30 Ekim 2008 Perşembe

Uzun bir yol

Dün 29 Ekim 2008′di. Cumhuriyetin 85. yıl dönümü. Yaşamlarını Cumhuriyet’e borçlu olduklarını unutan kendini bilmezlerin, görmek istemedikleri o önemli gün. Onlara rağmen kutlu olsun. En çok da onlara rağmen.

Bayram nedeniyle hazır işe gitmemişken, uzun zamandır başlamak niyetinde olduğumuz İstanbul turuna başladık Gülüş’le. Sabah saat 8′e geliyordu ben evden çıkarken. 08:30′da Eminönü’nde buluşup, Eyüp’e geçtik. Kahvaltı için Pierre Loti’ye gidiyorduk. Yürüye yürüye çıktık tepeye. Hava biraz sisliydi ama güneş ısıttı içimizi. Manzara güzeldir oradan, bilenler bilirler. Biz çok erken gittiğimizden tenhaydı da. Çaylarımızı rahat rahat içtik, manzara eşliğinde. Dönerken teleferikle indik Eyüp’e. Vurduk kendimizi yollara, önce Balat’a. Eski binaların olduğu sokaklarda, karşılıklı binalar arasına gerilmiş iplere asılı çamaşır manzaralarını, küçük çocukların oyunlarını izledik. Yıkık, virane evlere bakındık. Gülüş fotoğraf çekti ben bakınırken. Balat’tan sonra Fener’e geçtik. Cibali’yi gezmeyi de planlıyorduk fakat, yürürken yaptığımız sohbet esnasında kaçırmışız Cibali’yi. Taksim’e geçtik sonra. Tarlabaşı’nı görmek istiyorduk ne zamandır. Bir sokaktan daldık içeri. Yalnız içerileri doğru girdikçe, bize bakan insanların yüzünde bir gülümseme görüyorduk hep. “Ne işiniz var sizin burada?” bakışı vardı yüzlerinde. Fotoğraf bile çekemedik, hızlı hızlı dolaşmaktan. 7-8 yaşlarında bir çocuk, bir elinde sigara, dolaşıyordu sokaklarda. O kadar çok çocuk vardı ki. Baktık istediğimiz gibi dolaşamayacağız, çıkışı aramaya başladık. Biraz zor oldu ama bulduk nihayetinde.

Eyüp’ten Taksim’e kadar yürümekten yorulan ayaklarımız isyan ediyordu ki, Yeni Melek Sineması’nın sokağında soluklanıp, Cihangir’e doğru yol aldık. Firuzağa’da oturup çay içtik. Dolaşa dolaşa Galata’ya indik sonra. Köprünün altında oturup balık ekmek yedik, deniz manzarası eşliğinde. Sabah güneşinin ısıttığı içimiz üşüdü denizin rüzgarıyla.

Sonra Taksim’e çıktık yine yürüyerek. Orada ayrılmayı planlıyorduk artık. Ama olmadı. Cumhuriyet Kutlamaları kapsamında Taksim’de verilecek konser yüzünden yollar kapatılmış, otobüsler yol bulamaz olmuştu. Tek çare kaldı bize; yürümek. Kendimize inanamadık ama Taksim’den Beşiktaş’a kadar yürüdük yine. Vapur’a umut bağlayan Gülüş’ün umutları, Beşiktaş’a geldiğimizde söndü. Deniz trafiği de kapalıydı. Şansımıza Ortaköy’e giden bir otobüs geldi. Ama otobüse binmesek de olurdu. Trafik olabildiğince tıkalıydı çünkü. Ne yapalım, indik yürüdük. Ortaköy Sahiline gezmek için ne zamandır inmiyorum hatırlamıyordum bile. Sahili de bir dolaştık bu vesileyle.

Eve vardığımızda yorulmuştuk epey. Uzuuun bir yol, güzel bir gezi ve gün oldu bizim için. İstanbul’u keyfince gezmenin tadı başka nereden alınabilirdi ki? Ya da bu keyfin tadına varmışken, yolun uzunluğunun ne kadar önemi olabilirdi?

