10 Aralık 2011 Cumartesi

+1

...
zamanı yıllarla tartanlar
yanılırlar
hiçbir şey tartılmaz başka bir şeyle
hatta çoğu zaman kendiyle bile
yaşanır, içini tohuma bırakır
geçer gider
geçmez sandıkların bile
...
Murathan Mungan

Bazen "bunca yılı yaşayan ben miyim?" diye şaşırıyorum. Ama öyle. Doğum günleri çok hüzünlüdür aslında. Fena hâlde hüzünlüdür hem de.

8 Aralık 2011 Perşembe

Bağlaç

Doğrusunun hangisi olduğuna bir türlü karar veremediğim için hep ayrı yazdığım "de" ve "da"lar gibiydim seninle, o uzun ve kalabalık sokakları adımlarken. İkimizin de elleri kendi ceplerinde yumulu, kolları dirseklerden kırık ve sanki birbirinden ayrılırsa hiç bahsedilmemesi gereken şeyler söyleyecekmiş gibi mühürlü dudaklarımızla karışırdık o insan kalabalığına. Öylesine sessizdik ki yürürken, cümleden çıkarılsak anlam değişmeyeceğinden, bağlaç olmalıydık kesinlikle. Oysa biz hiç bağlanamadık birbirimize.
Güneş miskin bir kedi gibi bulutların ardından başını kaldırırken, insanlar hırkalarının kollarını usulca yukarı çekerlerdi. Yüzümde duran o iç güveysinden hâllice ifade, ufak bir gülümseyişe dönüşürdu o sıra. İki çocuğun bir araba yüzünden kavga edişlerine tanık olurduk, bir apartmanın kapısında. Sevinirdim. Kavga ettikleri için değil elbet, hâlâ kapı önlerinde oynayan çocuklar görebildiğim için. Sana söyleyemezdim hiçbirini. Söyleyemediğim birçok şey gibi.
Hep akşamları dolaştığımız, bol ışıklı, bol kahkahalı ama bir o kadar hüzünlü kaldırımları olan sokaklardan geçerdik sonra. O sokaklara hiç güneş doğmaz sanırdım bu yüzden. Hep yanaşıp başımı omzuna yaslamak isterdim o kaldırımlarda. Ellerimi ceplerimden çıkaramazdım bir türlü. Oysa bütün sokakları tüketip eve döndüğümde, arayıp da bulamadığı bir şeye vaktinden sonra rastlayan insanlar gibi şaşkın olurdum, ellerim bir anahtarla birlikte kilide yöneldiğinde.

7 Aralık 2011 Çarşamba

Nasılsın?

"Nasılsın?" diye sormamıştım ona. Oysa cevabımı almıştım, gülümsemek bahanesiyle kıstığı gözlerini, kırık not almış orta halli bir öğrenci kadar başarıyla saklamış olsa da, saçlarının sarıp sarmaladığı, çocukça tekerlemeler kadar anlamsızlaşmış ama hâlâ güzel olan yüzünden. Çünkü ömründe bir kere bile gülermiş gibi saklayıvermişsen ağladığını, nerde görsen tanırsın artık aynı sancıyı. Tanımıştım.
Hiçbir zaman tam karşılığı olamayacak cümleler geçirirken aklımdan, uzanıp elini tutmuştum sonra. En mahrem sırlarının açığa çıktığını anlayan insanlar kadar mahçuptu yüzüme baktığında. Uzun uzun bakmıştım ben de ona. Böyle gözlerini ayırmadan bakar çünkü insan, benzerliğini anlatmaya çalıştığı yara, içinde olduğunda. Bu sefer saklanmak için değil de, orada olduğunu ispat etmek ister gibi gülümsemişti.
İşte o an, oturup her şeyi anlatmak istemiştim ona, ta en başından. Bütün yorgunluğumu, ağrılarımı, acılarımı. Dokuz yaşında düştüğüm duvarın, aslında o kadar da yüksek olmadığını. Pencere önlerini hep gülümsemeli anılarla hatırlasam da, camların buğusunda sakladığım isimlerin unutulmazlığını. Öğrendiğim kimi kelimelerin zamanla nasıl da yavanlaştığını sonra. Ve o yavan kelimelerle birine nasıl olduğunu sormanın ne kadar anlamsızlaştığını. Oysa o, gülümsedikten sonra sormuştu bana: "Nasılsın?"

28 Kasım 2011 Pazartesi

Bazuka / Murat Uyurkulak

Tutkular Kitaplığı
...
Adeta azarlar gibi, yine kesti sözümü:
"Sayın Davman, iyi edebiyatçıların değeri er geç bilinir, bunun böyle olacağını da her iyi edebiyatçı bilir..."
Şaşkınlığımın yüzüme vurmasına engel olamadım sanırım. Devam etti:
"Bakın, size kendi fikrimi söyleyeyim: Asıl vahim ve acı olanı, değeri bilinmemiş okuyucuların durumudur..."
"Nasıl?"
"Edebiyatçının eseri kalır, okuyucu ise ölür... Okudukça zevkleriniz incelir, daha tuhaf, daha rafine kitaplara, yazarlara el atmaya başlarsınız, bu meşgale sırasında muhtemelen hayat gailesi bakımından dibe doğru kaymaktasınızdır.. Okuduklarınızı, müstesna olduğunu düşündüğünüz satırları birilerine anlatmak istersiniz, zira şahsa mahsusun hazzı kısa sürer, ömrü uzun olan paylaşmaktır... Fakat ortalığı her zamanki gibi kaba saba kelimeler, düşük cümleler işgal etmiştir, o gürültüde kimse sizi duymaz... Okumak hem bir hayat başarısızlığının, ki unutmayın okumak mağlupların işidir, hem de derin bir yalnızlık hissinin sebebi olup çıkmıştır... Okuduğunuz onca kitabı, hayatınızı yatırdığınız o zorlu ve hassas meşgaleyi mezara götüreceğinizden korkmaya başlarsınız... Ve siz de bilirsiniz ki yalnız ölmek zordur, arkanızda mutlaka birkaç müttefik, birkaç şahit bırakmak istersiniz..."
...

Kış

Uzun zamandır dinlemediğim şarkıları dinliyordum, kuşlarla yarışırcasına dolanıp duran parça parça bulutların süslediği bir sonbahar gününün, akşamı hevesle bekleyen saatlerinde. Çok değerli bir emaneti muhafaza edercesine yumduğum sol elime başımı yaslamışken, modern zamanların sanat filmlerini aratmayacak sahneler yaşanıyordu gözlerimin önünde. Adam kadına sarılıyordu mesela ve dakikalarca tek kelime konuşmadan kalıyorlardı öyle.
Onları böyle birbirlerine sarılmış hâlde görünce, o camın ardında akan hayatın varlığını anımsıyordum yeniden. Kalkıp var gücümle içine karışmak istiyordum, kağıt helvalar eşliğinde. Çünkü bilirsin, kağıt helvaların tanığı olduğu yaşanmışlıklar hiç unutulmaz. Hep ama hep hatırlanır üzerinden yıllar geçmiş olsa bile. Hayatımda ilk defa unutmamaya ihtiyacım oluyordu ya, acemisiydim biraz. Cevabını bulamadığım bir bulmaca sorusunun beş harfli yanıtı gibi dolaşıyordum soldan sağa ama, bulamıyordum kağıt helva.
Olsun. Ben de gidip kış için en gerekli şeyleri alıyordum bir yerlerden. Yani 3 kazak, 3 kitap. Söylerken dilimi dolaştıran şarkıları indiriyordum tozlu raflardan. Önünden geçtiğim kafelerden kahve kokusu çalınıyordu burnuma, gülümsüyordum. İnsan yüzü gülerken daha çok inanıyor hayata. İnanıyordum işte, sevilmeyen bir mevsimin adının bile mutlulukla da anılacağına.

25 Kasım 2011 Cuma

Şehir

Rüzgârın umutsuzca estiği sokaklar boyunca yürüdüm o akşam. Şehrin üzerine örtülen o laciverdimsi örtünün dışına çıkabilecekmişim gibi sanki, durmadan yürüdüm. Az önce birini uğurlamış da, şimdi ne yapacağını bilemiyormuş gibi hareketsiz duran ellerim ceplerimde, nerden aklıma düştüğünü bile bilmediğim o eski, kırık şarkı dilimde, trafik ışıkları hariç yürüdüm. İnsanı yarıda bırakan trafik ışıklarıdır zaten. Sen tam kendini kaptırmış giderken kalakalırsın öylece. O kırmızı ışıkta karar verdim o gün; "bir gün trafik ışıklarının olmadığı bir yerde yürümeliyiz seninle." Üstelik yolculuk artakalanı değilken ellerimiz. Ve bir çocuğun gördüğünde komik ve çocukça bulacağı gibi elele. Kim bilir, belki biz gerçekten çocuk oluruz öyle yürürken. Sahi, biz çocukken de trafik ışıkları var mıydı bu şehirde? Ya da boşver, önemseme.
Nasıl yazıldığından bir türlü emin olamadığım kelimeler gibi dolaşıyorum zaten bugünlerde. Ne yana gitsem sanki hep yanlış. Bir köşesinde "basmayın" uyarısı bulunan çimlere dönüşüverecekmiş gibi kaldırımlar. Ve ince bir yağmur başlayacakmış gibi ardından. Ne olduğunu hiç bilemeyeceğim bir iç sıkıntısı yani. Kelimesi kelimesine hatırlamasam da, ana fikrini asla unutmayacağım cümleler gibi.
Bazen bir şeyi anlatmak bu kadar basittir işte. Seni anlayacağını bildiğin birine usulca tek kelime etmek yeter, sayfalarca cümle kurmak yerine. Bazen bütün hayatını içinden geçirebilecek birkaç kelime söyleyip, ellerinle bir cümleye tamamlamak gerek. Oysa ne garip, şimdi tek kelime bile bulamıyorum ben, sana söyleyecek.

23 Kasım 2011 Çarşamba

Su

Bir bardak suyu masmavi bir denize çevirecek kadar berrak ve güneşli bir bahar sabahına benziyordu gözleri. Sevdiğini gördüğünde eli ayağına dolaşan aşıklar gibi, kaşlarına dokunduğunda pür telâş uzaklaşan kirpikleri, küçükken çizdiğim resimlerdeki güneş ışınları misali yayılıyordu dört bir tarafa.
Oysa bulutluydu o gün hava. Kuşlar, hatırlamak istemedikleri bir anıları varmış da gökyüzünden uzakta kalmak istiyorlarmış gibi kaldırımları adımlıyorlardı durmadan, ufacık ayaklarıyla. İnsan kalabalığından ürkseler bile ayrılamıyorlardı o pembe parke taşlarından. Sağa sola kaçışıyorlardı yalnızca. "Siz kaçışmayın ben kenardan geçerim"in anlatılmaz çaresizliğiyle, onlar kadar ürkek adımlıyordum ben de kaldırımları. Gülümsesem anlarlar mıydı acaba? Gülümsüyordum.
Bugünlerde ellerimi sürekli bir yerlere çarpıp durduğumu hatırlıyordum gülümseyince. Gülümseyişim ellerimdeki kızarıklıklar, çizgiler, yara-bereler gibi ilk farkedilecek şey oluyordu yüzümde. Hani güzelliğinden değil de, belirgin olduğu için sadece. Sonra karşı konulmaz bir ağlama isteğiyle doluyordu içim böyle düşününce. Oturup ağlasam diyordum şu yol kenarında. Biri gelip "iyi misin?" diye sorsa ve ben daha çok ağlasam. Kuşlar, sevdiklerinin acısı karşısında kendi acılarını unutan insanlar gibi, bulutların bir göle benzettiği gökyüzüne doğru havalanıp uçsalar o sıra. Ve ben, sırf seni hatırlamak için dokunmasam bardaktaki suya.

10 Kasım 2011 Perşembe

Kuruntu

Aklı hep başka yerlerdeydi güneşin. Baba yadigârı saatler gibi hiç çebinden çıkarmadığı elleri ısınmıyordu bir türlü. Bir şeylere benzetip durduğu bulutların hızında adımladığı sokaklar, denizin dalgalanışına benzeyen saçları ve saçlarında dolanan güneş ışığı da yetmiyordu ellerini ısıtmaya. Oysa üşüyen bir çift el yetiyordu yine, insana yalnızlığını hatırlatmaya.
Kuaförden çıktığından beri yüzüne yerleşmiş olan o çakırkeyif gülümseme, tırnağındaki rakı beyazı ojelerden miydi bilmiyordu. Hem insanlar gülümsemesine mi bakıyorlardı böylesine mutlu mutlu? Peki birileri, ellerini değerli bir maden gibi sakladığını farkediyor muydu? Hiçbirinin cevabını bilmeden yürüyordu yine de, giderek kalabalıkların içine karışarak. Oysa insan kendini en çok kalabalıklarda hatırlıyordu. Yani ellerini ve içindeki boşluğu.
Bir göz mesafesi kadar uzağındayken hayatın, bakışları hep başka şeylere takılıyordu işte. Titreyen elleriyle çay bardağı taşıyan kadını, aynı elleri kirlendiğinde üzerine silen ufaklığı, sevgilisinin ellerini kendisine emanet edilen değerli bir taşmış gibi sarıp sarmalayan adamı görüyordu; cebinde hiçbir şey kalmıyordu. Sanki kanatlanıp uçabilecek birer kuşmuş da, onları gördüğünde dayanamayıp benzer şeyleri yaşamak için uçup gitmişler gibi, kayboluyordu elleri.
"Ya biri durdurup bir şey isterse" diye korkarak yürüyordu yolların kalanını. Belki de bu yüzden biri adını seslendiğinde, yakalanan bir suçlu gibi duruyordu olduğu yerde öylece. Dönüp baktığında, adı zaten bütün söylemek istediklerinin karşılığıymış gibi sessizce elini uzatan bir adam, gülümseyerek duruyordu karşısında. Olacakları rüyasında görmüş de, saklaması için ona emanet etmeye karar vermiş gibi, o da uzatıyordu ellerini karşılık olarak. Ve gülümsüyordu yine, çakırkeyifliğini umuduna katıştırıp şarkılar mırıldanarak.

15 Ekim 2011 Cumartesi

İkinci Yarısı / Ece Temelkuran

Yalnızlıklarına, kadınlıklarına, çocukluklarına, annelerine, hayata... Hep birlikte ne varsa yani, o bütüne ağlanır. Yoksa dizdeki yara değildir ne de kalpteki kırık. Hep kırılmasına ağlanır, hep düşülmesine, hep ama hep aynı şey olmasına... Niyesine ağlanır bunların. Bir büyük trajediye. Her bir küçük yara eklendiğinde eski izlere, bütün bu yara zincirine ağlanır. Her ağlama bu zincire bir anne sarılmasıdır. "Gel bakiiim sen buraya"dır o, "nasıl kıymışlar benim güzel kızıma?"dır. Bu yüzden sebebi sorulduğu anda hikâye anlatılamayacak kadar uzundur. Kelimeleri birbirine karışmış bir eski keder. Belki de aynaya bakıp, gösterip aynadaki görüntüyü, "Buna ağlıyorum işte," denmelidir, "bunun tamamına!"

10 Ekim 2011 Pazartesi

Pencere

Bir mevsim, üşüten rüzgârlar eşliğinde gelip kuruluyordu, pencere önündeki çiçeklerin çırpınan yaprakları üzerine. Ve hayatın karmaşasını içeri buyur eden pencereler kapanıyordu bir bir, evler artık kendi iç sesini dinlemeye başlasınlar diye.
Yağmur, yanyana geldiğinde dünyayı unutan çocuklar gibi gülüşerek yağmaya başlıyordu o sıra. Yapraklarının yeşili henüz tam olarak solmamış ağaçların kollarına dokunup, usulca yere iniyordu sonra. Radyoda en sevdiğim parça çıkmış da sesini açmaya çalışırmışım gibi aralıyordum ben de pencereyi, aydınlığının karanlığa karıştığı bir pazar gününün tam ortasında. Hafif bir uğultunun ardından sakinleşip tekrar yağmaya başladığında yağmur, usul ve inceden; aynı şarkıyı dinlemek için geri sarıp durduğum kasetleri hatırlatıyordu bana. "Bir insan bir şarkıyı ard arda kaç kere dinleyebilir?" diye soruyordum kendime. İnsan bir şarkıyı niye dinler ki defalarca? Bilemezsin bazen.
Yağmurun yavaşlattığı hayatın, insanı belirginleştiren grisine hayran hayran bakarsın yalnızca. Cıvıl cıvıl renklerin içinde kaybolan, kendini unutan insanların, hayatın telâşından kurtulunca nasıl da görünür olduklarına inanamazsın. Bir mucize gerçekleşmiş gibi kalakalırsın öylece, bir pencerenin köşesinde. İnsanların yolculuğa neden hep cam kenarını yakıştırdıklarını daha iyi anlarsın. Bütün pencereler daha çekilir kılar çünkü hayatı, gördükleri hiç birbirine benzemese de.

