sesleniyorlarmış gibi dolanır durur odanın içinde. Niye olur bilmem ama bazen olur öyle.

18 Nisan 2011 Pazartesi

Kenar

Yol ıslanmasın diye
Şemsiye açanlara.../Akgün Akova

Yağmur, ağlarken yüzünü saklayan insanların gözyaşları gibi iniyordu şehrin sokaklarına; binaların yarı beline kadar dolanmış sislerin ardından. Bütün pencereler, bu durumdan haberdarmış da, bu sebeple yüzlerini başka yöne çevirmişler gibi, sıkı sıkıya kapanmışlardı. Hiçbir çocuk, açılan pencereden eve çağrılmıyordu mesela. Hiçbir bakkala "iki ekmek, bir yoğurt" sipariş edilmiyordu. Günün tam ortasında, kendi hâline bırakılmıştı yine yağmur. Oysa o, şımarık bir çocuğa benziyordu böyle anlarda. Kırıp dökmeye meyili oluyordu işte, önüne çıkan ne varsa.
Kim bilir, okul dönüşü annesini evde bulamayan bir çocuğun yalnızlıktan korktuğu gibi korkuyordu belki de, boş sokaklara yağmaktan. Ya bir daha dönmezse? Gelip camı tıklatıyordu bir süre, evde kimse olmadığına emin oluncaya kadar. Ama sonra işte, sonra, saçma sapan bir umuda kapılıp yine, saatlerce vurmaya devam ediyordu cama... açılmıyordu. Kararıyordu gökyüzü.
Ve ben, bütün bunlardan habersizmişim gibi oturuyordum öylece; olup biten her şeyin, ne mânâya geldiğini bilse de, anlamazdan gelen onlarca insanın yansıması gibi, o cam kenarında.

17 Nisan 2011 Pazar

Akgün Akova / Bahar

BAHAR

beni bu kentten götür diyorsun
çünkü burada
gitgide azalıyor manolya ağaçları
ve parklarda öpüşmüyor artık aşıklar
yaralıları almamak için sürücüler
hızla geçiyorlar kaza yerinden
gerçeği savunan sesler zayıflıyor
kendi harflerine dökülüyor aydınlar

beni bu kentten götür diyorsun
çünkü burada
içlerine çöküyor inandığım bütün insanlar
çiçek adları verilmiyor artık sokaklara
devrim şarkılarını çoktan unuttu meydanlar
yüreğin yağmura karıştığı yerde
içimi acıtan ne çok şey var

beni bu kentten götür diyorsun
çünkü burada
elmalar düşmüyor Newton’un kafasına
“Buldum” diye bağırarak hamamdan fırlamıyor Arşimet
yetmezmiş gibi
kentin Boğaz’ına takılıyor nükleer atık yüklü gemiler
itfaiyecilerin evleri yanıyor
yorganlarını ayırıyor yıllarca birlikte yatanlar

beni bu kentten götür diyorsun
çünkü burada
gözlerini gözlerimden kaçırarak konuşuyor insanlar
sahipleri adreslerinde bulunamadığı için
postacılar aşk mektuplarını çöpe atıyor
su içmeye indiğinde gece
katiller beyaz atlara biniyor
bağıran arabalara sarhoşlar

beni bu kentten götür diyorsun
çünkü burada
Karagöz’le Hacivat’ı şarkıcı sanıyor çocuklar
martılar çöplüklerde yiyecek arıyor
yalnız kadınların ağladığı oluyor otobüslerde
herkesi kurşunluyor kızgın adamlar
içi sıkıldığında avazı çıktığı kadar bağıramıyor insan
açık pencerelerden bile

beni bu kentten götür diyorsun
çünkü burada
burada
aşık olamıyorum
ister inan ister inanma