Ekim/2008

24 Ekim 2008 Cuma

İçim üşüyor

Kara bulutlar var gökyüzünde. İçim de kararıyor gökyüzü gibi. Üşüyorum…

Kendimi, insanlardaki değerimi sorguluyorum kaç gündür. Uzaklara gitmek istiyorum aslında. Kendimle başbaşa kalmamak için, sessiz bir yere gitmek istemem de ne kadar ilginç bir durum. Yorgunum…

Perşembe akşamları Kadıköy’e geçeceğim artık. Dönüş yolunda vapurla yolculuk edeceğim için hayli keyifliyim. Dün akşam bu keyfimi yine dışarıda sürdürmek istedim. Sağlam bir rüzgar arıyordum zaten. Bu aralar vapurda dışarıda oturursanız çok sağlam rüzgar bulabilirsiniz. Dövüyor adeta esen rüzgar. Benimle beraber dışarı oturan iki kişi, ilk beş dakikada içeri geçtiler. Bense oturdum inatla. Kadıköy’den uzaklaşırken vapur, denizle gökyüzünün karanlığının birbirine karıştığı yere baktım.

Memleketimin akşamlarında, sahilden denizi izleyişimi hatırladım. Önünüzde uzanan uçsuz bucaksız bir karanlık. Gökyüzü ile deniz ayırt edilemiyor birbirinden. Öyle derin, öyle ürkütücü ki. Ne kadar seviyorsam, en az o kadar da korkuyorum denizden. Titanic’i düşündüm bu yüzden. Kendimi öylece denizin ortasında kalmış biri olarak düşündüm. Daha bir kıymet verdim oturduğum yere.

Herhangi bir şeye kıymet vermek için kaybetmek mi gerekir illa? Ya da kaybetmenin eşiğinde mi anlaşılır size verilen değerler? Dışarıda rüzgar esiyor. Ya içimde? İçim üşüyor. Hem de çok…

Ekim/2008

23 Ekim 2008 Perşembe

Hüzün kovan kuşu geldi

Posta kutusundaki faturaların arasından aldım zarfı. Öyle güzel bir zarftı ki. Eve girer girmez koltuğa oturup okumaya başladım, çok uzun olmayan mektubu.

Çiya’dan beklediğim mektup gelmişti sonunda. Aslında ta yaz başında gelmesi gereken bir mektubu vardı. Gelmesi gereken diyorum çünkü, göndermesi için amcasının oğluna verdiği mektubu, yollamamış amca oğlu. Ben mektubun gelmediğini söyleyince, yollarken bir yanlışlık olup olmadığını sormuş o da haliyle. Yanlışlığa gerek yokmuş zaten. Mektup yollanmamış çünkü. “Yalan söylüyorsun, Tülay ablan’a yollamıyorsun o mektubu” demiş. Aralarında çok yaş farkı olduğunu sanmıyorum. Daha o yaşında bunları düşünüp, böyle davranmayı hak sayıyor kendine. Çiya bana bunu anlattığında, ne desem, ne yapsam bilemedim. “Boşver” dedi o. Nasıl bir “boşver” deyişti bu? Gelecek için kendine çizilmiş yolu kabullenmiş birinin “boşver” deyişi mi, yoksa kim ne yaparsa yapsın, kendi yolundan vazgeçmeyecek birinin önemsemeyişi mi, henüz çözemedim.

Babası, kısıtlı imkanlarına rağmen kızının okumasını istiyor. En azından şimdilik bu böyle. Yazın kavuran sıcağında, kız çocuklarının kısa kollu giysilerle dolaşmasını “ayıp” sayan bir ortamda, bu bile önemli bir adımdır aslında. Ama gelecek günler ne gösterir kim bilebilir ki?

Bana yazdığı mektup dışında iki mektup daha vardı zarfta. Biri Gülüş ablasına, diğeri Aysun ablasına. Ona yolladığımız paketin kimlerin yardımlarıyla hazırlandığını yazmıştım ona. Her şeyi ben yapıyorum sanmasın diye. Gülüş de yolladığı paketin içinde mektup yollamış ona. Çok mutlu etmiş bu onu, belli. İki ablasına da ayrı ayrı yazmış teşekkürlerini.