30 Eylül 2011 Cuma

Çağrı

Bulutlar, üstü kirlense de oynamaktan vazgeçmeyen çocuklara benziyordu o sabah. Sanki onca kiri üzerlerinde taşıyan onlar değillermiş gibi, salına salına dolanıyorlardı gökyüzünde. Ve yağmur, bu duruma kızgın bir anne gibi gidip, söylenerek silkelerken üzerlerindeki griliği, usul usul iniyordu yeryüzüne.
Yanaştığım pencere kenarında, bu konuşmalara kulak misafiri olan bir yabancı gibi dinliyordum ben de; onun çatılarda, boş sokaklarda dolanan melodisini. Ama birdenbire susuyordu sonra, kendi kendine söylediğini sandığı şarkısının, birileri tarafından dinlediğinin farkına varan, utangaç, mahçup insanlar gibi. Aldırma sen bana desem de bir faydası olmayacağını bildiğimden, sadece susuyor ve umutla bakıyordum ona.
Herkesin bilemeyeceği yöresel bir deyimmiş gibi yüzümde asılı kalan o bakışa, daha dinler dinlemez seveceğim bir şarkı misali, bütün ritimlerini sokağa dökerek karşılık veriyordu o da. Sorulan soruya kendinden beklenmeyecek bir cevap veren çocuklar gibi şaşkına döndürüyordu beni. Ve şaşkınlığım, yağmura el açan bir çocuk olmama sebep oluyordu yine, yıllar sonra. Ardımdan anneanemin seslendiğini duyuyordum sanki, "el açma kızım yağmura, daha çok yağar."
Ben hep kollarımı kavuşturarak izledim, bu cümleyi duyduğum günden beri, yağmurları. Belki de o zaman öğrendim, insanın sessizce çağırmak için, bir tek ellerini kullanmadığını.

27 Eylül 2011 Salı

Korku

Yanıbaşıma konan küçük birer kuş gibiydi gözleri. Ya uçup giderse diye korktuğumdan mı bilmiyorum, yumamıyordum kirpiklerimi. Oysa o, yüzü yüzümün bu kadar yakınındayken bile sürekli kaçırıyordu bakışlarını, yoksayarak gözlerimin masal dinleyen bir çocuğu andıran umutlu bekleyişlerini. Ve kim bilir hangi kuşun kanadından aldığı renkleriyle uzak diyarlara göç ediyordu sonra, terkederek yüzümün çoğu zaman bulutlu bir göğü andıran kuytu köşelerini.
Gözlerim acıyordu ardından bakarken. Bir gün, aslında olduğu yerden hiç kımıldamamışken, gittikçe uzaklaşıyormuş gibi küçülen insanları izlerken kaybetmekten korkuyordum gözlerimi. Söylemiyordum bunu kimseye... söyleyemiyordum.
Uzun uzun aynalara bakmak istemeyişimi de saklıyordum diğer suskunluklarımın yanına. Ne zaman yolum düşse bir aynaya, aklımın takılı kaldığı yeri göstereceğini sanıyordum, göz bebeğimin yansısında. O yüzden hep gülümsüyordum bakarken aynalara. Gülerken kısılan gözlerimin içinde, sanki kaybolup gidiyordu korkularım da. Ben en çok aynaları seviyordum bu yüzden. Çünkü bir tek aynalardı o günden beri, beni korkularıma böyle hevesle gülümsetebilen.

18 Eylül 2011 Pazar

Kuş

Sıcaklığın esintiyle, birbirini kıskanan iki kardeş gibi kavga edip durduğu bir mevsimin akşamında, aklımızda dolanıp söze dökülmeyi bekleyen bütün her şey sanki yeniden canlanıyormuş gibi orada, denizin dalgalanışına bakıyorduk. İkimiz de bir eliyle diğer eline tutunmuş bir hâlde otururken, kim bilir kaçıncı kez aynı şeyleri düşünüyorduk.
Kendisine kolay gelen bir şeyi, başkasına anlatırken, nasıl bir açıklamaya gerek duymazsa insan, işte öyle, yanımızdan havalanıp uçtuğunda bir kuş, gökyüzünün bulutlu havasına; dalgınlığımız da dağılıp gitmişti azıcık, bu mucizenin nasıl gerçekleştiğini yine anlayamamış olsak da. Belki de bu fırsattan istifade, canı yandığında annesine yakaran küçük bir çocuk olmak istediğimi söyledim ona. Sorunlarımı birilerinin çözeceğini bilme güvenine bazen ne kadar da ihtiyaç duyduğumu. Ve bunca şeyle mücadele etmekten artık ne kadar yorulduğumu. Ben bunları söylerken, gözlerimde sevdiği bir filmin en can alıcı sahnesine rastlamışçasına, sevgi ve üzüntüyle karmakarışık olmuş bir hâlde, gözünü kırpmadan bakıyordu bana.
Bazen olayları anlatırken ne kadar zorlandığımdan bahsetmemiştim daha. Bir insanın iyiliğini onca yakından bilirken, bir anda nasıl da can acıtıcı olabileceğini görmenin ve dahası bunu bir başkasına söylemenin, insanın içinden alıp götürdüklerinden de. Uyandığında gördüğü rüyaya devam etmek isteyen insanlar gibi, tekrar denize döndüğünde yüzünü, ben söylemesem de anladığını biliyordum ama.
Bütün bunların üzerine, sanki neden peşinden gitmediğimize hayret edercesine yanımıza döndüğünde o kuş, asfalt zemini zerafetle adımlayan sevimli hâllerine bakarak sustuk ikimiz de. Ne kadar uğraşsak da anlatamazdık çünkü, bir insanın yaptıklarını söylemenin çekingenliğini atamamışken üzerimizden daha, asla inanamayacağımızı, kuş olup da gökyüzüne uçabileceğimize.

16 Eylül 2011 Cuma

Hiçbiri

Denizin maviden laciverte evrildiği saatlerde, gökyüzünde bir kuş misali başıboş dolanıyordum, arabaların hıncahınç doldurduğu, kaldırımlardan az hallice caddelerde. Bir eylül akşamıydı ve ben, bütün o kalabalığa rağmen, o akşamı böylesine güzel yapan şeyin ne olduğunu bulmaya çalışıyordum, gözucuyla etrafımdan gelip geçen insanları seyrederken.
Belki yanından geçen kadına, müziğini duyup da hatırlamaya çalıştığı bir şarkıymışçasına tatlı bir tebessüm ve dalgınlıkla bakan o adamın, birdenbire şairin sorduğu o mutluluk resmi gibi gözlerimin önünde belirivermesiydi sebebi. Belki de annesinin elinden tutarak yürümeyi henüz gurur meselesi yapacak yaşa gelmemiş o çocuğun, durup bana sevgiyle gülümseyişi. Ya da bir kadının, daha söylerken gerçekleşen dileği için, "bilseydim başka bir şey isterdim" demeyecek kadar sevinişi. Kim bilir, belki de bir sınav seçeneği gibi, hiçbiri.
Oysa ben, girdiğim bütün o sınavlarda, her şeyin bir nedeni olması gerektiğini düşünerek uzak durmuştum hep, o seçenekten. Ama emin olamamıştım da hiç, cevabının içinde olmadığı bir soruyu, bir insanın hangi sebeple sormak isteyeceğinden. Şimdi düşünüyorum da, bunca yıl ve onca yaşanmış şeyden sonra bile hâlâ anlamsız geliyor bana, kendime sorduğum o sorulara cevap bulamamak, aklımın içinde dolanan onca seçeneğin içinden.

7 Eylül 2011 Çarşamba

Kapı

Görmese, unuttuğunun farkında bile olmayacağı bir şeymiş gibi bakıyor gözlerine. Önce hiç gitmediği köyünün dağları kadar uzak, sonra baharda yeşillenen kırlar gibi, adı hiç bilinmeyen çiçekler açtırarak, uzun uzun bakıyor. Kısa bir gülümsemenin ardından da işaret parmağındaki yüzükle oynamaya başlıyor, sanki çok dikkat gerektiren bir iş yapıyormuş gibi, gözlerini ellerine saklayarak.
Kırıldığının farkında mı bilmiyor. Susuz kalmış toprakların yağmuru hızla içine çekmesi gibi nemlenirken kirpikleri, kim bilir kaçıncı kez yalan söylüyor; "yağmur" diyor, "nasıl da unuttu bizi".
İşte o an, bakışlarının ona yöneldiğini adı gibi biliyor, daha görmeden. Şimdi gözlerinin içinde, elindeki sigaradan mı kaynaklandığını hiçbir zaman bilemediği, incecik bir dumana benzeyen sözcükler dolanıyordur diye düşünüyor. Soluksuz konuşmayı sevmediğinden, arada kirpiklerini yumarak derin nefesler alıyordur. Saçlarına dokunuyordur sonra. Ve sabırla dönüp ona bakacağı zamanı bekliyordur.
Bütün bunları düşünürken, bakışların üzerindeki ağrlığı artıyor sanki. Eli kolu bağlı bir insan ne kadar hareket edebilirse, ancak o kadar hareket edebiliyor olduğu yerde. Ve biliyor, bırakılan tek seçenek bağırıp çağırmak olduğunda, kendileri olmaktan vazgeçmek pahasına bunu yapan kadınlar, istedikleri her şeyi söyleyebileceklerini anladıklarında, sessiz sedasız kapatıyorlardı kapılarını, işte böyle.

6 Eylül 2011 Salı

Kalem

Güneş, bir oyunun taraflarından biriymişçesine karşı binanın penceresine dokunarak, gözümün bebeğine kadar ulaşmayı başarıyordu yine. Şah ve mat. Aynı anda da bir damla, bu sahneyi tamamlamak ister gibi, gözümün pınarından yanağıma doğru başlıyordu yol almaya.
Nasıl yapılacağı bu şekilde anlatılmış olsaydı eğer, kesinlikle daha başarılı olurdum diye düşünerek, allık sürer gibi silerken o damlayı elmacık kemiğimden; kim bilir kime yollanırken, bana uğramazsa olmazmış gibi, okul çağlarında bir çocuğun kolları arasında kanatlanan çiçeklerin kokusu doluyordu odama, açık pencerelerimden. İşte o sıra, sanki çiçek kokulu bir parfüm sıkmışım da, daha kalıcı olsun diye boynumu açıkta bırakmak istermişim gibi topluyordum saçlarımı; onlardan çok aklımı toplamak ister gibi ama, yardım alarak tükenmez kalemlerden. Yine de unutamıyordum hiçbir şeyi. Aslında bazen, unutmak istediğimden bile emin olamıyordum.
Anahtarı kaybolmuş bir kilit gibi kavuşturduğum ellerim, onları orada bırakıp yollara çıkabilirmişim gibi sanki, öylece duruyordu masanın bir köşesinde. Sahi, insan elleri olmadan da çekip gidebilir mi? Kim bilir, belki de aklının kaldığını sandığın yerlerde, artık kimseye uzatmaya cesaret edemeyeceğin ellerini bırakıyorsundur bir tek. Ve belki de sırf bu yüzden, ne zaman kalem tutmaya niyetlense aklın, gözlerin dalıyordur bir damla yaş eşliğinde; yeni başlangıçlardan hep çekinerek.

4 Eylül 2011 Pazar

Bir şiir, bir şarkı

YAZ BİTTİ

yazın bittiği her yerde söylenir
söylenmeyen şeyler kalır geriye

ve sonra hiç bir şey olmamış gibi
ağır, usul bir hazırlık başlar
uykuya benzer yeni bir mevsime

orda burda,ev içlerinde,kır kahvelerinde,deniz kenarlarında
incelen yazın akşam esintilerinde
zaman usulca sıyrılır aramızdan
ta içimizde duyarız gelecek günlerin geçmişini
başka ne gelir elimizden
büyük bir uzaklığa gülümseyerek
geçiştiririz
ıskaladığımız şeyleri

yatıştırıcı rüzgarlar
dışavurur içimizdeki lodosu, poyrazı, günbatımlarını
saklar bizi
gözlerimizdeki hüzne 'dinginlik' adını verir
'seni iyi gördüm' diyenler
biz de iyi hissederiz kendimizi
elimizden başka ne gelir ki?

köşe başları, akşamüstleri,kokular
tozar gider zamanın boşluğunda
karışır anların kuytu belleğine
belki sonraları bir gün
hatırlanır aynı kederle
yazın bittiği her yerde söylenir
söyleyenler inanır bir şeylerin sahiden bittiğine
yaz biter
eskir geceler,serin,hüzünlü
yeni mevsime hazırlık: ömrün teyel yerleri
bir yanı telaş,bir yanı ürperten yaz sonu ikindileri
çıkarır sizi dalgın derinliğinizden
yaşadığınızı duyarsınız teninizde
bir zamanlar okumuş olduğunuz kitapları özlersiniz
sıcak odaları, beyaz, temiz yastıkları
ahşap panjurları
yaz bitti
bitmeyen şeyler kaldı geride

yaz bitti
yaz bitti
yüksek sesle söylüyorum bunu kendime
her yerde söylendiği gibi
yaz bitti
yaz bitti
hiç bir şey hiç bir şey
hiç bir şey
yalnızca üşüyorum şimdi

Murathan Mungan



3 Eylül 2011 Cumartesi

Masumiyet

Sevdiği birine kızdığında, hep daha fazla söylenen insanlara benziyordu bu akşam rüzgâr. Çok şey fısıldıyordu kulağıma. Kendimi savunamayacak kadar yorgun, hatamın farkına varmamı sağlayacak kadar suskun, oturuyordum vapurun yan tarafında.
Akşamın yeterince kararttığı şehrin ışıkları bile, salınıp duruyordu sanki o rüzgârla birlikte. Bir mum alevine benzediğini birilerine söylersem eğer, delirdiğimi düşünmelerinden korkuyordum. Sırf bu yüzden işte, bir şaşkınlık belirtisi arayarak gözlerine bakıyordum yalnızca, "onlar da gördüler mi" diye; ama gözlerim hep boş dönüyordum.
En çok aynalardan korkuyordum öyle zamanlarda. Eğer kendimi görürsem, dayanamaz, yeniden konuşmaya başlardım; biliyordum. Oysa yorgundum kendimle konuşmaktan. Rüzgârı kızgınlığımın yansıması yapmaktan. Ve durup durup yaralarımı kanatmaktan. Ama insan hiç değişemiyordu, biliyordum.
Gece gittikçe puslu bir hâle bürünüyordu gözümde. Görünen birkaç yıldız da, buğulanan bir camın ardında kalmış gibi duruyordu gökyüzünde. İşte o sıra, omzuma bir el dokunup, beyaz bir mendil uzatıyordu. "Hayır" diyordum sessizce, "teslim çağrılarına inanmayı bırakalı çok oldu."

2 Eylül 2011 Cuma

Sonbahar

Dört gözle beklediğimiz mevsim, kıza söylene de olsa istenileni yapan insanlara benzetiyordu günleri. Yani bir yanda güneş, bütün kızgınlığıyla bir alacaklı gibi dikilirken tepemizde; diğer yanda ağaçlar, sararmış yapraklarını döküyordu, bir çocuğun tüketemediği sayılı zamanların serkeşliğiyle.
Sebebini bilmiyordum ama, bu kızgınlıkta bir şekilde benim de payım olduğunu hissediyordum nedense. Belki de bu yüzden görünmez olmak istiyordum yürürken. Arabaların korna sesine, çocukların şımarıkça söylenişlerine, hiç tahammül edemediğim bir müziğin nağmelerine karışıp yok olmak istiyordum. Çünkü insan en kolay sevmediği şeylerde kaybolabilir, biliyorsun. Kimsenin aklına gelmez gelip seni onların arasında aramak. Yine de saklanamıyorsun işte.
Çünkü en çok kızgınken var oluyorsun şu hayatta. Ve kendinle kavga ederken bazen, kaçırıveriyorsun içinden geçenleri, dışarıya. İşte o an, sanki birine çarpmışsın gibi "pardon" diyorsun. "Bunlar düşündüğüm şeylerin içime sığmayan kısmı" demenin saçma ama kısa anlatımı bu "pardon", diye düşünerek susuyorsun. Gülümseyerek bakıyorlar sana. Bazı insanlar gülünce ne güzel oluyorlar. Oysa içinde dolanan bazı düşünceler, özlemle bahsettiğin mevsimler gibi gülmüyorlar hemen öyle yüzüne.
Kim bilir, belki sen de en çok bu yüzden benzetiyorsun kendini, hep somurttuğunu düşünseler de, onu sevenlere mutlulukla gülümseyen bu mevsime.