AKGÜN AKOVA

16 Nisan 2011 Cumartesi

İnkâr

Bir sürü çekmeceleri, kapakları olan bir dolap getirmişlerdi o akşamüzeri. Getirip salonda, duvarın dibine bırakmışlardı. Annem teşekkür edip, kapatmıştı kapıyı. Pek bakmaya bile fırsatı olmadan, mutfağa, yemek yapmaya yollanmıştı sonra. Bense, televizyonda çok önemli bir şey yayınlanıyormuşçasına ya da her ne yayınlanıyorsa, benim için hayati bir önem taşıyormuşçasına, dikkatle bakıyordum ekrana. Sadece arada bir, durumundan endişe ediyormuşum gibi, kaçamak bakışlar atıyordum dolaba. Ya da varlığından rahatsız olduğum bir yabancıya bakarcasına. Bilirsin, o bakış, iki anlama da gelebilir çünkü.
Sonra, belki artık bir yerden başlamak gerektiğine inandığımdan, bir iyi niyet göstergesi gibi kalktım, gittim yanına; dokundum. Cilâlı ahşap yüzeyinde gezinirken parmaklarım, annemin ayak sesleri salona yöneldiğinden mi, yoksa o kadar da önemli bir şey olmadığına kanaat getirdiğimden mi bilmiyorum, tekrar döndüm oturduğum koltuğa. Elindeki bezi, kazandığı bir ödülmüşçesine iki eliyle sıkıca kavramış, yapacağı teşekkür konuşmasının ardından da havaya kaldıracakmış gibi gelip, kapı eşiğinde durdu annem. "Güzel mi?" diye sordu. Neden bahsettiğini anlamamış gibi yapmaya çalıştım, gözlerimi ekrandan ayırmadan. O zamanlar da başaramazdım rol yapmayı. "Güzelmiş" dedim. Benim cevabımı beğendiği için mi, yoksa sorduğu soruya bir de kendisi cevap verme gereği hissettiğinden mi bilmiyorum, "güzel" dedi annem de.
Güzeldi. Salonun ortasında, üzerinde bir uyarı yazısı varmışçasına korunaklı ve güzel. İşte bu yüzden, annem ne zaman evde olmasa, başına gider, kapaklarını açar, neden gerekli olduğunu anlamadığım bir sürü ıvır zıvırla dolu çekmecelerini karıştırırdım. Sonra bir gün, ben yine onun başındayken, bir kavgaya tutuştuk kardeşimle, kim bilir neden. Biz anlamsız anlamsız tartışırken öyle, açık duran kapağa çarptık var gücümüzle. Evet kırıldı. Sanki hiçbir şey olmamış gibi, bu sefer de "senin yüzünden oldu", "benim yüzümden oldu" kavgası düştü ortalığa. Kapağı yuvasına oturtup, hiç kırılmamış süsü verdik kavganın ardından da.
O akşam, annem, ne olduğunu hissetmiş gibi, gelip o kapağı açtı. Kapak, yardım dilenen bir muhtaç gibi kapandı annemim ellerine. Sanki bütün bu olanlar televizyon ekranında an be an yayınlanıyormuş gibi, görüyordum bakmasam da işte.
"Ne oldu buna?"
Cümlenin bile söylenişini yadırgadığı bir "ne olmuş?" dökülmüştü dudaklarımdan. Oysa kardeşim, "aaa, ne olmuş anne ona?" diyerek çoktan gitmişti yanına, hiçbir şeyden haberi yokmuşçasına. Tek kelime etmesem de, suçluydum, biliyordu annem. İnsan büyüdükçe daha mı kolay kabullenir oluyordu suçluluğunu, bilmiyorum. Şimdi ne zaman her şeyi en başından anlatmam gerekse öyle, bir yorgunluk çöküyor üstüme. O akşamı hatırlıyor ve suskun kalıyorum. Oysa biliyorum, insan her şeyi kabullenmiş sayılıyor, hiçbir suçu yokmuş gibi inkâra yeltenmediyse...