Bugün pek iç açıcı bir gün değil aslında benim için. Aklıma getiriyorum Çiya’nın yazdıklarını. Güç topluyor, o kadar da kötü olmadığımı düşünmeye çalışıyorum. İnsan tutunacak bir dal arıyor böyle zamanlarda. Ben buradayım diyor o mektup. Buradayım…

Not: Ben aslında birşeyler okurken müzik dinleyemem. Aklım dağılıyor çünkü. Ne zaman bir yazıda müziğe rastlasam; önce müziği kapatırım ki yazıyı sakin kafayla okuyabileyim. Sonra müziği dinlerim. Ama bugün, hem ben de denemek istedim müzik eklemeyi, hem de bu şarkıyı çok yakıştırdım yazdıklarıma. Ben severim bu şarkıyı. Umarım siz de seversiniz…

Ekim/2008

22 Ekim 2008 Çarşamba

Gün bitti

Çok yorgunum çok. Her şeyden elimi eteğimi çekip, bir battaniyenin içine girip kitap okumak istiyorum sadece. Sessiz, uzak bir yerde. Yeni bir hastalık dalgasının belirtileri mi bu hal, yoksa yeni bir depresyonun mu, henüz bilmiyorum. Ama bir kabuğuna çekilme halidir, sarıyor dört bir yanımı. Neyse ki bugüne planladığım işlerimi hallettim. Masamı da toparladım. En azından bir de bunun için suçluluk duymayacağım.

Uzun zamandır okumaya fırsat bulamadığım köşe yazılarını okuyup, blogları dolaştım. Okudum, okudum… Tavsiye kitaplardan notlar aldım, anlatmak istediğim fakat denesem belki de o kadar güzel ifade edemeyeceğim yazılara hayran oldum. Telefonu, msn’i kapadım; maillerime bakmadım. Sadece okumakla ve yalnızlığımla ilgiliydim. Sonunda günü de bitirdim. Ömrümden geçen bir günü daha ardımda bırakarak geçip gittim. Umarım yeni güne, tazelenmiş bir ben olarak başlayabilirim.

Ekim/2008

Hassasiyet

Erkenden yattım dün akşam. Öyle yorgun hissediyordum ki kendimi. Keşke başımı yastığa koyar koymaz uyuyabilen biri olsaydım. Dolandı durdu düşünceler aklımın içinde. Ne oldu, ne olmadı, neye kızdım, ne sebeple güldüm, hepsini düşündüm birer birer. Giderek ağırlaştı üzerimdeki yorgunluk hissi. Gözlerimi kapadım. Başucumdaki duvarda asılı saatin sesini dinledim bir süre. Kirpiklerim uzun olsun istemişimdir hep. Uzun, kıvrık. Saatin tik taklarıyla açıp kapadım gözlerimi. Saatin o tok sesi, sanki kirpiklerimin birbirine değdiği zamanın seslendirmesi gibi. Tik-tak, tik-tak…

Uyuyakalmışım sonunda. Telefonun titreşimdeki mesaj sesini duyarak uyandım. Uykumun bu kadar hafif olmasından rahatsız oluyorum çoğu zaman. Kardeşim, kulağının dibinde top patlasa duymaz. Duysa da önemsemez, onu da rüyalarına katar; uyumaya devam eder. İnsanın, kalbinin hassasasiyet dengesini koruması gerektiği kadar, diğer organlarının da o dengesini tutturması gerekli. Çok duyarlı ve hassas olmamak gerek. Neyin, nereye kadar önemseneceğinin kararını iyi vermek gerek. Bir yerde, Adalet Bakanımız misali “Bana ne yaw” demeyi de bilmek gerek. Yoksa olmuyor, böyle yaşanmıyor…

Ekim/2008

21 Ekim 2008 Salı

18:45 vapuru

İş çıkışı koştur koştur Kadıköy’e geçtim dün akşam. Aynı çabuklukla işlerimi halledip, vapura bindim dönerken. Uzun zamandır karşı yakaya geçmemiştim galiba. Geçtiysem bile vapura binmedim sanırım. Özlüyorum uzak kalınca, vapurdan denizi izlemeyi.