27 Ağustos 2011 Cumartesi

Serin

Annesinin dışarı çıkmasına izin vermediği arkadaşı için, dil döken çocuklara benziyordu o akşam rüzgâr; ısrarcı, inatçı. Oysa ben, yanımdaki hırkayı, sadece yanımda olduğunu bilmek için taşımışım gibi, almıyordum üzerime. Çocuğunu parka getirmiş evhamlı bir anne edasıyla bakıyordum denize. Sanki bir an ayırırsam gözlerimi, bir şey olacakmış gibi, kesintisiz.
Tenefüs saatlerindeki bir okulun bahçesi kıvamında uğultulu bir kalabalıkla doluydu sokaklar. Sonsuz bir ümitle inilen merdivenlerden, hüsranla dönülen sınıflara benziyordu yollar. Ne kadar uzatmaya çalışsan da, hep aynı zamanda varılıp, hep isteksizce sıralarına oturulan. Küçük bir çocuk, kendi dilinde dondurma istiyordu babasından o sıra, o yolun kıyısında. Bir kahverengi, bir beyaz, bir pembe. Oysa konuştuğunda hep adı yazılıyordu yeşil tahtaların sağ alt kıyısına, bembeyaz tebeşirlerle, hiç de benzemeden vanilyalı dondurmalara. Sonra bir çarpı, bir çarpı daha.
Bize en çok susmayı öğrettiler okullarda. Silgilerimizin o kadar çabuk kayboluyor oluşunun, kendimizi ihbar etmek olduğunu anlamadılar. En çok varlık gösterdiğimiz şeyin hatalarımız olduğunu da. Kalemlerimizi, sırf kokularını duymak için ikide bir açıp bitirdiğimizi ya da. Ve kim bilir neleri, neleri daha...
Aklımda çırpınıp duran onlarca düşünceyi, türlü çeşitli yollardan gelip denize karışan dereler gibi, salıvermiştim bir kıyısından bu sulara, zamanında. Galiba şimdi de hatırlama vaktiydi. Zaten insanı üşüten de rüzgâr değil, içindeki fırtınaları sessiz sedasız kabullenen denizin, sana kendini hatırlatan sesiydi.

25 Ağustos 2011 Perşembe

Gamze

Geç kalan insanlar gibi telâşla esen rüzgâr, annesinden ayrılamayan çocuklara benzetiyordu kadının saçlarını. Belki de bu sebeple, bırakıp gidebilirmiş gibi sanki, her seferinde daha çok sarılıyorlardı yüzüne. Ve sonra, en sevdiği şeyle kandırılmaya çalışılan çocuklar misali, kulağının arkasına alıyordu kadın, usulca onları. Biliyordu, bir sırrı saklar gibi kulağının arkasına aldığı saçları, her daim güzel gösterebilecek tek şeydi bir kadını.
Hep bir umutla süslenip bekleseler de, kocaları tarafından görmezden gelinen kadınlar gibi boyunlarını büken akşam sefaları, yerinden kalkıp gitmek istercesine yola taşıyorlardı; o öyle kulağında çocuk cıvıltılarını andıran saçlarıyla sokağa girdiğinde. Kimbilir, ardı sıra yürüyüp gitmek istiyorlardı belki, özenerek pembelerinin çingeneliğine. Ama hep sessizdi sokak. Evlerinin hangisi olduğunu hatırlayamıyorlarmış gibi ağır adımlarla yürüyen insanlar vardı dört bir yanda. Kuş cıvıltıları da olmasa, nefes alış-verişlerine bile tanık olacaktık sanki, bir doktor edasıyla.
İşte o sessizliğin içinde, gözleri yakamoz gibi sokağı boylu boyunca dolanıp duran bir adam, yabancılığına aldırmadan yürümeye başladı sokağın dar kaldırımlarında. Tam yanından geçerken, o cıvıltıları duyuyormuşçasına dönüp baktığında kadına, yanağında açılan çukura ekilebilecek bir çiçekmiş gibi gülümsediğini gördü. İnsan bir çiçeğe benzeyebiliyorsa gülümserken, bu güzel kokular boşuna değildir diye düşündü. Kadın, utangaç-mahçup-telâşlı, attı yine saçlarını kulağının arkasına. Ve kimbilir bu sefer, ne kadar güzel göründü.

19 Ağustos 2011 Cuma

Duman

Hevesle beklediği biri varmış da gözünü yoldan alamıyormuş gibi ardına kadar açık pencerelerimden, ne rüzgâr giriyor içeri bugün, ne de kıyısına kadar gelip başını içeri uzatan serçeler. Bir tek, nereden geldiği belli olmayan, ama düşlediğim her şeyin olabileceğine inandıran, bardakta dolanan çay kaşığının o melodili sesi.
İnsan gökyüzüne dönüp bakmak istiyor böyle zamanlarda. Sanki bir rüyaya benziyormuş da her şey, gökyüzünü görmezsen inanamayacakmışsın gibi. Bir bulut, bir kuş, bir parçacık güneş bulup, bir şarkı söyleyemeye başlamazsan eğer, şu günün içinde kaybolmaktan başka şansın kalmayacakmış gibi.
Hep kuşlara özenmiş olsam da, durup durup gökyüzüne bakmak isteyişlerim sadece bu sebeple değil yani. Gereksiz bir kalabalığın ortasında, nefessiz kalacakmış gibi hissediyorum bazen kendimi. Kimi zaman hızla, kimi zaman aheste revan gidişlerinin zamanın akışıyla bir ilgisi olup olmadığını bir türlü bilemediğim bulutlara çeviriyorum işte o zaman gözlerimi. "Bir insanın gözleri bulutlara benzer mi?" diye soruyorum kendime sessizce. Bilirsin, insan hep en zor soruları sorar kendine. Cevabı oradaymış gibi sanki, dönüp bakıyorum bulutlara. Bunca ışıltıyı içinde gezdirirken, hiç olmadık bir anda, yaprağın üzerinden kayıp giden bir çiğ tanesi gibi süzülüyorsa yaşlar yanaklarına, insan buluttan başka neyi yakıştırabilir bilmiyorum, hep bir bahaneyle ıslanıveren bakışlarına.

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Jebel / Ayşem

İnsanın böyle arkadaşlarının olması güzel şey. Hele Ayşem'i böylesine güzel söylemeleri... Ellerine, kollarına, ağızlarına sağlık. Seviyorum sizi.



12 Ağustos 2011 Cuma

Ay

Bir tarafı kırık bir sokak lambası gibi duruyordu ay; el ayak çekilince, kokularını tatlı bir esintiyle açık pencerelerden içeri salan çiçeklerin bezediği sokağın baş köşesinde. Rüzgâr, dışarda kimsenin kalıp kalmadığını kontrol eder gibi esip geçiyordu o sıra, ıssız sokaklardan kalabalık ana caddelere. Evsiz yurtsuz çocuklarla karşılaştığında belki, ne yapacağını bilemediğinden, bir fırtınaya dönüşüyordu birdenbire.
Elimde değil, ne zaman rüzgârın öyle deli gibi estiğini görsem ben, aklıma çaresizlik geliyor her seferinde. Açık bıraktığım pencerelerden utanıyorum. O pencerelerin hiç susuz kalmamış renk renk sardunyalarla bezeli mermerlerinden. Hep bir yanı eksik cümlelerimden utanıyorum sonra. Ve ay, annesinden gizli sevdiğiyle konuşan genç kızlar gibi, rüzgârla titreşen sardunyaları aydınlatıyorken, ben yine konuşup duruyorum kendi kendime.
Çocukluğumu hep bir şeyleri kırmama telâşıyla geçirdiğimden belki, ayın kırık yanına bakıyorum durmadan. Kimbilir diyorum, bu akşam bütün çocuklar, kendilerinin yaptığı anlaşılmasın diye daha erken çekilmişlerdir yataklarına. Uyumamış olsalar bile uyumuş numarası yapmışlardır hatta. Belki de bu yüzden bir suçlu gibi uzanmıştır o çocuklar da, kir pas içindeki yüzleriyle, kaldırım taşlarına.

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Mendil

Mevsim yazdı. Gülümseyerek vedalaşan insanlar gibi, usulcacık ayrılmıştı göz hizamızdan güneş. Masamızın hemen kıyısında duran denizse, çok sevdiği birinin gidişini unutturmaya çalıştığı çocuklarmışız gibi, daha bir hevesle çırpınıp duruyordu; karşı tepenin ardına saklanan güneş, sadece kızıllığını bırakırken ardında. Ve biz, uzun zamandır görüşülmemiş bir dostmuş da, gözümüzü alamıyormuşuz gibi, nereden esiyorsa rüzgâr, o tarafa çeviriyorduk yüzümüzü.
Birdenbire çalmaya başlayan sevdiğimiz bir şarkıya eşlik eder gibi de, iki çay söylüyorduk kollarımızı kavuşturduktan sonra. Hiç konuşmuyorduk. Giderek bir uğultu hâline bürünen insanların konuşmalarını dinlemeye gelmiş gibiydik daha çok. Çünkü bilirsin, insan çoğu zaman kendi kelimeleriyle anlamlandıramaz hayatı. Yüzünü kavradığı sevgilinin yanaklarına dokunur gibi açtığı kitaplarda arar bilmediklerini. Ve güzel bir şeyler söylemesini ister gibi, denize bakar sürekli.
İşte o an, gözleri sonbahar yeşili bir çocuk, bir denizkızı gibi beliriverir; adını hiç duymadığın ıslak mendil paketini uzatarak. Gözleri, denizden yeni çıktığının kanıtıymış gibi ıslak. Çünkü insanın en çok gözleri ıslanır denizde. Ve bir deniz kızının gözleri hiç kurumaz, yaşlarını elindeki mendillere silmiş olsa bile.

5 Ağustos 2011 Cuma

Yol

İnsan kaçıyorsa eğer, arkasına bakma ihtiyacı hisseder mutlaka. Aklı, fikri ve dahi gözü arkadayken, kendine çarpar hep. Unutur bunu bazen.
Uzun ve elbisesinin eteği rüzgarda salınan bir kadın gibi, laciverdini koyulta koyulta gelen geceyi karşılarken penceremde; bir çocuğun bir oyun gibi tutturduğu kaçışıyla hatırlayıp dolanıyordum, asla o kadar hızlı koşamayacağımı bilsem de, anlaşılmaz bir hızla uzaklaştığım kelimelerin açtığı dehlizlerde. Çünkü bilirsin, duvara çarpar gibi karşılaşılır bazı kelimelerle. Ya da dipsiz bir kuyu misali, sonuna varamadan sadece düşersin içlerine. Hiçbir şey bir daha eskisi gibi olmaz o andan sonra. Sanki kurduğun her cümlenin içinde o kelime varmışçasına ürkek ve fısıltı gibi konuşmaya başlarsın farketmeden. Sonra bir gün, sesini bile unutursun söyleyemediğin o kelimelerde.
Otobanların upuzun beyaz çizgilerinin, geri dönüşün olmadığını anlattığını düşünerek; çünkü bir yolculuğun, mutlaka içinde bir şeylerin yerini değiştireceğini bilerek çıkmışsan yollara; bildiğin bir yeri arıyormuşçasına hep tetikte olur gözlerin, başını cama yaslamadığın zamanlarda. Ve bazen, nasıl olduğunu bir türlü anlayamasan da, sırf sevdiğin insanları barındırıyor diye gözlerini bırakıp dönüverirsin, şehirlerin sana yabancı sokaklarında. Diyorum ya, gittiği gibi dönemez insan hiçbir yerden. Ama uzadıkça uzayan suskunluklarını ve yoksunluğundan utandığın bir şey gibi gözlerini yerden ayırmayışlarını nasıl açıklayabilirsin bilmiyorum, onca insan hiç böyle kendinden vazgeçmemişken.

4 Ağustos 2011 Perşembe

Hüzün

Henüz kendini toparlayamamış bir sabahtı. Kalemle bir nehire benzetmeye çalıştığım gözlerim, kaybettiğim bir şeyi arıyormuş da, en olmadık yerlere bile bakmazsa bulamayacakmış gibi, bir dere olup çağlıyordu; sokağın, caddenin dört bir yanında. İşte böyle, göğü masmavi boyamış bir ağustos gününün başında, telâşlı insanların arasından usulca akıp geçerken, özlemlerimi düşünüyordum bir yandan. Ve ardı ardına sevdiğim insanların adlarını geçirmeye başlıyordum aklımdan. Hani hıçkırık tutar da, birinin seni konuştuğunu düşünerek, (belki de bunu deli gibi isteyerek) aklından geçirirsin ya sevdiklerinin adlarını; öyle işte. Belki de bu yüzden, otobüse bindiğimde, bir mektup gibi katlayıp kendimi, bırakmıştım cam kenarında bir koltuğa. Kısacık bir an da olsa, içinde denizi dalgalandıran cama yaslamıştım başımı. İşte o an farketmiştim, zarfsız bir mektuba bakar gibi üzerimde dolanan yumuşacık, masmavi bakışlarını. Merakla sarmalanmış bir çift göz, kimsenin görmeyeceği zamanlarda dolaşıyordu satırlarımda. Bilmediği kelimelerin altını çizerek okuyan bir havası vardı bakışlarının. Ve özenli, incitmekten ürker gibi bir uzanışı.
Bir mektup, okunmadığını hissedebilir mi diye düşündüm, bana öyle bakarken. İçlenir miydi kelimeler, ne söylediğine dikkat edilmeden okunup unutulmuşsa bir köşede? İnsan bu yüzden mi saklayıp hüzünlenirdi, en güzel kelimelerini, bir mektup gibi içinde?

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Siyah

Defalarca yıkanmış siyah bir kıyafetin solmuş rengine benziyordu gözleri. Sadece rengi de değil; duruşu, biçimi. Konuşmaya nasıl başlayacağını bilemiyormuş da, etrafından yardım dileniyormuş gibi, hep köşelere çektiği gözleri; korkak, ürkek, çekingen dolanıyordu kirpiklerinin arasında.
Uzun bir cümlenin noktalı virgülüne denk düşecek kısacık anlarda baktığında yüzüme, unuttuğu bir şeyi hatırlamış gibi çeviriyordu bakışlarını; şehrin ışığa kesmiş kalabalık caddelerine. İşte o an, bu gürültüden ölesiye mutlu olduğunu düşünüyordum nedense. Sanki birileri sürekli böyle konuşursa, sıra ona bir türlü gelmeyecekti. Oysa o hep geniş zamanlar düşleyecekti, şairin dediği gibi, düşünüp de söylemeye cesaret edemediklerine. Ve akşamları yatağına uzandığında, bu durumu kendine haklı gösterecek bir bahane bulacaktı hep, açık penceresinden içeri dolan sessizliğin içinde.
Karanlığın içine yayılan ışıl ışıl hayallerini, yüzüne yerleşen gülücükle tamamladıktan sonra da, bir kez daha yıkayıp, biraz daha solduracaktı gözlerinin rengini, şampanya rengi duvarlarında. Ve akşam sefalarının kenar süsleri gibi iki yanına dağıldığı sokağa, her sabah, eskiyip sökülse de giymekten vazgeçemediği bir kıyafet gibi, aynı gözlerle çıkacaktı hep. Ta ki bir gün biri, içindeki kuytulukları açıp, yenisini hediye eder gibi rengine kavuşturana kadar gözlerini.