15 Nisan 2011 Cuma

İşaret

Mutfaktan taşan çatal, bıçak sesleriyle uyanırdım o zamanlar. Gözlerimi ovuşturarak kalkar, o seslere karışan kelimelere doğru yürürdüm. Eşikte durur bakardım biri beni farkedinceye kadar. Sonra "günaydın"larına aldırmadan yeniden dönerdim yatağıma. Onlar o saatte uyandırmak istemezlerdi beni, bilirdim. Ama yine de, benim içimde hep bir aldatılmışlık duygusu olurdu işte. Ne yapsam geçmezdi. Yarı açık ahşap pencerelerden, sabah rüzgârıyla salınan fındık ağaçlarının hışırtısı dolarken odaya, çağırırlardı beni. Bir olur, iki, üç olurdu yinelemeler. Derdim ki içimden, "bir kere daha çağırsınlar, öyle giderim." Çağırmazlardı... küskünlüğüm artardı.
Çoğu zaman öyle dururum işte. Bir işaret isterim hayattan. Fal baktığım papatyaları özlerim. Ve belki yine, o zamanlar olduğu gibi, birinin seslenmesini beklerim. Çünkü insan inanmaz bazen. Her seferinde defalarca tanık olsa da, işaret diye bir şeyin olmadığına. Gözlerini de o yüzden bu kadar inatla dolaştırır ya; kelimelerin arasına, insanların somurtkanlıklarına sıkışmış her şey ortaya dökülüp de, bir ses, bir söz oluversin diye. Olup da yeniden, yeniden eklensin eksilen ümitlerine...

13 Nisan 2011 Çarşamba

Çiçek

Her şeyin fazlasıyla geveze olduğu günler vardır. İç sesin yetmiyormuş gibi, yanındaki koltuğa oturan adamın, kendisiyle kavgasının tanığı olursun. Yolda yürüyen kadının, kırmızı ışıkta bekleyen delikanlının aklından geçenler ulaşır kulağına. Başını ellerinin arasına almak, bütün sesleri susturmak istersin. Ama gökyüzünü silmiş bulutların beyazlığında çırpınıp duran kuşlar kadar çaresiz hissedersin kendini. Adını bilmediğin rengârenk çiçekler görürsün, yol kenarlarındaki yüzleri kavrulmuş un rengi satıcıların tezgahlarında. Çiçekler niye dilsizdir diye sorarsın kendi kendine. Ne güzel kokarlar oysa.
Şimdi oturup bir mektup yazmalı dersin, gözlerini adından iyi bildiğin o meçhule. Çiçeklerden bahsetmeli. Baharın yüz çevirdiği bir şehrin, inatçı çiçeklerinden. Demeli ki, belki bütün sesler susar, herkes mutlu mutlu gülümser. Öyle olmasa bile öyle görünür işte bana, sen elinde bir demet çiçekle gelirsen. Hem belki güneşin de bir hükmü olur şu geçip giden günlere. Çünkü bütün çiçeklerin, su kadar ihtiyacı vardır güneşe de.

7 Nisan 2011 Perşembe

Nisan

Birden, kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi.İçimdeki sıkıntı eridi./Yusuf Atılgan

Masanın ortasında, yarısına kadar içilmiş çay bardakları duruyordu. Ve kıyısında, birbirinden uzak iki çift el. Ne kadar zamandır öyle suskundular bilmiyordum ama, bardakta kalan çayın koyuluğundan anladığım kadarıyla, uzun süredir oturuyorlardı. Yine de söyleneceklerin tükenmemişliği tütüyordu üzerlerinden.
Pazar sabahları bir türlü tutuşmayan sobamızı anımsadım onları görünce. Evin içine dolan duman, açılan camlar... Ve kısa sürede, uyandığımız andan da soğuk bir hâle gelen oda. Sonra ufak bir çıtırtı. Güneşin rengini çalan küçük kıvılcımlar. İçeri yayılan tatlı sıcaklık. Belki tüm bu hatırladıklarım yüzünden, o çıtırtıya benzeyen sözcükleri duymadan masadan kalkmalarından korktum. En yakın masada, sandalyenin bir kıyısına ilişip, dinlemeye başladım sessizliklerini. Ben tam ümidimi kesmeye başlamışken konuştular. Bir sıcaklık yayıldı içime. Sanki güneş, rengini geri alıp bütün kıvılcımlardan, bizzat kendi gelmişti. Belki de nisan, bir kadının yüzünde güneş olup gülümsemişti.