Dışarıda oturdum. Sağ yanıma bir çift, sol yanıma da orta yaşlarda bir hanım oturdu. Vapura bindiğimde seçilebilen ufkun kızıllığı, derin bir laciverdin içinde kayboldu zamanla. Rüzgar daha soğuk esmeye başladı. Sağ yanımdaki genç kız, atkısını doladı sevgilisinin boynuna. Sol yanımdaki hanım, daha bir sarındı paltosuna. Ben de özensizce doladım şalımı boynuma, alabileceğim tüm önlemleri almış olmak için. Rüzgarı hissetmekti zaten asıl derdim. Kollarımı kavuşturdum koynumda. Bu halimi görüp “Kısmetin kapanır!” diyenler aklıma gelince daha da bir sağlamlaştırdım kollarımın bağını. Başımı yasladım arkaya, ayaklarımı dayadım beyaz korkuluklara, kulaklıklarımı da taktım kulağıma. Değmeyin keyfime. Çok güzeldi. Bu şehri sevdiğimi söylemiş miydim hiç?

Yanımdaki hanım omzuma dokundu bir müddet sonra. Müziği durdurdum, doğruldum ve ona doğru döndüm. Vapurun gürültüsünden duymaya çalıştığım cümle çok hoşuma gitti. “Böyle mest olmuş bir halde etrafı izlemeni sağlayan şarkı nedir, merak ettim?” diyordu. Kulaklığın birini çıkarıp ona uzattım. Parmağında çok güzel mavi taşlı bir yüzük vardı. Kulaklığı alıp kulağına taktı. Bir müddet anlamaya çalıştı, tek kulaklıktan yayılan müziği. “Hakkın varmış.” dedi sonra. Kulaklığın diğerini de çıkarıp ona uzattım.

-”Yok yok, keyfini bozmayayım senin. Hem bu rüzgar, benim burada daha fazla oturmama engel. İçeri geçeyim ben. Hem sen de dikkat et. Rüzgardan korunsan da, dinlediğin şarkılar çarpar seni. İyi akşamlar.”

-”Ben alışkınım” dedim. “Size de iyi akşamlar.”

Kalabalıklar içinde yalnızlığa, yalnızlığın içindeki kalabalığa alışkındım. Dışarıdan nasıl görünüyordum bilmiyorum ama rüzgarın da, şarkıların da alt edemeyeceği kadar sağlam hissediyordum kendimi. Ama belki de öyle değildim, kimbilir?

Ekim/2008

20 Ekim 2008 Pazartesi

Yeni bir hafta başlıyor

Telefonun alarmı çaldığında, bugünün kimliğini çözmeye çalıştım bir süre. “Bugün günlerden neydi ki?” Yatağımı düzeltirken, dün tezgahta olduğumu hatırladım. Demek ki bugün Pazartesi idi. Bilindik hafta içi sabahı telaşına esir olduk yine. Kahvaltı, hazırlık, evden çıkış. Tüm bunları yaparken telefonun kulaklığından Nihat’ı dinliyordum yine. Hafta içi olmasının en güzel yanlarından biri, sabahları Nihat’la güne başlamak. Nihat Sırdar. Alem Fm(89.2)’de 07:00-09:00 arası program yapar. Dinlemek isteyenler için tavsiyedir.

Yeni haftaya hızlı bir başlangıç oldu. Çarçabuk geldim ofise. Hay Allah, yine erken geldim. Ofisin anahtarı herkeste yoktur. Bir patronda bulunur, bir de diğer çalışan arkadaşımda. Mecbur bekleyecektim kapıda. Beş dakika kadar bekledikten sonra aklıma geldi ki, arkadaşım bugün geç gelecekti. Ve Cuma gününden anahtarını bana bırakmıştı. Anahtarı bulup kapıyı açtım. Halime gülsem mi, ağlasam mı bilemedim.

Aynı hızla çalışmaya başladım. Bugün bitirmem gereken işlerle uğraşıyordum. Ta ki bilgisayar kullanırken takmak zorunda olduğum dinlendirici gözlüğümü kaybedene kadar. Hırkamın yakasına takıp, fakat bunu da unutup, dakikalarca etrafta gözlüğümü aradığımdan bahsetmiyorum tabi. Bahsetmeyi de düşünmüyorum; halimden kuşkuya düşen sadece ben olayım diye.

Yeni bir hafta başladı. Umarım başladığı gibi geçmez benim için. Ve umarım, güzel bir hafta olur sizin için.

Ekim/2008

Her şeyin bir anlamı vardır.