2 Ağustos 2011 Salı

Bulut

Babası geldiğinde eve çağırılan çocuklar gibi göğün yüzünden çekilmişti güneş. Dilime dolanan şarkı kadar ferahlatıcı olmasa da, hafif bir rüzgârın peşi sıra geliyordu ardımızdan; gidilecek yer artık her neresiyse, oyalanmadan gidip gelebilmek için, evde oturmaya iknâ edilmeye çalışılan inatçı bir çocuğa benzeyen martılar. Denizse, şahit gösterilecek güler yüzlü bir komşu teyze oluyordu o sıralar. "Bak" diyordu usulcacık çırpınışlarıyla, üzerinde gezinen kuşları göstererek; "gelmiyor benim çocuklarım da".
Yüzüme sıçrayan bir kaç damlayla gülümsüyordum iskeleden ayrılırken. Kıyıdan uzaklaştığımız her kulaç boyunda ardımızda kalan köpükler, mis kokulu bir silgi gibi siliyordu unutulmak istenen her şeyi. Ama şansına güvenen insanlara özendiğimizden midir bilmem, o beyaz köpüklerin altına bakıyorduk biz sürekli. Kaybediyorduk. Bazen yılları, çoğu zaman kendimizi.
Demirlere tutunup göğe kaldırıyordum başımı sonra. Ansızın bir yağmur başlıyordu incecik, gözlerim bulutlara dokunduğunda. Zaten biliyordum, bütün yağmurlar böyle başlıyordu işte; bulutlar böyle göz göze gelerek çarpıştığında.

Sakıncasız / Metin Eloğlu

Bir kuş tüyüne değip de
berelenmeden
Bir güz yelinde örselenmeden hiç
Çayırın acı yeşillerine uğramaksızın
Hırpalanmadan günışığında
Papatya kokularıyla ırgalanmadan
Sen yine orda mısın demeden
Sen hâlâ
Sen hâlâ gel demeden
Geliyorum ben sana

Metin Eloğlu

30 Temmuz 2011 Cumartesi

Gül

Üstünde gül reçeli olan bir masanın başında konuşulan şeyler ne kadar hüzünlü olabilirdi bilmiyordum. Hele de çaylar, ince belli bardaklarla, okuduğumuz kitaplarda aynı cümlelerin altını çizdiğimiz insanların sıcaklığında getirilmişken masaya.
Ama işte, yüzümün bulutlu ikliminde gezinen o yağmur havası, deli bir rüzgârla savrulup dururken içimin kuytu köşelerinde, çaylar bile yağmur toplayan bulutlar gibi koyulaşmıştı yine; kenarında parmaklarımızın unutulduğu çiçek desenli çay tabaklarının üzerinde. Ki ben hiç sevmem soğumuş çayı, hava o günkü gibi mevsim normallerinin üzerinde seyretmiş olsa bile.
Gül reçelinin bir anda koyulttuğu hüzünlü sohbet, çay tazeleme merasimiyle bölünmesin diye, her an içecekmişim gibi bir türlü ayıramıyordum parmaklarımı bardağın üzerinden. Oysa susuyorduk çoğu zaman. Suskunluğun dilini çözmüş insanlarla soğuttuğum çaylar gibiydi belki hüznüm. Belki de bir buketle değil de, bir kase içinde hediye edilen rengârenk güller gibi. Ve kimbilir, sonbaharda soyunan bir ağaç gibi sadece yapraklarını katmış olduğu hâlde, yerken dilime batıyorsa diken, hiçbir gülün dikensiz olmayacağını öğrenerek büyüdüğümüzdendi.

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Ezgi

Bir akdeniz ezgisi gibi esiyordu rüzgâr, o sıcak yaz akşamında. Ve deniz, o ezgiye keyifle uyum sağlayan bir kadın gibi kıvrılıp duruyordu, şehrin rengârenk ışıklarının altında. Motorun üst kısmına, gözlerimi denizin lacivertinde kaybetmeye çıkmışken ben, yine bütün gerçekler seriliyordu işte, ayaklarımın altına. Kulağımdaki kulaklık engel oluyordu etrafıma dizilmiş onlarca insanın konuşmalarını duymama ama, çok sevdikleri hâlde, sözlerini bir türlü öğrenemedikleri bir şarkıya eşlik etmeye çalışıyorlarmış gibi, anlayışla bakıyordum onlara. Hayatı da tıpkı böyle yaşıyoruz galiba, diyordum içimden.
Çünkü söylüyor söylüyor söylüyorduk biz, durmadan. Aynı ritimle göğe salınan kelimelerle, bazen gerçekten inanıyorduk o şarkının bir parçası olduğumuza. İnanmak kadar önemli başka bir şey oluyordu sonra... davetsiz bir rüzgârın getirdiği çiçek kokuları gibi, gelip yerleşiyordu içimize mutluluk. Farkında mısın bilmem, bazı kelimeleri biz, ne çok seviyorduk. Hele bazı isimleri... delicesine. Ama durup dinlenmeden yakınmamızın sebebi sevmediğimiz şeyler değil sadece. Çünkü biz sevdik aslında şarkılar kadar hayatı da. Sevdik sevmesine ya, yine de söylediğimiz sözler pek denk düşmedi işte, onun tutturduğu ritmin kelimelerine. Oysa bir düşse... Biliriz çünkü biz, kelimeler, onları inançla söyleyenlere ihanet etmezler hiç; bir şarkıda ya da sessiz sedasız bir kağıdın üzerinde dolanıyor olsalar bile.

21 Temmuz 2011 Perşembe

Kurak

Kıskanç bir sevgili gibi güneşin önüne dikildiğinde, ağlayarak konuşan çocuklara benziyordu bulutlar. Ne dediği bir türlü anlaşılmıyordu. Kapı çaldığında, dantelli örtüler gibi bir yerlerde sakladığı misafir ses tonunu kuşanıp uyarıyordu rüzgâr; ağlamadan konuş. Ancak o zaman anlayabiliyorduk işte; sarıyı, beyazı, griyi bütün ihtişamıyla gördüğü hâlde, hep bir maviye hasret geçirdiği günlerine ağladığını, gökyüzünün. Ama nasıl anlatabilirdik bilmiyorduk, özlediği şeyin aslında bizzat kendi yansısı olduğunu. Susuyorduk o yüzden. Ve suskunluğumuz, bulutlara hiç ulaşamamış bir yağmur çağrısı oluyordu.

14 Temmuz 2011 Perşembe

Erken Kaybedenler/ Emrah Serbes

Bazı insanlar var... Varlar yani... öyle...

...
Unutmanın acısı, ayrılığın acısından farklı. Ayrılık hüzne yakın, unutmak kasvete. Yani birini er geç unutmaya mahkum olduğunu bilmenin kasvetinden bahsediyorum. Birini yavaş yavaş unuttuğunun bilincine vardığın anların sıkıntısından bahsediyorum. O kişinin parça parça silinip alakasız hatıraların arasına karışmasından bahsediyorum. Belki de neden bahsettiğimi bilmiyorum, sadece üzülüyorum, vasıfsız keder.
...
Erken Kaybedenler/Emrah Serbes

11 Temmuz 2011 Pazartesi

Pembe

Pamuk helvalara benziyordu gözleri. Rengi tutmasa da, insanı her yaşta kendine hayran bırakacak bir tatlılıkla ve pamukları andıran bir yumuşaklıkla süslediği bakışları, gözlerini ayırmadan bakma isteğiyle dolduruyordu insanın içini.
Annelerin pek de onay vermediği, yerine hep başka şeyler almakla kandırabileceklerini düşündükleri çocukları, bir türlü iknâ edemedikleri zamanlarda olduğu gibi, aslında o kadar da zararlı olmadığına inandırmaya çalışıyordum hâlâ; içimde bir anne edasıyla dolanıp duran, korkak ve evhamlı beni. Belki de bu yüzden, niye öyle baktığını sorduğumda, nasıl yapıldığını anlatan bir satıcı gibi, birkaç kelime eşliğinde kirpiklerini kırpıştırıp durduktan sonra, hazır hâle gelmiş bir pamuk şekeri uzatır gibi, hep bir sonbaharı çağrıştıran yüzüme çevirdiğinde gözlerini; içimdeki bulutlar da pembeye boyandılar. Renkleri nesnelerle sınırlandırılmamış çocuklara benzemiştim o an. Artık elmaları maviye boyayabilirdim, hiç açıklamasız. Kimbilir, belki ağaçlarım bile kırmızı olurdu, giymekten bıkmadığım o rugan pabuçlarım gibi.
Oysa hiç dokunmak istemezdim, gökyüzüne ve denize. Uzun zamanlardan sonra memleketine dönen insanların tedirginliğiyle, tanıdık bir şeyler kalsın isterdim, bir kelimenin bütün bir yaşamın anlamını değiştirebildiği o anlaşılmaz vakitlerden geriye. Çünkü bilirdim, aşk, insanı hep yabancı bir şehre sürüklerdi. Aslında sen, yerinden hiç kımıldamamış olsan bile...

10 Temmuz 2011 Pazar

Düşbaz / Dönme Artık

Bu da mı gol değil?


7 Temmuz 2011 Perşembe

Kızgın

Güneş, günebakan çiçekleri gibi dönmüş yüzünü mavi göğe. Sevildiğini bildiği için şımaran insanların tatlı tebessümlerini andırıyor, böyle erken saatlerde insanın gözünün içine girdiğinde. Ama o sevimliliğine rağmen, etrafı görebilmek için kıstığım gözlerim, kaşlarımın çatılmasına sebep oluyor, hiç de istemediğim hâlde. Onun gözleriyse hâlâ benim üzerimde. Böyle anlarda hep olduğu gibi, yine bir eksiklik aranıyorum kendimde. Birini, böyle gözlerini ayırmadan baktıracak kadar dikkat çekici bir gariplik olmalı diyorum içimden. Sonra düşünüyorum da, birilerinin söylediği gibi, kızınca gerçekten güzelleşiyorumdur belki. Artık kızgınlık insanı nasıl güzelleştirebilirse.
Elim kolum birbirine dolanıyor. Aslında normal olan bütün devinimlerim, yapay bir hâle bürünüyor, hareketlerim böyle dikkatle incelendiğinde. Dönüp bakamıyorum ona. Güneşse hâlâ gözümün içinde. Kimbilir, belki de çok uzun zaman önce, şımarma hakkımı tümüyle ona devrettim ben. Hep gözümü kısışlarım, yerli-yersiz kaş çatışlarım, belki de hep bu sebeple.

1 Temmuz 2011 Cuma

Nâzım Hikmet Ran

Biz ince bel, elâ göz, sütun bacak için sevmedik güzelim,
Gümbür gümbür bir yürek diledik kavgamızda.
Ateşin yanında barut, barutun yanında ateş olasın diye!
Rakı sofralarında söylenip, acı tütün çiğnercesine sevdik
ANLAYAMADILAR...

Nâzım Hikmet Ran

29 Haziran 2011 Çarşamba

Çakmak

Teninin esmerliğine ve akşamın koyulaştırdığı sokak aralarına rağmen, ışıltılı bir mücevher gibi parıldıyor; ağzı hiç kapanmamışken, ona inat, derin bir uykuya dalmış gibi duran, devinimsiz gözleri. Uzattığı çakmağın ardından gelen, çocukluğunun mu, şivesinin mi baskın olduğuna bir türlü karar veremediğim ısrarcı kelimeleriyle, anne-babasına istediğini aldırana kadar uğraşan çocuklardan bir farkı yok aslında. Ama hayat kim bilir nasıl bir oyun oynadı da düşürdü onu bu kalabalık ara sokaklara.
Bütün çocuklar gibi, eli kolu hiç durmuyor konuşurken. Sanki az sonra kanatlanıp uçacak bir kuşmuş gibi, salınıyor sürekli iki yanında. Sen de bilirsin, en çok çocuklar benzerler çünkü kuşlara. İstedikleri her şeyin gerçekleşebileceğine dair o saf inançlarını kaybetmezler büyüyene kadar. Ya da en azından, öyleydi bir zamanlar.
Gözleri mi yoksa elindeki çakmağın rengi mi daha siyah diye düşünürken, uzanıp alıyorum taşıdığı paketin içinden en renklisini. Gözleri ona kalsın istiyorum. Oysa satmayı başardığını anladığı anda, alev gibi bir parıltı geçiyor onun siyah gözlerinden. Ah çocuk diyorum, hayatını ateşe verenleri ihbar ediyorsun aslında sen, o çakmağı böyle ısrarla satmaya çalışırken. Oysa kimse dönüp de bakmıyor senin yangınına, sen işte böyle, sessiz sedasız bütün hayatını haykırırken.

28 Haziran 2011 Salı

Hatıra

Yağmur, dalında demliyordu ıhlamurları. Ve taze demlenmiş ıhlamur kokusuyla dolduruyordu, bir anda kalabalığından arınan o sokağı. Komşusuna çaya gelmiş insanlar gibi bir köşede oturuyordu, yol boyu yanından geçtiğimiz sarmaşıklar. Özlenen birine benzetilen ama hiç tanınmayan yüzler gibi, hanımeline benzetiyordum kokularını. Benzemiyordu oysa. Biliyorsun, sarmaşığın kokusu değil bahsettiğim. Hayatın en umutsuz anlarında, gözlerini ışıldatarak gülümseyen biri, işte böyle hatırlatıveriyordu seni bana. Oysa ben, ardıma dönüp bakmak istiyordum hep, gözlerini benden ayırmayan biri karşıma çıktığında. Nedense, bana öyle gülümseyince, garip bir tedirginlik oluyordu üzerimde. Hep bir hata, bir eksik ya da bir yanlış anlaşılma bekliyordum, çaresizliğin sessizliğine bürünmüş o zamanların ertesinde.
Kızgın, aksi bir çocuk gibi, bütün gün sağa sola saldıran güneş ışınlarının yakıp kavurduğu günden özür dilercesine, usul usul yağıyorken yağmur; kendi kendine gülen biri oluyordum ben. Zamanında çok güldüğüm bir anıyı, sözleri hep şaşırılan bir şarkıyı, gerçek olmasını ümit ettiğim bir rüyayı, hatta hiç kapanmayan bir yarayı hatırlayıp, adımlıyordum, ağaçlardan başka kimsesi kalmamış ıslak kaldırımları. İnsan hatırlayarak yalnız kalıyordu aslında. Belki de sokaklar bile bu yüzden böyle tenhalaşıyordu, yağmur yağdığında.

21 Haziran 2011 Salı

Toprak

Yabancıların en yakınıydın sen/Nilgün Marmara

Sırtını dönüp gidenlerin gölgelerini uzatıyordu akşam güneşi. Ve sokağa çıkan çocuğunun ne yaptığına bakınan bir anne edasıyla ışıldatıyordu pencereleri. Uzun zamanlardan sonra, karşılaşıldığında, hep kendisiyle anılan bir tanıdık oluyordu rüzgâr. O cümleyi, her seferinde, sitemkâr ama sevimli bir ses tonuyla fısıldamayı başarıyordu yine ağaçlar.
Hanımeli kokusu salınıyordu sokağın dört bir yanına. Birbirine sarılanların saçlarına karışıp, siniyordu parmak uçlarına. Ve sanki sözleşilmiş gibi hep aynı cümle yineleniyordu, lunaparka adım atmış bir çocuk heyecanıyla; "hangi rüzgâr attı seni buraya?"
Üzerinden yıllar da geçse, hep o ıslanmış toprak rengi gözleriyle bakıyordu bana. Daha fazla ıslatma artık diyordum içimden, yeni ekilmiş fidanın toprağa tutunması gibi, gözlerimi ayıramadan gözlerinden. Bazı insanlar, verimli topraklara benziyordu işte. Ne ekilse bitecek, umutları yeşertecek bir avuç toprakla karşı duruyorlardı, şu dünyanın derdine. Kokusunu salıyordu dört bir yana, çiçekler açtırıyorlardı kuytularda. Ama bir tek çocuklar biliyordu kıymetini. Bir zamanlar, evcilik oyunlarında yemek diye tabağa toprak koyan çocuklar, ne kadar büyüseler de, hiç unutmuyorlardı onun şefkatini.

20 Haziran 2011 Pazartesi

Damla

Ben bir gerçeğin saklısındayım şimdi ve senin hayatın benim sana demediklerim kadar noksan.../Hasan Ali Toptaş

Turunculu-pembeli bir örtü gibi yayılmışken denizin üzerine gökyüzü; balkonda oturup, yalansızlığının can acıttığı serin bir yaz akşamını uğurluyordum geceye. Üzerinden kim bilir ne kadar zaman geçmişti ama, yine de bilmeni isterdim; unuttuğun gibiydim ben hâlâ.
Kimsenin üşüyüp üşümediğimi sormadığı ve dahası, sırf beraber biraz daha vakit geçirebilmek için, üşüdüğüm hâlde inkâra yelteneceğim soruların salınmadığı sessizlikler dolanıyordu etrafımda. Yalnızlık, insanı bütün doğrularıyla başbaşa bırakıyordu bazen işte. Ve insan, cetvelle çizilmiş gibi duran bu doğrulardan sıkılıyordu, akıl erdiremeden bu noktaya nasıl geldiğine. Yalan söylemek istiyordum işte o zaman. Bazı sorulara, herkesin öyle olduğunu bildiği, ya da bilmeseler bile, yüzümdeki o muzip gülümsemeden farkedecekleri yalanlar söylemek istiyordum. Bazı doğruları, gecenin sakladığı kara bulutlar gibi saklayabilmek istiyordum onların ardına. Omza alınan hırka sıcaklığında bir ses geliyordu içeriden o sıra; "üşümedin mi sen?"
İşte o an, kabuğu kaldırılmış taze bir yara gibi kanıyordum, en can acıtan yerimden. Kollarımı kavuşturup içeri giriyordum sessizce. Oysa biliyordum, bugüne kadar hiçbir sessizliğim bir yalana eş olmamıştı. Çünkü bilirsin sen de, insanlar en kolay sessizlikleriyle ele verirlerdi yakayı. Belki de bu yüzden gizlice silmiştim, kapıyı kapatırken, ufukta kocaman bir lacivert hâline gelmiş denize katılmaya çalışır gibi, aceleyle gözümden süzülen o damlayı.