6 Nisan 2011 Çarşamba

Çıkmaz

Gözlerini kocaman kocaman açan çocuklarız biz. Her şeyi bilmeliyiz sanki. Bazen acı, bazen ince bir sızı olsa da gördüklerimizin arta kalanı, bilmeliyiz işte. Öyle öğretildi çünkü bize.
Oysa insan gözlerini kısmalı bazen. Kısıp uzaklara bakmalı. Kahve telvesinden yolculuklar biçmeli kendine. Hatta bir aşk bile edinmeli, çok istemişse. Baş harfi diye yola çıkıp, adının içinde geçmesine bile razı olmalı, harfler söylendiğinde.
Gözlerinin değerini bilmeli insan. Karşısındakine öyle apaçık bakmamalı. Ardına sığınılacak bir şeyler aramalı içinde. Ve belki de deli gibi sevinmeli, gizlenmeyi öğrendiğinde. Diyorum ya, insan gözlerini kısmalı bazen. Kısıp hayata bir daha bakmalı. Uzun uzun ve inatla. İlk önce gözünü kaçıranın kaybedeceğini bilerek. Beş yaşında ne olarak öğrenmişse o oyunu, anlamını eğip bükmeden muhafaza ederek ve bulduğu küçük hilelerle, onu daha da keyifli hâle getirerek devam etmeli yoluna. O yol, hep çıkmaz sokaklarda sonlansa da...

4 Nisan 2011 Pazartesi

Sokak

Yağmurlu bir pazar günüydü. Caddenin kalabalığında yol bulmaya çalışan insanların arasında dolanıyordu rüzgâr. Her şeyin tatlılıkla halledilebileceğine inananan insanlar gibi, bazen işte, sesini yükseltmeden dinletemiyordu kendini. Ara sıra yakalarından tutup silkeliyordu da üstelik. Birden, elleri ceplerinde yürüyen koca bir kalabalık oluyordu dünya. Ve ben, tek başına kalmış kadar yalnız hissediyordum kendimi, içimin kalabalığında.
Yağmurun ardından beliriveren güneşin ısıttığı sokakları özlüyordum. Tek tük insanların adımladığı, kurumaya yüz tutmuş kaldırım taşlarını. Akıttığı birkaç damla yaştan sonra, gözleri parıldayan insanlar gibi, hem hüzün hem sevinç taşıyan sokak aralarını. Bakma sen bu kalabalığa, aslında sokaklar, en çok yağmur sonraları güzelleşir, demek istiyordum sana. Hem kim bilir, belki tüm kaybettiklerimiz, yine bir yağmur sonrası güzelliğinde geri gelirler, diye devam etmek sonra. Oysa döndüm baktım, sen bile yoktun yanımda!

3 Nisan 2011 Pazar

Hata

Saatler sanki ileri alınmamış gibiydi o akşamüzeri. Yağmur, olay mahalinden hızla uzaklaşan suçlular gibi iniyordu kara bulutlardan, hiç durmadan. Öyle ki, kapı önündeki bakkala şemsiyesiz göndermiyordu komşu teyzeleri. İnsanlar, kendisini de bir ilkyaz âlâmeti saysalar da, bu bahar özleminden alınmış ve bu yüzden, erik ağacının bembeyaz çiçeklerine bu kadar hoyrat davranmış olabilirdi. Çiçeğin dökülen yapraklarıyla, silgi tozuyla dolu bir masaya benzemişti bahçe. Yazılmış, silinmiş, sonra tekrar yazılmış ama yine silinmiş bir şeylerin kalıntılarıyla dolu bir masaya. Ve yağmur, duygularını nasıl ifade edeceğini bilemediğinde, kime olduğu bir türlü bilinmeyen bir kızgınlıkla hareket eden insanlara.

1 Nisan 2011 Cuma

Düşündüm de

düşündüm de
aralık kalmış bir kapıydım
çarptı kapattı biri

bağrıma
değen bir rüzgâr gibi çalıştı bıçak
girdi içeri, birkaç burgu döndü içerde
içerde kaldı, derince kaldı
yüreğimi açtı
iz bıraktı kapattı biri

bendim
resimli, okuması kolay açık bir sayfa
gibi
bir liman gibi
bir koyak gibi
sıcak bir-alo gibi
anlamadı kapattı biri

düşündüm de
yol uzun

vursun
bıraksın
geçsin beni biri

Emin Akdamar