Bir toplantıya katılmıştım dün. Eve döndüğümde yorgun hissettim kendimi. Zaten evde geçirebileceğim birkaç saat vaktim vardı. Onu da hiçbir şey yapmadan geçirmeye karar verdim. Biraz televizyona bakındım. Sıkılınca kapayıp, biraz da bilgisayarla vakit geçirmeye karar verdim. Ama bilgisayar açılmadı. Anladım ki, televizyonu kapamamla eş zamanlı olarak elektrikler kesilmiş. Pencereyi açtım, bahçedeki erik ağacına baktım. Pencere önündeki çiçeklerin susuzluklarını farkettim sonra. Su verdim.

Bir hikaye geldi aklıma. Yoksa bir fıkra mıydı bu acaba? Doktora gitmiş bir adam. “Dokunduğum her yerim ağrıyor” diye şikayetini dile getirmiş. Doktor da teşhiste bulunmuş bunun üzerine. “Parmağı kırık.” Gözlerim, kollarım, başım ve kalbim ağrımakta yarışıyorlardı dün. Kavgalardan, saçmalıklardan, yalanlardan, çevirilen dolaplardan çok sıkılmıştım. Yorgundum. Kendime yeni, yepyeni bir hayat kurmak istiyordum. Bütün bu saçmalıklardan arınmış, gereksiz insanlara geçit vermediğim, insanların yüzlerinin de kızarabildiği yeni bir hayat; hala değerlerin varolabildiği. Bu neden bu kadar zordu ki?

Yürümeyeceğini bile bile devam ettirmeye çalıştığım bir şey var. Yani vardı. Farklılıklarını bile bile elinden tutmaya çalıştığım biri. Ama olmayacaktı, olmadı. Kırklarına henüz varmış bir bey, sakin geçirdiği onca yılın ardından yakalandığı aşktan bahsederken, kendimi düşündüm ben. “Aşk’ı da yaşamadım demeyeceğim.” diyordu; onu yoran, kendisi olmaktan çıkaran zamanları anlatırken. “Ben hayatımda hiç böyle olmamıştım.” dedi. Üzülerek dinledim onu. Yorumlar yaptım, yaşadıklarına etki etmeyeceğini bile bile. Kendi mantığının bile etkisi yoktu ki kendine. Söylemek ne kadar kolaydı. Keşke uygulamak da bu kadar kolay olsaydı.

İyi ya da kötü yaşadığımız her şeyin bize katacağı bir şeyler vardı. Tatmamız gereken duygular, öğrenmemiz gereken bilgiler; olmazsa eksik olacağımız. Yaşarken buna kanaat getiremesek bile. İçimde nedensiz bir sevinç belirdi sonra. Yaşadığım ya da bana anlatılan olaylar; galiba hepsinin bir anlamı ve nedeni var…

Ekim/2008

17 Ekim 2008 Cuma

Dişçi koltuğu

Bir haftadır dişçiye gidiyorum. Dün yine oturdum o koltuğa. “Şimdi sinirlerini alacağız” dedi dişçim. Dişimin sağında-solunda pamuklar var. Konuşamıyorum haliyle. Ancak gözlerimle ya da başımı sallayarak tepki verebiliyorum. Dişçim gerekli işlemleri yapmak için yanımdan ayrıldığında, başka şeyler düşünmeye başladım ben de.

Seneler önce bir ablam, dişçide ne yaptıklarını anlatıyordu küçük kızına. “Dişimin sinirlerimi aldılar” dediğinde, üç gün içinde aldırmak istediği ikinci ayakkabı için, annesinden izin koparamayan küçük kız, “Yani artık sinirlenmeyecek misin?” diye sormuştu. Çocukların olayları algılayışına ve yorumlayışına hayran olmuşumdur hep.

Sonra geçen akşam otobüste yanına oturduğum amca geldi aklıma. Sanki tanışıyormuşuz gibi yüzüme gülümseyerek bakıyordu ben otururken. Ben de gülümsedim. Trafikte bir saattir takılı kaldıklarından, kimsenin kurallara uymadığından bahsetti. Anlatacakları bitince de sanki unuttuğu bir şeyi hatırlamış gibi dönüp, “Nerelisin sen?” diye sordu. ”Giresun” dedim. ”Yaa bak işte. Kan çekiyor dedi. “Zaten bizim memleketin insanları güler yüzlü olurlar, belli.” Birden bire nerelisin konusuna girince, biraz şaşkın bir ifadeyle dinliyordum amcayı. O da bu şaşkınlığıma anlam veremedi herhalde ki, ”nüfus cüzdanıma bak istersen.” dedi. “Yok” dedim, bu sefer gülmeme engel olamayarak. Tepemdeki ışığa bakarken gülümsedim, hatırladıklarımla.