19 Haziran 2011 Pazar

Akgün AKOVA - Baba Bana Bağırma

baba bana bağırma
bülbülleri kaçırdın ormanlarımdan
kulaklarımın kapılarını havalara uçurdun
kapılar baba kapılar pencereleri alıp gittiler
tenorlar kaçtı ses tellerinden
çevreye saçıldı yavru diktatörler
seni ne sopranolar istedi de vermedik baba
baba bana bağırma
bayrak direklerine konan kartalları anlat
uzun uzadıya
nasıl da göremediler avcıları
o keskin gözleriyle vah hah ha
şans yıldızlara özgü bir yalan baba
yıldızlara tükürüp tükürüp onları gezegen yaptınız
savaşan halklar taktınız dünyanın boynuna

yalanları yazdım defterime hiç unutmadım
radyasyonu radyo istasyonu sanan Bakanları
çiğleri, Meclis tavanını çiğ köftelerle çiğneyen
doğum sonrası acılarını cüce ülkeler doğuran kadınların

hiç unutmadım
sakallarını yüzlerinde
yüzlerini sakallarında unutan adamları
ve ısırgan tarlalarındaki parçalarını
Uğur Mumcu'yu biz yapan bombanın

hiç unutmadım
uzak yakın tüm tuzakları baba
yolun ezdiği oyuncak bir kamyonsun sen
bir gam ağacısın
kar yüküne dayanamayıp kırılan
ilkbaharı gerzeklere ödünç verdin
geri getirmediler
güneşin başına gelenleri
biz ilkbaharsız nasıl anlarız baba

baba bana bağırma
bir kulağımdan giriyor sözlerin
öbür kulağımı tıkıyor
Buenos Aires'te olsaydım diyorum içimden
Eva'nın peronunda
karanlıktan kuşlar çalan bir tren
bir bıçak kaçağı
tangonun bacaklarını havaya kaldırdığı kentte
ama iyi ki buradayım, burada hiçbir şeyi unutmadan
burada
bilginin bilgisizlikten daha çok acı verdiği yerde
burada, tam karşında
hapisanelerde hintyağı gibi bir şeydi zaman
hastanelerde pıhtılaşmış kan gemisi gibi
yol alırdı saatler
karılarının namuslarını dillerinde saklayan
adamlar vardı bir taraflarda
televizyon kanallarında yitirilen çocuklar
gökyüzüne düşmemek için denize yapışan balıklar
ve depolara indirilen Lenin heykelleri vardı
Sovyet Rusya'da
kafandaki duvarları
niye cebine koymuyorsun sen baba


baba bana bağırma
farkında değilsin
arkasını ezilenlerin yaladığı
bir posta puludur dünya
bir karadelik yutana kadar uzayda bizi
asansör boşluğuna itilen bir kedisin sen
söylemenin tam sırası
ülkeyi bu duruma senin oy verdiğin
partiler getirdi baba
ama ben buradayım, burada hiçbir şeyi unutmadan
bir yaşamlık kaygı duruşundayım
yakın tarihimiz için


baba bana bağırma
bacağından vurulursa bir şiir
nereye kadar gidebilir
bana bağırma baba
kendine bağır
yoksa her şey bitebilir


Akgün AKOVA

13 Haziran 2011 Pazartesi

Yaz

Islanmıştı gün. Ve güneş, defalarca uyarmasına rağmen, gidip yine o su birikintisinde oynayarak üstünü başını ıslatan çocuğuna, azarlayıcı bir tonda konuşan anne edasıyla belirmişti bulutların ardından. Öylesine kızgın. Buna şahit olan herkes ona kızıyordu oysa. Nihayetinde bir çocuktu o daha.
Tüm bunlar olurken, rüzgâr, uzlaşmacı insanlar gibi gelip giriyordu güneşle yağmurun arasına. Her ikisine de bir şeyler fısıldıyordu muhakkak, "sen de haklısın ama..." ile başlayan. Deniz de, dışarıdaki sesleri duyup meraklanan bir komşu oluyordu o sıra. Saçı başı dağınık ve elinde bir toz bezi ile belki, çıkıveriyordu hafifçe dalgalanan perdenin bir kıyısından. Ama aynaya bakmadan dışarı çıkmış bir kadın kadar ışıltısız görünüyordu, güneşin üzerinde oynaşan ışıkları olmadan. Belki de bu yüzden, martılar, sokak aralarında top koşturan çocuklara benziyordu bir anda. Ve vapur, "gidip kendi evinizin önünde oynayın" diye söylenen yaşlı bir teyzeye dönüşüyordu, kaçar gibi hızla geçip giderken yanlarından. Bulutlar bile uykudan yeni uyanmış bir bebek kadar şaşkın dolanıp dururken yatağında, öylece oturuyordum ben, 15:45 vapurunun sol kıyısında. Ve diyordum ki içimden, "bazen yağmurla güneş, bulutla rüzgâr bile aynı mevsimi adlandırabiliyor ama, insanlar nasıl başarıyorlarsa hep bir fırtına koparıyorlar, mevsim yaz bile olsa.

Yolculuk

Bana yaşadığın şehrin kapılarını aç
Sana diyeceklerim söylemekle bitmez.
Yıllardır yaşamımdan çaldığım zamanlar
Adına düğümlendi.

Bana yaşadığın şehrin kapılarını aç,
Başka şehirleri özleyelim orada seninle.
Bu evler, bu sokaklar, bu meydanlar
İkimize yetmez.

Özdemir Asaf

Elimde Maya'mın hediyesi o kitap, aklımda yine onca soru ve kulağımda şu şarkı ile çıkıyorum yola. "Bir yolculuk eğer gerçekten bir yolculuk ise, yolcunun sorduğu sorulara cevap vermez. İyi bir yolculuk, yolcunun sorularını değiştirir." demiş ya Ece Temelkuran, galiba bu sefer öyle olacağına inanıyorum. Öyle olsun da istiyorum. Ben dönene kadar bütün şarkılarım, bütün cümlelerim size emanet.




10 Haziran 2011 Cuma

Hakeza

Nasıl ki bir çocuğu izlerken, yaptıklarından, söylediklerinden çok, kendisine ve mimiklerine bakıyorsan, öyle bakmalısın bazen içinden geçenlere; anlayışla, sevgiyle. Çünkü sen de öyle bakmazsan eğer, kimse kulak vermez yüreğinin sesine. Akıl durur kapında, mantık gelir yanına, senin adına kararlar verirler. Kendi isteyip de yapamadıklarını çocuklarına zorla yaptıran anne-babalar gibi, sana bir yön çizerler. Sebepler gösterirler yaptıklarına. Ama bilirsin, bir çocuğa çocukça konuşuyorsun demek ne kadar saçmaysa, bir gönüle sevme demek de öyle saçma.

9 Haziran 2011 Perşembe

Kelimeler

Bazı kelimelerin anlamları değişiyor mevsimlere göre. "Buz gibi" mesela, ne güzel kelime şimdilerde. Oysa anlamı hiç değişmeyen kelimeler de var hayatta. Yolculuk gibi, sevmek gibi mesela. Her mevsim ayrı güzel, her mevsim, sana iyi gelen bir dost yumuşaklığında.

7 Haziran 2011 Salı

Suskun

Bazı şarkılardan korkuyorum. Onları senin de dinlemiş olma ihtimalinden hele, daha çok. Seni izlerken yakalanmışım gibi bir his doluyor birden içime. Artık o andan sonra, bakışlarımı ne yana çevirsem, yüzümde o kendinden habersiz gülümseme. Hele sen de gülümsemişsen göz göze geldiğimizde...
Unutuyorum bütün sözleri. Aklımdaki bütün çengelleri siliyorum. Bir sen kalıyorsun, bir de şarkılar. Kısa sürüyor ama. Rüyasında boşluğa düşen birinin yatağa çarptığındaki şaşkınlığıyla, susuyorum sonra sözlerin alacakaranlığında. Bu yüzden şarkılarım hep yarım, korkuyorum tamamlamaya. Biliyor musun, en çok kendime benziyorum öyle anlarda. Dudakları bir şey söylemeye niyetliymiş gibi aralık, gözleri ne söyleyeceğini bir türlü hatırlayamıyormuş gibi dalgın, kolları birbirinin koynunda, öylece duruyorum. Zaman henüz icat edilmemiş bir şeymiş gibi ya da zamandan henüz haberdar olmayan bir çocuk gibi duruyorum saatlerce. Bir el omzuma dokunuyor sonra. Gidenin ardından, gözden kaybolduktan sonra bakmanın bir anlamının olmadığını söylüyormuş gibi bakıyor bana. Yanıma oturuyor usulca, beraber susuyoruz. Şarkılar da bitiyor biz susunca. Ve biz, ömrümüzün en neşeli şarkılarını hep kaçırıyoruz, o zamansız suskunluklarda.

5 Haziran 2011 Pazar

Dinlen Bir Nefes Al / Jehan Barbur

“Sen bir şey söylemeden gidersin… Öyle bir şey söylemeden gidersin ki, üstüne milyonlarca şey söylenir…”
İncir Reçeli Replik


3 Haziran 2011 Cuma

Sır

Denizin üzerinde martıların yerini ışıkların almaya başladığı bir vakitte, saçlarını denizde oynaşan ışıklar gibi savruyordu kadının yüzünde; uzun yollardan gelmiş bir yolcu gibi yorgun esen rüzgâr. Adam, saçını kulağının arkasına her atışında biraz daha âşık oluyordu kadına. Şalına her sarılışında biraz daha mutlu. Gülümseyişini parıldatan çakırkeyifliğinin ardında kalmış bütün hüzünlerini silip atabilecek kadar da güçlü oluyordu, âşık ve mutluyken.
Duruyordu zaman, duruyordu ritmiyle salınıp duran eller de şarkılarla birlikte. Bir tek rüzgâr kalıyordu sessizliği okşayarak dolaşan. Kadının yanağındaki eli, adamın kadından ayıramadığı gözleri, kadehlerin birbirine değen neşeli sesi ekleniyordu sonra, çerçeveletilip asılmayı hakedecek bir fotoğrafı andıran o kareye. Ve aslında hiç de fotoğraf olmayacakken, mıh gibi çakılıyordu o an, ikisinin de belleğine. Yani ne zaman öyle esse rüzgâr, ne zaman ışıklar dans etse denizin lacivertinde, ne zaman bir şarkı, alıp başını gitme isteğini depreştirse, hep o fotoğrafa bakacaktı ikisi de. Ne zaman akıllarından yaşamak geçse, dönüp dolaşıp iki kadehle geleceklerdi, hır gürün uzağındaki o meyhaneye.
Kadın gözlerini denizden alamayacaktı yine, sebebini hâlâ bilemediği o mahcubiyetle; ama adam... o hep denizi kıskanacaktı kimseye söyleyemeden, sırf kadın onu kendinden çok sevdi diye...

29 Mayıs 2011 Pazar

Eski Avluda / Birhan Keskin

Ah Birhan Keskin ah...

Eski avluda

Bir çiçek açtığında
Bir eski avluda
Diyor ki;
Çalıda sarı bir çiğdemim ben
Ve senin çok eski cümlen.
Sen otursan, gitmemiş ki! olsan
Ben sana bir eski Endülüs avlusu
İstersen serin bir Portofino getirsem
Ya da Yedigöllerin yedisini birden.
Bir çiçek açtığında
Bir eski avluda
Diyor ki;
Her şey çok eksik ve neredeyse yok gibiyken
Buldum buluşturdum kendime geldim
Tek eksik sensin! İncecik, çilli bir dille
sen de gelsen.
Ben sana kırmızı kiremitli bir çatı
Begonviller ve bir mavi kapı
Ve illa amansız bir avlu getirsem.
Dünya soğur, akşam serinlerken,
Benim sensiz sevinecek bir şeyim yok.
Kılı kırk yardım, altını üstüne getirdim,
Ve işte en gümüş cümlem:
İçimi açtım sana.
İçini açmak için.

BİRHAN KESKİN

Mayıs Sıkıntısı

Günün sıcaklığına göz dağı vermek ister gibi, dükkânlarının önünü yıkıyordu mahalle esnafı. Kısacık gülümseyişlerle merhabalaşıp geçiyordum, içimde yine o tarifsiz sıkıntı. Birbirlerine sarılmamak için kavuşturulmuş kollarıyla, sessizce yürüyen o çiftten mi bulaşmıştı, bilmiyordum. Kimbilir, belki onlar bile mutluydu şimdi bir yerlerde. Çünkü biz, kimden, nasıl öğrendiğimizi bilmediğimiz bilgilerle kuşanarak büyümüştük. Gribi başkasına bulaştırmadan iyileşemeyeceğimizin sarsılmaz inancıyla. Belki de artık derdini anlamak ister gibi bakmamalıydık insanlara. Baktığın her yerde görülecek bir şey olması, kimi zaman insanın canını nasıl yakıyor, sen de biliyorsun ya.

27 Mayıs 2011 Cuma

Posta kutusu

İnsanın yazdıklarını, adresine teslim edilememiş mektuplar gibi okuması ne tuhaf. Belki bu yüzden cümlelerine sesini katması; okunduğunda gülümsetebileceğini düşündüğü bir kelimenin yüzüne kondurduğu o muzip gülüşü, beyaz kağıdın bir köşesine tutturması sonra. Nefes alırken karşılaşma umuduyla, gözlerini saklaması virgülden sonraki boşluklara. Hem de okurken nefesini tutacağının hep hayâlini kurmuş, bu yüzden noktaları bile belli belirsiz kondurmuş olsa da kağıda.
Yazdıkça azalacağını sandığın şeyler, belki de bu yüzden azalmaz kimi zaman. Çünkü geri dönen mektup, sadece gönderdiğin mektup değildir hiçbir zaman. Umutların vardır içinde; hizası tutmamış satırlar, üzerinde oynanıp başka harfe dönüştürülmüş hatalar, nasıl hitap edeceğine bir türlü karar veremediğin için boş bırakılmış başlangıçlar vardır. Ve dahası, herkeslerden gizlediğin bir "sen" vardır içinde. Hepsi toplanıp dayanırlar kapına, postacı kılığında. Oysa o bile mahçuptur sana. Bilirsin, mektupla birlikte mahçubiyetini de bırakacaktır posta kutusuna.
Ama yine de yazmaktan vazgeçemez insan. Belki bir gün geri dönmez diye. Bir gün, gözünün sana hiç değmediğini sandığın bir insanın, aslında senden gözünü ayıramadığını öğrenmek gibi şaşırtarak gelir kapına; hem de dönüp bir kere bile bakmadan posta kutusuna.

26 Mayıs 2011 Perşembe

Yanık

Bir damlacık sıcak suyun ettiği, parmağımın yarım saat sızlaması. Ve o sızının diğer bütün sızıları yeniden anımsatması. Ufacık bir rüzgâr beklerken açık pencerelerden, hep o acıyı canlı tutan sıcaklıklarla insanın canının yanması. Ve birçok şey gibi, insanın o acıya da alışması. Aylardan mayıs olsa da, içindeki takvimin rotasından şaşması. Ve ne yazık, sonucun hep aynı olması...