O arada işlerini bitirip yanıma gelmişti dişçim. Tam da ben gülümserken. “Bu koltuğa oturduğunda gülene de ilk defa rastlıyorum.” dedi, o da gülerek. Kimbilir ne kadar komik görünüyordum. Şu durumda olan birinin gülüşünün fotoğraf karesi, çok rahat güldürebilir aslında o koltuğa oturanları. Konuşabildiğim ilk an, söylesem mi acaba bunu?

Beklerken neler düşünüyor insan, neler geliyor aklına. O zamanı nelerle dolduruyor farkında olmadan. Hele de benim gibi beklemekten hoşlanmayan biri için, çok oyalayıcı oluyor, hatırlanan anılar. Yoksa geçer mi zaman, aklında “daha bekleyecek miyim?” diye dolanırsa sorular?

Ekim/2008

15 Ekim 2008 Çarşamba

Keşke

Hepimiz istediğimiz yerlerde olsak şu an. Yarım kalan bir konuşmanın masasında, bir eğlencenin tam ortasında ya da bitmesini istemeyişimizi kendimize bile itiraf edemediğimiz zamanların arasında. Yollarda yürüsek. Durmadan, hesap etmeden. Aklımız boşalana dek.

Ve ağlasak sessiz hıçkırıklarla. Biri ne olduğunu sorduğunda, “hiçbir şey” diye yanıtlasak onu. Yaşanmış, yaşanmamış herşeye ağladığımızı açık etmesek. Sadece sevgi yeter sansak. O kadar saf olsak yani. Sevginin de can acıtıcı olabileceğine dair tecrübelerimiz olmasa. Sevsek yalnızca. Düşünmesek, üzülmesek. Sevginin sevinciyle sarsak ruhlarımızı. Sonsuz bir mutluluğu yaşıyormuşçasına umursamaz olsak. Sonuna kadar yaşasak. Ta ki bitişindeki acıyla yüzleşene kadar.

Hırçınlıklarımıza anlayışla karşılık veren dostları hiç kaybetmesek. Üzüntüsüne el uzattığımız sevgilinin iyi dileklerinden nasibimizi alsak. Yan yana durmanın, el ele olmanın mutluluğunu ulaşılmaz bulmasak. Bu duyguları uluşılmaz saymayacak kadar güvensek insanlara. Her kırgınlığımızda yenilenebilmek, içimizdeki kederi silebilmek çok daha kolay olsa…

Ekim/2008

14 Ekim 2008 Salı

Yoksunuz

Aysema yani öğretmenim, 15 Ekimde dünya bloglarında yoksullukla ilgili yazı yazılacağı duyurusunu yapmış. Önce onun o güzel yazısını okudum. Sonra birkaç satır da ben birşeyler yazdım. Kendisinin yazısını tavsiye ederim öncelikle

Aktütün’deki çocukları izlerken televizyonda, Çiya geldi aklıma hemen. Hiçbir kan bağımız olmamasına, hiç görmemiş olmama rağmen, kardeşim olan Çiya. Televizyonda yüzlerini gördüğüm o çocuklarla, hemen hemen aynı kaderi paylaşıyordu o da. Ama buna rağmen, “İstediğin birşey var mı?” dediğimde, “yok” derdi. “Yok” diyen dilinin, hangi ihtiyaçları sakladığını tahmin edebiliyordum az buçuk da olsa. “Çocuk” olmak isteyen, okumak isteyen onlarca çocuk var görmediğimiz. Çoğunlukla da görmezden gelinen.

İhtiyaçlarına çare bulamayınca, tası tarağı toplayıp, bin bir umutla başka şehirlere göç ediyor kimileri. O ailelerden biri de bizim sokakta oturuyor. Oturacak yerleri var mı o virane yerde bilemiyorum ama. Yıkılmak için boşaltılmış, eski, yıkık bir evde kalıyorlar. Kapı yok, pencere yok. Yerlerine astıkları örtüler var. Sayısı kaçtır bilemediğim çocuklar dolaşıyor sokakta, kimi zaman yalın ayak. Kimisi çocuk, kimisi genç.

Bayrama yakın zekat verilmesi konu olunca, aklıma ilk onlar geldi. En azından bayramı biraz sevinçle geçirmeleri sağlanabilirdi. “İpini koparan İstanbul’a geliyor!” dedi biri, benim düşünceme karşılık. “Memleketlerinde otursalarmış ya!” diye de devam etti. Neyi, nereden başlayarak anlatsaydım ki? Yokluğu, çaresizliği, cahilliği nereden başlayarak anlatsaydım? Evet, o yoklukta onca çocuğu dünyaya getirerek, öncelikle o çocuklara, sonra kendilerine, cahilliklerinin cefasını çektiriyorlardı. Ama iş bulamamak, eve birkaç parça yiyecekle dönememek de, sadece onların suçu muydu? Yoksulluk dediğimiz şey, yaşayanın üzerine yüklenilecek kadar önemsenmez bir durum muydu?

Yönetenler iki torba kömür, bir paket mercimekle iktidarlarının devamlılığı peşinde iken, birileri ihtiyacı olanların ve dahası hepimizin haklarını gasp ederken ve çoğumuz bu duruma ses çıkarmazken, “gelmeselermiş” deyip kenara geçivermek, insanlığın hangi duygusunun tanımı acaba??? Yoksulluk, yaratılan bir durum. Gittikçe de artışı körüklenen. Ve ne yazık, birileri bu hali görebilecek duygulardan bile yoksun…

Ekim/2008

9 Ekim 2008 Perşembe

Bugün

Kaç gündür üzerimdeki yorgunluğun nedeni, bugün belli etti kendini. Soğuk algınlığı. Daha bir hafta önce kurtuldum halbuki, üç hafta boyunca beni süründüren diğerinden. Bu sene, böyle bir hafta arayla hasta olacaksam, işim var vallahi. Ben ki grip olduğumda ayakta atlatırım; ağlayıp, sızlanmam. En fazla 2-3 günde de geçer gider zaten. O zamanların acısını mı çıkarıyor acaba bünyem? Yoksa yaslanacak bir omuz düşlediğimde oluşan kırıklardan mı sızıyor hastalık daha da içeri? Ben yine inatla direniyorum hasta gibi davranmamak için. Öyle davranmaya başlayınca daha çabuk etkisi altına alıyor insanı, hastalık. O yüzden bu akşamki programımızı da bozmadım. Marsis’i dinlemeye gidiyoruz Studio Live’a.

Hazır işlere ara vermişken, Çiya’yı aradım. Annesi çıktı telefona. Türkçe bilmiyor hiç. Ben olduğumu da, sanırım Çiya’yı istememden anlıyor. Ben de onun söylediklerinden bir tek “mektep” kelimesini anladım. Aynı dili konuşmuyoruz ama bu anlaşmamıza engel değil yine. Anlattıklarımız kısa cümleler olsa bile.

Ara sıra bir yorgunluk hissi yoklayıp geçiyor bedenimi. İlaçlar da etkisini göstermeye başladı tabi. Bu ilaçlar uyku da mı yapıyorlar ne? E bütün gece neredeydiniz yahu? Dön o yana, dön bu yana, sabahı sabah ederken neredeydiniz yan etkiler? Neyse, yavaş yavaş toparlanıp, çıkayım artık. Bu yorgunluk hissini de kapıdan çıkarken burada bırakmayı umarak…

Ekim/2008

8 Ekim 2008 Çarşamba

Ne zaman zengin oluyoruz?

Dün yoğun ve karmaşık bir gün geçirdim. Akşam bir de dişçi koltuğundaydım, tüm bunların üzerine. İğne bile vuruldu dişetime ama bana mısın demedim. Kuaförlerdeki bekleyişlerden bile sıkılan biri olmama rağmen, bazen çok munis olabiliyorum bu konularda. Mesela başımı yaslayıp, gözlerimi kapatsam ve ninni dinler gibi öylece kalsam diyebiliyorum, dişçi koltuğu gibi bir yerde bile.