24 Mayıs 2011 Salı

Tarif

Trafiği hiç aksamayan bir şehrin insanına, nasıl anlatabilirim ki ben, kilitlenip kalmış bir yolda, ambulansların sirenlerinin bile bir işe yaramadığını. Nasıl tarif edebilirim, içimdekilerin çoğu zaman o ambulanslar kadar savunmasız, koca bir kalabalığın içinde çaresiz kalakaldığını. Ve dahası, bir kuaför tabelasında silinen diğer ismin boşluğuna bile hüzünle bakarken, bütün bu olan bitene kayıtsız kalamayacağımı.
İnsan bilmediği bir şeye benzetemez ki duygularını. Kokusunu bilmediği bir çiçeğe, sokaklarını görmediği bir şehrin güzelliğine, ellerine dokunamadığı birinin gözlerinde göremediği resmine benzetemez ki hiçbir şeyi. İşte o yüzden kalıyorum ya ben, hep aynı noktada. O yüzden buluyorsun sen beni, dönüp dolaşıp geldiğinde, hep aynı sokakta. Çünkü tarifsiz bulamıyorum yolumu ben. Bu yüzden öyle ısrarla gel diyorum işte. Biliyorum ki kaybolmayacağım asla, sen öyle ellerimden tutarken.

22 Mayıs 2011 Pazar

Papatya

Pazar günleri, diğer günlere nazaran daha geç kalkan bir aile gibi, sis bulutundan perdelerini açmamıştı henüz gökyüzü. Çıkıp yürüdüm. Saçlarını siyah lastiklerle gelişigüzel toplamış kadınlar ve en az ellerindeki gazetelerin üçüncü sayfalarında yer alan haberler kadar bu şehri anımsatan adamlar vardı sokaklarda. Ama yine de, hiçbiri yokmuş gibi yürüdüm.
Gidip kuruldum vapurun sağ yanına. Yalnızdım. Martılar da küsmüştü sanki vapurlara. Seni hatırladım. Vapurdan mı, martıdan mı, küskünlük söz konusu olduğundan mı bilmem. Sabahın serinliğinde birbirine kavuşturduğum kollarım, unutturmuş muydu yalnızlığımı, yoksa daha çok mu anımsatmıştı, farketmedim bu yüzden.
Köpüklere karıştım sonra, yeni demlenmiş çaylara, simitlerin susam kokusuna, saçlarımda dolaşan güneşin pırıltısına karıştım. Kaldırımlara bıraktım içimdeki baharın faili ayazları. Önemsemedim hiç, her seferinde daha bir kızgınlıkla perçinlediğim yasaklarımı. Papatyaları özledim dedim içimden. Güneş gibi sarı sarı gülümserken, hep bir mektup kıvamında dolanan, yaprak yaprak beyaz kağıtlarımı.

20 Mayıs 2011 Cuma

Fena

İnsan tekrar görüşme sözleri verir bazen birbirine, hem de bir daha hiç yolunun kesişmeyeceğini bile bile. Filmlerde ya da yol kenarlarında gördüğü veda sahnelerini böylesine dikkatle izleyişi bundandır. Denizi her seferinde böyle aşkla seyre dalışı ve hatta onu böyle görenlerin, o hâline mutlak bir intiharı yakıştırışı belki, hep bu sebeple. Kim bilir, roman kahramanlarında dahi kendini ararken, aynalarda bile bulamayışı belki de. Fenadır yani, şu koca şehrin kalabalığı dururken, insanın kendini kaybetmesi, bir boşluğun içinde.

17 Mayıs 2011 Salı

Leylak

Bahar, eve gelen misafirin şımarıklığı karşısında sus pus olmuş, elindeki bütün oyuncaklarını sorgusuz sualsiz ona teslim etmiş bir çocuktu o gün. Odadan çıkıp büyüklerin yanına gitse, şikâyet etmiş olacağından; hiç ses etmeden duruyordu öyle, takvim yapraklarının üzerinde. Ve biz, belki de bu yüzden, yanlış kullandığı kelimenin telâşına kapılmış bir dostu rahatlatmak, aslında ne demek istediğini anladığımızı fısıldamak ister gibi çıkmıştık o gün sokağa.
Kalabalıktı sokak. Sardunyalar, papatyalar, leylaklar vardı dört bir yanda. Kocaman kocaman ağaçlar, ötüşlerini birbirleriyle yarıştıran kuşlar vardı. Uzun uzun yürümüştük hepsinin arasından, kimi zaman kaybettiğimiz bir şeyi yerlerde aranırcasına. Bir dere kenarında oturmuştuk sonra. Cam bardaklardaki çayı, okurken çok beğendiği kitabın, filminde hüsrana uğramış bir izleyici hoşnutsuzluğunda içmiş olsak da, güzeldi geçirdiğimiz vakit. Dalından kopardığım leylağı dakikalarca koklamak güzeldi. Kendime bile gülümseyemediğim zamanlarda, birilerinin bana içinden taşan bir gülümseyişle bakabileceğini bilmek de öyle. İşte bu yüzden, ne zaman yanımda olmanın mutluluğuyla gülümseyen bir yüz görsem şimdi, bir leylak kokusu çalınacak burnuma; hem de bazen hiç de mevsimi değilken, ama hep gerçek gibi.

15 Mayıs 2011 Pazar

Ses

Güneşliklerin, perdelerin ardından gelip içeri yayılan günün aydınlığı, sarı, eski bir fotoğrafa benzetiyordu odayı; sabahın o saatinde. Öyle ki, alıp baktığında o fotoğrafa, artık bildiğin yerlerde olmayan insanlarla bile karşılaşabilirdin. Erik ağacının çiçekleri gibi.
Balkon kapısından ürperten bir serinlik doluyordu odaya. Titiz bir ev hanımı gibi, elinde toz beziyle dolanıp ortada, uykuya ait kalan birkaç kırıntıyı da silip atıyordu üzerinden. Ve sen, temizlik yapılan evlerde, halı süpürülürken ayaklarını belli bir kabullenmişlikle kaldırsa da, koltuğun örtüsü düzeltilirken ayağa kalktığında, defalarca tanık olduğu o sahneye, ne yapıldığını bir türlü anlayamıyormuş gibi bakan bir adama dönüşüyordun. Uykusuzluğa alışkın, fakat mayısın ortasında böylesine serin bir sabah için hâlâ yeterince şaşkın.
Evin sessizliğine, açılan musluk sesi katmaya gidiyordun sonra. Demliğin tok, çay bardaklarınınsa kaşıksızlıktan unuttuğu o çın çın sesi. Kimbilir, mırıldanmaya başladığın bir şarkı sesini bile belki. Ya da mutfak tezgâhında tutturduğun, ama aslında hiç de düşündüğün şarkıya benzemeyecek o ritmi. Çünkü bazen işte, unutmak ister insan, çoğu zaman deli gibi aradığı şeyleri.

13 Mayıs 2011 Cuma

İpucu

Rüzgâr, sızlayan bir yaraya üfleyen anne yumuşaklığında esiyordu o sabah. Bir karış aralanmış perdelerden gidenler yolcu edildikten sonra vuruyordu güneş, aklı dışarıdaki oyunda kalan çocuklar gibi, kocaman gözlerle sokağa bakan pencerelere. Minicik bir serçe, az ilerideki yangın merdivenine konup, bir şeyi haber vermeye çalışıyormuş gibi var gücüyle ötüyordu o sıra. Ve bir kedi, serçenin derdini anlamış da, bir tek o çare olabilirmiş gibi o derde, hızla geçiyordu kaldırımdan; çocuklarını okula bırakıp dönen bir kadının adımlarının ardı sıra. Ve sonra, kendisinden önce megafondan yayılan sesinin ulaştığı bir zerzavat kamyonunun açıkladığı fiyatlardan şaşkına dönmüşler gibi, ayrı yönlere dağılıyorlardı hepsi.
Bir ipucu muydu bütün bunlar bilmiyordum. Bir âşık edasıyla bütün ipuçlarını biriktirmek istediğimi biliyordum yalnızca. Kimsenin önemsemediği şeyleri, değerli bir mücevhermişçesine, aklımın, kalbimin en saklı köşelerinde muhafaza etmek, ve yalnız kaldığım anlarda ortaya çıkarıp gülümsetmek istiyordum gözümünün bebeğini, baktığım aynalarda. Çünkü asıl önemli olan, kendi suretine gülümseyebilmekti öyle. Çünkü sen de bilirsin, ancak hayatın bütün kandırmacalarından, bütün inandırmaya çalışmalarından arındırılmış bir gülümseyiş getirirdi insanı kendine.

12 Mayıs 2011 Perşembe

Not

Kendi kendime konuşuyorum bu aralar. Hatta bazen, birilerine söylemem gereken şeyleri bile kendime söylüyorum. Bazen kızıyorum bile onların yerine. Gülüyorum sonra. Güldüğümü gören insanlara nedenini anlatmak, öyle zor oluyor ki o zamanlarda.

"Düşüncelerime ve beynimden geçenlere en yakın -en yakın diyorum çünkü hiçbir zaman tam anlamıyla düşüncelerimizi söylememize yetecek kelimelerin, yeryüzündeki lisanlarda bulunmadığını uzun zaman önce anladım- cümlelerin ağzımdan çıktığı gün öldürülmüş olacağımı ya da yavaş yavaş yok olmamı sağlayacak şartların, sözleşmiş gibi çevremde buluşacaklarını düşünüyordum."
Kinyas ve Kayra/Hakan Günday

29 Nisan 2011 Cuma

Mavi

Liseli kızların etekleri gibiydi aklımda dolanan düşünceler. Gündüzleri kısacık, oysa akşamları... Hani bilirsin sen de, çözemezsin ya bazı şeyleri, geceler boyu uzun uzadıya düşünsen bile. Çünkü insan ne kadar uğraşsa da, uykuya daldığı anın farkında olamaz. Ya da bir çiçeğin açışına tanık. Bazı şeyler işte, sen hiç farkına varmadan, yavaş yavaş olurlar. Ve nasıl başarırlar bilmiyorum ama, sana da bir anda oluverdiklerini sandırırlar. Sen ise şaşkın, kalakalırsın ortada. Çünkü bir yanın inanmak isterken sihire, büyüye; izlediğin çizgi filmlerden kalma bir neşeyle; diğer yanın işte, inatla karşında durur, dersine iyi çalışmış bir öğrencinin sözlüye kalkma hevesiyle. İçindeki bu kavga nedeniyle, gözlerinde bulutlu bir günün denizini taşırmış gibi bakmaya başlarsın insanlara. Ve bu yüzden insanlar, kasvetli ve silik bir tonla çırpınıp durduğunu sanırlar, içinde kocaman bir mavi saklıyor olsan da.

21 Nisan 2011 Perşembe

Mektup

Uzun bir mektuptu, tıpkı o yaz gibi. Kardeşimin, komşuya gidip, bir onluk alarak çıkarma yapmayı öğrendiği kışın ardından gelmişti. Benimse adımın karşısına, öğrettikleri matematiksel terimleri hiçe sayan bir yarım artı kondurmuşlardı o gün, okulda. Bir hayli canım sıkılmıştı. Çok çalışmıştım çünkü ben. Bilmiyorum, belki de o günden kalma, çaba sarfettiğim şeylerin yarım kalmasından böylesine endişelenmem.
Yine de güzeldi... mektup diyorum. Yeni biçilmiş çim kokusu vardı içinde, akşamüstleri birleşip bir koro oluşturan çekirgelerin ötüşleri vardı. Toprak yolların güneşte kuruyup katılaşması, hepsinin nasıl ayrı bir tınısı olduğunu bir türlü anlayamadığım, çıkrık kapı çarpması vardı; hiçbirinden bahsetmiyorken hem de. Ancak ağaçların koyuluğuna baktığında farkedilebileceğin yağmurlara benzemişti gözyaşlarım, okurken. Saklamıştım sonra. En az beş ortalı büyük boy defterlerimden birinin arasına. Mektubu değil, kelimelere verdiğim değeri saklardım ben. Şimdi bile anlatamam belki, geçen onca zamana ve öğrendiğim onca kelimeye rağmen.
Çizgili dosya kağıdının, tükenmez kalemlerle koyultulmuş çizgileri yardımıyla, bir beyaz kağıdın başına otururdum sonra. Ama yine de, satırlarımın hafif dalgalı bir denizi andırmasına engel olamazdım. Bu yüzden dönüp bakamazdım bir daha yazdıklarıma. Zarfların içine saklar; isim, şehir oynunda, a harfinin vazgeçilmezi olmuş o şehire yollardım. Aldırmazdım güne, aya, mevsime ya da hava durumuna. Bilirdim çünkü, mektup aldığında biri, bir tek baharın adını yakıştırırdı o beyaz sayfaya.

Şey

Bir kitabın herhangi bir sayfasını açarak, yorganı usulca üzerime çeker gibi kapatmak istiyorum kapağını şu sıralar. Kelimelerde saklanarak, bilmediğim bir kentin sokaklarında dolaşmak, hiç görmediğim birine âşık olmak, hatta kendim olarak hiç beceremediğim bir şeyi yaparak, kahkaha atmak istiyorum. İnsanın bir kahkahaya özeniyor olması ne garip şey değil mi?
Ama yine de diyorum ki, bir ortak nokta bulabiliriz belki. Hem hüzünlü şeylerden, mutluluk veren bir kelimenin türetilemeyeceğini, kim söylemiş ki?

20 Nisan 2011 Çarşamba

Çarşamba

Sen yalnızlığı yakından gördün mü hiç? Ben gördüm. Bahsedildiği gibi değilmiş hiç. Ben daha iri yarı bir şey bekliyordum. Biliyordum, başından beri biliyordum. Nerden biliyordum bilmiyordum ama, biliyordum işte. Olsa olsa bir Çarşamba günü olurdu bu. Zaten hep daha bir yalnız uyanmışımdır Çarşamba günleri. Ne olacağı belli olmayan bir haftanın tam ortasında. Yapayalnız./Y.Erdoğan


Her şey birdenbire anlamını yitirir bazen. Kendini hiçbir şeye ait hissedemezsin. Yağmura, güneşe, küsmeye, barışmaya, umuda ya da üzüntüye... öylece kalıverirsin bir boşluğun tam göbeğinde.
Masanda duran bir bardak suyun içinde kabarcıklar oluşur, hevesle doldurduğun cam bardaklardaki çaylar soğur, şarkılar hiç bilmediğin bir dilden sesleniyorlarmış gibi dolanır durur odanın içinde. Niye olur bilmem ama bazen olur öyle.

18 Nisan 2011 Pazartesi

Kenar

Yol ıslanmasın diye
Şemsiye açanlara.../Akgün Akova

Yağmur, ağlarken yüzünü saklayan insanların gözyaşları gibi iniyordu şehrin sokaklarına; binaların yarı beline kadar dolanmış sislerin ardından. Bütün pencereler, bu durumdan haberdarmış da, bu sebeple yüzlerini başka yöne çevirmişler gibi, sıkı sıkıya kapanmışlardı. Hiçbir çocuk, açılan pencereden eve çağrılmıyordu mesela. Hiçbir bakkala "iki ekmek, bir yoğurt" sipariş edilmiyordu. Günün tam ortasında, kendi hâline bırakılmıştı yine yağmur. Oysa o, şımarık bir çocuğa benziyordu böyle anlarda. Kırıp dökmeye meyili oluyordu işte, önüne çıkan ne varsa.
Kim bilir, okul dönüşü annesini evde bulamayan bir çocuğun yalnızlıktan korktuğu gibi korkuyordu belki de, boş sokaklara yağmaktan. Ya bir daha dönmezse? Gelip camı tıklatıyordu bir süre, evde kimse olmadığına emin oluncaya kadar. Ama sonra işte, sonra, saçma sapan bir umuda kapılıp yine, saatlerce vurmaya devam ediyordu cama... açılmıyordu. Kararıyordu gökyüzü.
Ve ben, bütün bunlardan habersizmişim gibi oturuyordum öylece; olup biten her şeyin, ne mânâya geldiğini bilse de, anlamazdan gelen onlarca insanın yansıması gibi, o cam kenarında.

17 Nisan 2011 Pazar

Akgün Akova / Bahar

BAHAR

beni bu kentten götür diyorsun
çünkü burada
gitgide azalıyor manolya ağaçları
ve parklarda öpüşmüyor artık aşıklar
yaralıları almamak için sürücüler
hızla geçiyorlar kaza yerinden
gerçeği savunan sesler zayıflıyor
kendi harflerine dökülüyor aydınlar

beni bu kentten götür diyorsun
çünkü burada
içlerine çöküyor inandığım bütün insanlar
çiçek adları verilmiyor artık sokaklara
devrim şarkılarını çoktan unuttu meydanlar
yüreğin yağmura karıştığı yerde
içimi acıtan ne çok şey var

beni bu kentten götür diyorsun
çünkü burada
elmalar düşmüyor Newton’un kafasına
“Buldum” diye bağırarak hamamdan fırlamıyor Arşimet
yetmezmiş gibi
kentin Boğaz’ına takılıyor nükleer atık yüklü gemiler
itfaiyecilerin evleri yanıyor
yorganlarını ayırıyor yıllarca birlikte yatanlar

beni bu kentten götür diyorsun
çünkü burada
gözlerini gözlerimden kaçırarak konuşuyor insanlar
sahipleri adreslerinde bulunamadığı için
postacılar aşk mektuplarını çöpe atıyor
su içmeye indiğinde gece
katiller beyaz atlara biniyor
bağıran arabalara sarhoşlar

beni bu kentten götür diyorsun
çünkü burada
Karagöz’le Hacivat’ı şarkıcı sanıyor çocuklar
martılar çöplüklerde yiyecek arıyor
yalnız kadınların ağladığı oluyor otobüslerde
herkesi kurşunluyor kızgın adamlar
içi sıkıldığında avazı çıktığı kadar bağıramıyor insan
açık pencerelerden bile

beni bu kentten götür diyorsun
çünkü burada
burada
aşık olamıyorum
ister inan ister inanma

AKGÜN AKOVA

16 Nisan 2011 Cumartesi

İnkâr

Bir sürü çekmeceleri, kapakları olan bir dolap getirmişlerdi o akşamüzeri. Getirip salonda, duvarın dibine bırakmışlardı. Annem teşekkür edip, kapatmıştı kapıyı. Pek bakmaya bile fırsatı olmadan, mutfağa, yemek yapmaya yollanmıştı sonra. Bense, televizyonda çok önemli bir şey yayınlanıyormuşçasına ya da her ne yayınlanıyorsa, benim için hayati bir önem taşıyormuşçasına, dikkatle bakıyordum ekrana. Sadece arada bir, durumundan endişe ediyormuşum gibi, kaçamak bakışlar atıyordum dolaba. Ya da varlığından rahatsız olduğum bir yabancıya bakarcasına. Bilirsin, o bakış, iki anlama da gelebilir çünkü.
Sonra, belki artık bir yerden başlamak gerektiğine inandığımdan, bir iyi niyet göstergesi gibi kalktım, gittim yanına; dokundum. Cilâlı ahşap yüzeyinde gezinirken parmaklarım, annemin ayak sesleri salona yöneldiğinden mi, yoksa o kadar da önemli bir şey olmadığına kanaat getirdiğimden mi bilmiyorum, tekrar döndüm oturduğum koltuğa. Elindeki bezi, kazandığı bir ödülmüşçesine iki eliyle sıkıca kavramış, yapacağı teşekkür konuşmasının ardından da havaya kaldıracakmış gibi gelip, kapı eşiğinde durdu annem. "Güzel mi?" diye sordu. Neden bahsettiğini anlamamış gibi yapmaya çalıştım, gözlerimi ekrandan ayırmadan. O zamanlar da başaramazdım rol yapmayı. "Güzelmiş" dedim. Benim cevabımı beğendiği için mi, yoksa sorduğu soruya bir de kendisi cevap verme gereği hissettiğinden mi bilmiyorum, "güzel" dedi annem de.
Güzeldi. Salonun ortasında, üzerinde bir uyarı yazısı varmışçasına korunaklı ve güzel. İşte bu yüzden, annem ne zaman evde olmasa, başına gider, kapaklarını açar, neden gerekli olduğunu anlamadığım bir sürü ıvır zıvırla dolu çekmecelerini karıştırırdım. Sonra bir gün, ben yine onun başındayken, bir kavgaya tutuştuk kardeşimle, kim bilir neden. Biz anlamsız anlamsız tartışırken öyle, açık duran kapağa çarptık var gücümüzle. Evet kırıldı. Sanki hiçbir şey olmamış gibi, bu sefer de "senin yüzünden oldu", "benim yüzümden oldu" kavgası düştü ortalığa. Kapağı yuvasına oturtup, hiç kırılmamış süsü verdik kavganın ardından da.
O akşam, annem, ne olduğunu hissetmiş gibi, gelip o kapağı açtı. Kapak, yardım dilenen bir muhtaç gibi kapandı annemim ellerine. Sanki bütün bu olanlar televizyon ekranında an be an yayınlanıyormuş gibi, görüyordum bakmasam da işte.
"Ne oldu buna?"
Cümlenin bile söylenişini yadırgadığı bir "ne olmuş?" dökülmüştü dudaklarımdan. Oysa kardeşim, "aaa, ne olmuş anne ona?" diyerek çoktan gitmişti yanına, hiçbir şeyden haberi yokmuşçasına. Tek kelime etmesem de, suçluydum, biliyordu annem. İnsan büyüdükçe daha mı kolay kabullenir oluyordu suçluluğunu, bilmiyorum. Şimdi ne zaman her şeyi en başından anlatmam gerekse öyle, bir yorgunluk çöküyor üstüme. O akşamı hatırlıyor ve suskun kalıyorum. Oysa biliyorum, insan her şeyi kabullenmiş sayılıyor, hiçbir suçu yokmuş gibi inkâra yeltenmediyse...

15 Nisan 2011 Cuma

İşaret

Mutfaktan taşan çatal, bıçak sesleriyle uyanırdım o zamanlar. Gözlerimi ovuşturarak kalkar, o seslere karışan kelimelere doğru yürürdüm. Eşikte durur bakardım biri beni farkedinceye kadar. Sonra "günaydın"larına aldırmadan yeniden dönerdim yatağıma. Onlar o saatte uyandırmak istemezlerdi beni, bilirdim. Ama yine de, benim içimde hep bir aldatılmışlık duygusu olurdu işte. Ne yapsam geçmezdi. Yarı açık ahşap pencerelerden, sabah rüzgârıyla salınan fındık ağaçlarının hışırtısı dolarken odaya, çağırırlardı beni. Bir olur, iki, üç olurdu yinelemeler. Derdim ki içimden, "bir kere daha çağırsınlar, öyle giderim." Çağırmazlardı... küskünlüğüm artardı.
Çoğu zaman öyle dururum işte. Bir işaret isterim hayattan. Fal baktığım papatyaları özlerim. Ve belki yine, o zamanlar olduğu gibi, birinin seslenmesini beklerim. Çünkü insan inanmaz bazen. Her seferinde defalarca tanık olsa da, işaret diye bir şeyin olmadığına. Gözlerini de o yüzden bu kadar inatla dolaştırır ya; kelimelerin arasına, insanların somurtkanlıklarına sıkışmış her şey ortaya dökülüp de, bir ses, bir söz oluversin diye. Olup da yeniden, yeniden eklensin eksilen ümitlerine...

13 Nisan 2011 Çarşamba

Çiçek

Her şeyin fazlasıyla geveze olduğu günler vardır. İç sesin yetmiyormuş gibi, yanındaki koltuğa oturan adamın, kendisiyle kavgasının tanığı olursun. Yolda yürüyen kadının, kırmızı ışıkta bekleyen delikanlının aklından geçenler ulaşır kulağına. Başını ellerinin arasına almak, bütün sesleri susturmak istersin. Ama gökyüzünü silmiş bulutların beyazlığında çırpınıp duran kuşlar kadar çaresiz hissedersin kendini. Adını bilmediğin rengârenk çiçekler görürsün, yol kenarlarındaki yüzleri kavrulmuş un rengi satıcıların tezgahlarında. Çiçekler niye dilsizdir diye sorarsın kendi kendine. Ne güzel kokarlar oysa.
Şimdi oturup bir mektup yazmalı dersin, gözlerini adından iyi bildiğin o meçhule. Çiçeklerden bahsetmeli. Baharın yüz çevirdiği bir şehrin, inatçı çiçeklerinden. Demeli ki, belki bütün sesler susar, herkes mutlu mutlu gülümser. Öyle olmasa bile öyle görünür işte bana, sen elinde bir demet çiçekle gelirsen. Hem belki güneşin de bir hükmü olur şu geçip giden günlere. Çünkü bütün çiçeklerin, su kadar ihtiyacı vardır güneşe de.

7 Nisan 2011 Perşembe

Nisan

Birden, kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi.İçimdeki sıkıntı eridi./Yusuf Atılgan

Masanın ortasında, yarısına kadar içilmiş çay bardakları duruyordu. Ve kıyısında, birbirinden uzak iki çift el. Ne kadar zamandır öyle suskundular bilmiyordum ama, bardakta kalan çayın koyuluğundan anladığım kadarıyla, uzun süredir oturuyorlardı. Yine de söyleneceklerin tükenmemişliği tütüyordu üzerlerinden.
Pazar sabahları bir türlü tutuşmayan sobamızı anımsadım onları görünce. Evin içine dolan duman, açılan camlar... Ve kısa sürede, uyandığımız andan da soğuk bir hâle gelen oda. Sonra ufak bir çıtırtı. Güneşin rengini çalan küçük kıvılcımlar. İçeri yayılan tatlı sıcaklık. Belki tüm bu hatırladıklarım yüzünden, o çıtırtıya benzeyen sözcükleri duymadan masadan kalkmalarından korktum. En yakın masada, sandalyenin bir kıyısına ilişip, dinlemeye başladım sessizliklerini. Ben tam ümidimi kesmeye başlamışken konuştular. Bir sıcaklık yayıldı içime. Sanki güneş, rengini geri alıp bütün kıvılcımlardan, bizzat kendi gelmişti. Belki de nisan, bir kadının yüzünde güneş olup gülümsemişti.

6 Nisan 2011 Çarşamba

Çıkmaz

Gözlerini kocaman kocaman açan çocuklarız biz. Her şeyi bilmeliyiz sanki. Bazen acı, bazen ince bir sızı olsa da gördüklerimizin arta kalanı, bilmeliyiz işte. Öyle öğretildi çünkü bize.
Oysa insan gözlerini kısmalı bazen. Kısıp uzaklara bakmalı. Kahve telvesinden yolculuklar biçmeli kendine. Hatta bir aşk bile edinmeli, çok istemişse. Baş harfi diye yola çıkıp, adının içinde geçmesine bile razı olmalı, harfler söylendiğinde.
Gözlerinin değerini bilmeli insan. Karşısındakine öyle apaçık bakmamalı. Ardına sığınılacak bir şeyler aramalı içinde. Ve belki de deli gibi sevinmeli, gizlenmeyi öğrendiğinde. Diyorum ya, insan gözlerini kısmalı bazen. Kısıp hayata bir daha bakmalı. Uzun uzun ve inatla. İlk önce gözünü kaçıranın kaybedeceğini bilerek. Beş yaşında ne olarak öğrenmişse o oyunu, anlamını eğip bükmeden muhafaza ederek ve bulduğu küçük hilelerle, onu daha da keyifli hâle getirerek devam etmeli yoluna. O yol, hep çıkmaz sokaklarda sonlansa da...

4 Nisan 2011 Pazartesi

Sokak

Yağmurlu bir pazar günüydü. Caddenin kalabalığında yol bulmaya çalışan insanların arasında dolanıyordu rüzgâr. Her şeyin tatlılıkla halledilebileceğine inananan insanlar gibi, bazen işte, sesini yükseltmeden dinletemiyordu kendini. Ara sıra yakalarından tutup silkeliyordu da üstelik. Birden, elleri ceplerinde yürüyen koca bir kalabalık oluyordu dünya. Ve ben, tek başına kalmış kadar yalnız hissediyordum kendimi, içimin kalabalığında.
Yağmurun ardından beliriveren güneşin ısıttığı sokakları özlüyordum. Tek tük insanların adımladığı, kurumaya yüz tutmuş kaldırım taşlarını. Akıttığı birkaç damla yaştan sonra, gözleri parıldayan insanlar gibi, hem hüzün hem sevinç taşıyan sokak aralarını. Bakma sen bu kalabalığa, aslında sokaklar, en çok yağmur sonraları güzelleşir, demek istiyordum sana. Hem kim bilir, belki tüm kaybettiklerimiz, yine bir yağmur sonrası güzelliğinde geri gelirler, diye devam etmek sonra. Oysa döndüm baktım, sen bile yoktun yanımda!

3 Nisan 2011 Pazar

Hata

Saatler sanki ileri alınmamış gibiydi o akşamüzeri. Yağmur, olay mahalinden hızla uzaklaşan suçlular gibi iniyordu kara bulutlardan, hiç durmadan. Öyle ki, kapı önündeki bakkala şemsiyesiz göndermiyordu komşu teyzeleri. İnsanlar, kendisini de bir ilkyaz âlâmeti saysalar da, bu bahar özleminden alınmış ve bu yüzden, erik ağacının bembeyaz çiçeklerine bu kadar hoyrat davranmış olabilirdi. Çiçeğin dökülen yapraklarıyla, silgi tozuyla dolu bir masaya benzemişti bahçe. Yazılmış, silinmiş, sonra tekrar yazılmış ama yine silinmiş bir şeylerin kalıntılarıyla dolu bir masaya. Ve yağmur, duygularını nasıl ifade edeceğini bilemediğinde, kime olduğu bir türlü bilinmeyen bir kızgınlıkla hareket eden insanlara.

1 Nisan 2011 Cuma

Düşündüm de

düşündüm de
aralık kalmış bir kapıydım
çarptı kapattı biri

bağrıma
değen bir rüzgâr gibi çalıştı bıçak
girdi içeri, birkaç burgu döndü içerde
içerde kaldı, derince kaldı
yüreğimi açtı
iz bıraktı kapattı biri

bendim
resimli, okuması kolay açık bir sayfa
gibi
bir liman gibi
bir koyak gibi
sıcak bir-alo gibi
anlamadı kapattı biri

düşündüm de
yol uzun

vursun
bıraksın
geçsin beni biri

Emin Akdamar

31 Mart 2011 Perşembe

Buğu

Sokağa bakan balkonun beyaz naylon iplerinde, kendilerini öylece boşluğa bırakmışlar gibi, yarı belinden tutturulmuş çamaşırlar var. Bu işlerin acemisi bir erkek eli tarafından mandallanmışlar besbelli. Sahibinin pek de saklayamadığı bir yalnızlığı, cama yapıştırılan kiralık ilânı gibi, öyle uluorta asmışlar birkaç mandalın yardımıyla. Pencereler, kimsenin bir şey söylemesini istemeyen insanlar gibi, asmış yüzünü oturuyor. Sokağın başında belirse sanki biri, gözlerini küçülten bir gülümseyişle ışıldatıp yüzünü, kollarını açacak. Ve işte o zaman, az ilerideki erik ağacının, bembeyaz gülümseyen dallarından havalanan kuşun kanat sesiyle birlikte, bir serçenin, o kuşun kanat seslerinin ardından, bir şarkı söyler gibi başladığı ötüşlerini de buyur edecek içeri. Belki o adam da balkona çıkacak o an, kendi dilinde bir şarkıya başlayacak. Kadını görecek sonra sokağın başında, ellerini teşekkür eder gibi kavuşturacak. Yalınayak bir çocuk, yağmurun yıkadığı arnavut kaldırım taşlarında, bütün bunlardan habersiz koşacak. İşte öyle zamanlarda, ne kadar kararsa da gün, insan yıldızları anacak. Yıldızların bunca parlak oluşunun, gözlerindeki buğunun kayboluşundan kaynaklandığını ise, bir tek kendine saklayacak.

28 Mart 2011 Pazartesi

Hiç

Henüz kendini bulamamış bir sabahtı. Uyku mahmurluğunu atamadan yola koyulmuş insanlara benziyordu. Kaşları çatık, yüzü kararmış. Oysa dün akşam, yaşı tek basamaklı sayıların ilk yarısını yeni geçmiş bir çocuğun resimlerinden hallice şekillerle, güneşli bir gün olacağını söylemişti meteoroloji. Dedim ki kendi kendime, "bu bulutlar gidecek"
Birini sakinleştirmeye çalışan insanlar gibi, ince montumun kollarında dolanıyordu sabah serinliği. "Geçer" diye mırıldandım bir fısıltı tonunda. İnsanın bütün ümitli cümleleri tek başına kurmak zorunda olması, katlanılır gibi değildir bazen. Kendi kendine tavla oynamak gibi hani. Bir taraftan o cümleyi kurarken, karşı tarafa geçip duyduğu cümleye inanmak. Ve bu yüzden hiçbir zaman, ne kaybeden, ne de kazanan olamamak.

23 Mart 2011 Çarşamba

Canbaz

Hiç ona bırakılmadığı için, çok önemli bir durum olduğunu sanırdı hep. Evet, bu sefer izin koparmıştı; kahveyi o taşıyacaktı. Mutfaktan çıkarken, "tepsiye bakma" diye seslenmişti annesi arkasından. Bir canbazı andırıyordu salona doğru ilerlerken. Bir ipin üzerinde, altında uzanan köpük köpük denize düşmemek için, gitgide daha korkakça yürüyen bir canbaza. Elindeki tepsiye dizili fincanların tıkırtısı, dökmeden götürememenin tedirginliğiyle, biraz daha artıyordu her adımında.
Önem verdiği şeylere çok dikkatle bakmaması öğütlenen ve belki de sırf bu yüzden, gözümüzü ayırmazsak hiçbir şey olmayacağını düşünen insanlarız biz. Oysa bilirsin, bir canbazı ipin üzerinde tutan, onu yerden ayıran yüksekliğe bakmaması değil, o yüksekliğin üzerinde bile dengesini koruyabileceğine olan inancını yitirmemesidir. Biz o inancı kaybettik.
Toprağını yitirmiş taş yığınlarının bir uzantısı gibi dursak da bazen, bir boşluğun tepesinde, hayali bir ipi adımlıyormuş gibi tedirgin oluşumuz, işte bu yüzden.

18 Mart 2011 Cuma

Yarım

Güneş, paşa çayı kıvamına getirmişti havayı. Ellerim ceplerimde yürüyordum. Kaldırımlar birbirine küsmüş çocuklar gibi bir köşeye çekilmişken, gittikçe karmaşıklaşan hayat, aralarından akıp geçiyordu. Ve sanki onlar, omuzlarını silkerek duymazdan geliyorlardı bunu. Ben de katılmıştım onlara. Gökyüzünün maviliğini süsleyen parça parça beyaz bulutlar dolanıyordu başımda. Ve havanın aksine, içinde ayaz bulunduran bir şarkı vardı dudağımda. Kim bilir kaçıncı kez, bir yere varmayı düşünmeden yürümek istedim. Yürüyüp gitmek öylece.
Şarkıdan mıdır bilmem, bir kış mevsimi sessizliğinde buldum sokağı. Cebimden, bakkalın sakızla geçiştiremediği için uzattığı bozuk paraların sesi yükseliyordu. Aniden sessizliğin gerektiği bir anda, sebebini açıklamadan nasıl ikna edemezseniz bir çocuğu susmaya; işte öyle, cebimde çarpmaya devam ettiler birbirlerine. Ses etmedim. Zamanında, oyunun en tatlı yerinde eve girmek zorunda kalmış biriyseniz eğer, bazı şeyleri yarıda kesmek istemezsiniz; öyle gerekse bile. Çünkü bilirsiniz, hayat da yarıda kesilecek bir oyundur neticede. Kim bilir, belki yine en tatlı yerinde.

16 Mart 2011 Çarşamba

Savaş

Bir eli annesinin elinde, diğerinde rüzgârın yardımıyla, kelebek misali kanat çırpıp duran bir beyaz kağıt. Baktığımı görünce gülüyor. Onunla aynı şeyi önemseyen birine rastladığı için belki. Oyuncağını paylaşamayan kıskanç çocuklar gibi, elindeki kağıdı çekip aldığında rüzgâr, gülümsemesi yüzünde donup kalıyor birden. Aynı anda yaya geçidindeki ışık yeşile dönüyor ve annesi çekiştiriyor kolundan. "anne" diyebiliyor yalnızca, boş kalan elinin işaret parmağıyla, uçuşup duran kağıdı göstererek. "arabam"
Küçük bir kağıt parçası oysa o, üzerinde pek de arabaya benzemeyen bir araba resmi bulunan. Ama onun için önemli işte. Belki onlarca süslü püslü arabadan daha değerli. Annesinin elini bırakmadan, paytak paytak koşuyor kağıda doğru. Yerden alıp bana doğru sallıyor. Barış isteyen bir savaşçı gibi, ama kazandığından da öyle emin; yüzündeki gülücükten belli.

9 Mart 2011 Çarşamba

Bam Teli

Çok garip bir şey burada yazmak. Yüzünü hiç görmediğiniz, sesini hiç duymadığınız birinin yüreğine dokunuyorsunuz bazen. Kalkıp iki satır da o yazıyor size. Yazarken aklından hiç öyle bir şey geçmemişse bile, siz ağlıyorsunuz okurken. Üzülmesin diye ağladığınızı söylemiyorsunuz. Kaybettiğinizi sandığınız herhangi bir şeyi bulmuş kadar sevinirken ağladığınızı söyleyemiyorsunuz. Çünkü bazen her şeyi söylemeye gerek olmuyor. Hem belki o da ağladı ve size söylemiyor.

7 Mart 2011 Pazartesi

Yumurta

Çiçekleri naylon masa örtüsüne işlemiş bir bahar sabahında, çay kaşığıyla uzunlu kısalı misafirleri toplamıştım fincanımın üzerinden. Annem, soyduğu yumurtanın beyazını yine benim tabağıma, sarısının oyuna çağıran bir arkadaş kıvamında gülümseyip durduğu kalan kısmını da kardeşimin tabağına bırakmış, dalgın dalgın çayını karıştırıyordu.
Yumurtanın beyazını sevmiyordum. Sadece beyazını yemek zorunda oluşumu hele, hiç. Annem kardeşimi kayırıyordu işte. Üstelik sabah kahvaltılarında, defalarca şahit olduğum bir şeydi bu. Halbuki yumurta ciğerlerime iyi gelmiyordu, biliyordum. Ama dumanı tüten çayı, sanki soğutmazsa içemeyecekmiş gibi, öyle uzun uzun bu yüzden mi karıştırıyordu annem, onu bilmiyordum.
Uzun süre, annemin sevgisini yumurtanın sarısıyla bir tutmuş bir insanım ben. O yüzden bakma böyle sert ve yıkılmaz duruşuma. Daha dokunulduğum anda paramparça olabilirim bazen.

4 Mart 2011 Cuma

Güzellik

Gözlerinin içi, baktığı maytabın yıldızları kıskandıracak yanışı gibi ışıl ışıldı bir zamanlar. Oysa şimdi, dudağının kıyısına yerleştirdiği o kendinden hoşnutsuz gülümsemeyle, durgun, suskun oturuyordu karşımda. Onu böyle görmeyi sevmiyordum. Arada bir bakıp bakmadığımı kontrol ediyor, sonra elindeki bardağı evirip çevirmeye devam ediyordu. O anlatmaya başlayana kadar tek kelime etmeyecektim. Kendini ne zaman hazır hissederse anlatırdı nasıl olsa.
Ona bakarken, hamileler için yapılan cinsiyet tahminleri geldi aklıma. "Bu kadın çirkinleşmiş, kızı olacak kesin." Kadın, bütün güzelliğini kızına verirmiş hamileyken. Eğer çocuk erkekse, güzelleşirmiş de üstelik. Bu toplum, daha anne karnındayken hemcinsine karşı kışkırtır kadını, neden bilmem.
Ben bu düşüncelerle sarıp sarmalanmışken, "kadını gördüm, çok güzeldi" dedi, sesinin ağlamaklı tonunu bastırmak için, bir hayli çaba harcayarak. Işığı sönmüş gözlerine baktım bir süre. Bir soruydu bu, biliyordu. Oysa o an, cevabını vermeye hazırlandığı sorudan başka bir şey dolanıyordu benim aklımda. Diyordum ki içimden; sen de bütün güzelliğini, o kadına bırakıp gelmiş olabilir misin acaba?

1 Mart 2011 Salı

Pedal

Karmakarışık rüyalar görüyorum bugünlerde. Aklımın ucuna gelmeyecek insanlar dolanıyor düşlerimde. Ama en çok seni gördüğümde şaşırıyorum ben. Seni hiç düşünmediğimden değil elbet. Çünkü sen, eklem yerimde bir kesik gibisin benim; hiç iyileşmeyecek. Ne zaman hareket etsem... neyse, bunu anlatmayacaktım ben. En çok seni gördüğümde şaşırıyorum demiştim. Daha genç, daha güler yüzlü oluyorsun çünkü rüyalarımda. Hiç sana benzemiyor demeye dilim varmıyor ama, öyle galiba.
Varlığından bile emin olmadığım bir şarkı çalmaya başlıyor, sen ortaya çıkınca. Görsen, öyle garip ki... Sanki herkes durup o şarkıyı söylüyor. Ama ben yine de, yanından geçerken, duraksasam mı, yoksa farketmemiş gibi yoldan gözümü ayırmasam mı, bilemiyorum. Belki bana da senden geçmiştir, sevgisini belli edememe beceriksizliği. Belli-belirsiz selamlaşıyoruz seninle, zoraki birkaç kelimenin eşliğinde. Sonra ben yoluma devam ediyorum, ardımdan bakıyor musun hiç bilemeden. Bazen "pişman mısın?" diye sormalıydım diyorum. "Pişman mısın yaşanmayanlara?" Vazgeçiyorum sonra. Şimdi bulunduğum yerden bakınca, gidip hikâyeyi ta en başından da değiştirsen, o boşluk dolmazmış gibi geliyor. Çünkü o boşluk benimle birlikte öyle büyüdü ki baba...
İlkokul zamanlarımda bir gün, küçük bir bahçede, bisiklete binmeyi öğrenmiştik bir arkadaşımla. Yanımızda onun babası vardı. O gün, iki tekerleğin üzerinde dengede durmayı öğrendim ben. Ama iki ayağımın üzerindeki dengemi yitirdim, onların konuşmalarına şahit olduğumda. Bunu anladığımdan beri, sürekli pedal çeviriyorum ben baba. Durduğumda yalpalıyorum çünkü. Belki de bu yüzden, rüyalarımda bile yanından hızla geçiyorum. Bana kızma.

28 Şubat 2011 Pazartesi

Olur öyle

Bir elinde kase, diğer elinde, az önce kasenin kıyısına sıyırdığı için rahatça taşıdığı kaşıkla, bir lokma daha yedirebilmek için, çocuğunun peşinde dolanan bir anne edasıyla yaklaşmıştı yanıma. Ne yalan söyleyeyim, güzel cümleleri vardı. Herkesin duyduğunda inanmak isteyeceği kadar güzel cümleler. Bense, bir kazı kazan kartı havasına büründürdüğüm parmağımın üzerinde dolandırıyordum tırnağımı. Parmağımda yüzük olsaydı eğer, onu çıkarıp takmaktan daha büyük bir mutluluk duyardım, eminim. Yoktu ama... olur öyle.
Sonra dışarı çıktım. İnsan pazar günleri, dükkânların ağızbirliğiyle kapalı olduğu yerlerde dolaşmamalı. Hele de yalnızlık duygusu bu kadar baskınsa içinde. Bir de aylardan şubatsa, hem de hava alabildiğine soğukken. Baharın nasıl bir şey olduğunu hatırlamasan da, adını anmak bir otobüs durağında, tek başına. Herkes istemiş de hani, sen istemesen gelmeyecekmiş gibi önemli hissetmek kendini. Sonra yine, hiç de öyle önemli olmadığını düşünmek... olur öyle.
Her şey olur da işte, bazen, hiçbir şey olmayacakmış gibi gelir sana. Gözlerin anlamsız bir noktaya dalar gider. Bakarsan görebilecekmişsin gibi. Bakarsın... göremezsin. Olur işte öyle.

24 Şubat 2011 Perşembe

Şemsiye

Başını öne eğmiş dalgın dalgın yürüyordu. Yerinden oynamış kaldırım taşlarının arasına dolan sular gibi, en ufak bir hareketinde taşacak gibiydi gözleri. Şemsiyesi de, başının öne eğikliğini kıskandığından mı bilinmez, bir teli kopmuş bir hâlde, düşürmüştü yüzünü yere.
Birinin kendisine baktığını hissetmiş, ben daha bakışlarımı kaçırmaya fırsat bulamadan, keskin bir nişancı gibi, bulunduğum yere çevirmişti gözlerini. Sürekli yalan söylenmiş insanların, güzel bir söz duyduğunda takındıkları o umursamaz ama umutlu tavır vardı yüzünde. Belli ki artık o da inanmak istiyordu söylenenlere.
Baktığımı görünce, şemsiyesinin kırık kanadını ardına çevirerek, içindeki kırgınlıkları da gizlemeye çalıştı sanki. Benden anlayış beklediğini söylemek istercesine, gözünü kırpmadan baktı bir süre. Sonra gelen ilk otobüse atlayıp, sokak lambalarını çoktan yakmış şehrin gürültüsüne karıştı. Öyle bir binişi vardı ki otobüse, sanki biraz daha kalsa, bütün hayatını anlatmaya başlayacaktı.
Onun kaçar gibi gidişine bakarken, ahmak ıslatan bir yağmurun altında ıslanıyordum ben hâlâ. Söylemeye fırsatım olmadı ama, olsaydı eğer, derdim ki; yağmurda yürüyebilen insanlardan korkma. Çünkü yağmur da zaten, gözyaşıdır bir bakıma.

23 Şubat 2011 Çarşamba

Çekingen

İçinde filizlenip gözlerinde belirginleşen sevinci, yüzünü ilk kez gördüğü bir çocuğa, bayram şekeri ikram ediyormuş gibi uzattığı elleriyle pekiştiriyordu. Uzun uzun sarıldılar. Gözleri tekrar buluştuğunda ne söylemesi gerekeceğini bilemiyormuş gibi, ayrılmaya cesaret edemedi bir süre. İçinden geçenlerin özenli sessizliğini farkederse, her şeyin daha kolay olabileceğini umarak, öylece durup sarıldı. Nice zaman sonra, "Ben de yeni çay demlemiştim, kaynanan seviyormuş." dedi gülümseyerek. "Kaynanam seviyormuş" diye tekrar etti öteki. Öteden beri bu şans tanımını duyduğunda şaşırırdı. Ama o an, asıl şaşırtıcı olan, böyle kadınsal bir deyime dört elle sarılmışken, "seni özledim" demeyi bir türlü beceremeyen ve belki de bu yüzden, türlü çeşitli bahanelerle, sildikçe parlayan bir madenmiş gibi, parmaklarının koruyuculuğuna emanet ettiği gözlerini, bir türlü kadının gözlerine değdiremeyen o adamdı. Kadın, şaşkınlığını da alıp yanına, bir bardak çay içti. Adam, o bir bardak çayı içtiğinde, kadının gözlerine çekinmeden bakabildi...

22 Şubat 2011 Salı

Kıskanmak

Kıskandırılmadan yemek bile yiyemeyen çocuklardık biz. "Bak yemezsen Ayşe'ye veriririm!" Onca zaman geçmişken üzerinden, neden hatırlar ki insan bunu? Ne güzel gözleri vardı kadının. Acaba dönüp o gözlere bakmış mıydı? Beni unutmasına ya da tanımamasının pişmanlığını silip atmasına yetecek kadar dikkatle bakmış mıydı o güzel gözlere? Kelimeleri hiç bitmeyecekmiş gibi başlayan bir sohbeti koyultmuşlar mıydı acaba, bir masada? Sever mi dersin benim gibi? Sever belki... "Hayattan hakkını almış kadınlar daha güzel severler" diyordu bir adam. Oysa insan severken güzelleşmez miydi? Kuruntuları ve düş kırıklıklarını, yüzünün çevresine siper etmemeyi de öğrenebilseydi tabii...

20 Şubat 2011 Pazar

Dere

Onca gülen yüzün arasında, bütün sevinçlerini yitirmiş bir gülümseyişle duruyordum öylece. Anlıyorlar mıydı beni dersin? Anlatamıyordum ki. Neresinden başlayacağımı bir türlü bilemediğim bir hikâyenin kıyısında kalmış, bir dere olmuş akıyordum usul usul. Akıp giden bir derenin derinliğinden kim kuşkuya düşerdi ki? Oysa azalmıştı suyum. Küçük bir çocuğun ayak bileklerinde dolanır dururdum en fazla. Ya da çakıl taşından hallice bir parça taşın etrafında. Ben, kimse görmeden akan küçük bir dereydim yalnızca. Daha fazlası nasıl olunur bilmiyordum ki...

17 Şubat 2011 Perşembe

Kuşlar

Metronun Osmanbey durağı civarında rastlıyorum onlara. Gökyüzünde yüzlerce kuş. Bir ressam edasıyla oradan oraya fırça savuruyorlar sanki. Sonra yine o laciverdimsi gökyüzü açıkta kalıyor. Onca kanat çırpınışına tanık olduğu kuşları hiç barındırmamışçasına, öyle, apaçık. İşte o an kuş olmak istiyorum... ne ilk, ne de son defa.