Eve gittiğimde yorgundum. Annem nar almış. Oturup nar ayıkladım. Terapi gibi geldi. Elimde eldivenler, çarşıdan alınmış bir tane narı, evde bin taneye dönüştürmeye uğraştım durdum. Biraz kitap okumaya çalıştım sonra. Garip bir yorgunluk vardı üzerimde. Vazgeçip, yatıp dinlenmeyi denedim. Yastığa başımı koyduğumda, içeriden gelen sesleri dinledim. Annemin, kardeşimin, açık televizyonun sesleri doldu odaya. Huzur doldu benim de içim. Biryerlerde çocuklar, huzursuzca kıpırdanırken yataklarında, belki de gözlerine uyku girmezken, duyduğum huzurdan utandım ben.

Bütün gün yaşadıklarımı düşündüm. İşle ilgili problemleri, şunları, bunları. Nüfus cüzdanını bile kasada saklayan patronumu, paranın insanı nasıl hastalıklı bir kimliğe büründürebileceğini. Nüfus cüzdanını kasada saklar mı bir insan? Yaşamaktan korkmanın bu kadar belirgin bir anlatımı olabilir mi? Yaşamlarına tehdit oluşturabilecek onlarca şey bulunmasına rağmen, yaşamaktan korkmazken insanlar, onun bu haline anlam vermek imkansız.

10 Ekim Dünya Ruh Sağlığı günüymüş. Elimizden kayıp giden onca şeye rağmen, dilerim akıl ve ruh sağlığımız hala yerindedir. İşte asıl o zaman zenginizdir.

Ekim/2008

6 Ekim 2008 Pazartesi

Dün yağmur vardı İstanbul'da

Fırtınanın ardından başladı yağmur. Tenteleri açmaya uğraşıyordu herkes, aceleyle. Yağmura yakalanmamak, tezgahtaki mallarını ıslatmamaktı dertleri. Pazarın tezgahçıları, karınca gibi çalışıyorlardı; bir an önce işlerini halletmek için. O alelacele yapılan işe rağmen, iyi kötü açıldı tenteler; tezgahların üzerine.

Tentenin kenarından süzülen damlalar, belirli aralıklarla, birkaç adım ötemdeki iki kaldırım taşının arasına düşüyor. Az ileride ise, bir su birikintisinin üzerinde dalgalar oluşturuyor. Yağmur tüm haşmetiyle yağıyor İstanbul sokaklarına. Bense elimde bir fincan çay, az evvel yaşanan kavgayı düşünüyorum. Kötülüğün nasıl geçerli bir dil olduğuna şaşırıyorum. Ne gereksiz oysa, bu şaşkınlık hala.

Çirkefliğin insana nasıl bir dokunulmazlık kazandırdığına, sinirlerime hakim olmaya çalışarak tanık oldum. Çirkef olduğun vakit, ”aman yeter ki konuşmasın” mantığıyla, herşeyi hak görüyor insanlar. Ama artık dolup taşan sabrım, aynı üstünlüğü sürdürmek isteyen birine patladı dün. Derdimi bile anlatamamak nasıl sinire boğdu beni. “Aman sus. Deli işte, uyma sen.” İyi de nereye kadar? Her susuşumuzda daha da haklı görmüyor mu kendini bu insanlar? Susmak istemiyorum ki, rahat bırakın beni!

Ben kendi içimde sinirimle mücadele ederken, o, kendisine sağlanan üstünlüklerin farkında olarak, dilediğince konuşuyordu. O konuşurken, üstelik de haklı olduğum bir konuda, nasıl susmamı istersiniz benden? Hoş, söylesem laftan da anlamıyor ama. Üstünlüğü var ya, ne söylese haklı nasıl olsa!

Bu “aman idare edelim” mantığından çok sıkıldım. İdare etmeyelim! Herkes ne olduğunu, ne yaptığını, hatta haddini bilsin. Yağmur sadece sokakları değil, insanların içindeki kötü niyetleri de temizleyebilsin. Ah keşke, çok isterim…

Ekim/2008

3 Ekim 2008 Cuma

Hiçkimseye

Aradan geçen zamanların sonrasında yüzüne bakarken öylece, “ben neden üzülmüştüm?” diye sordum kendime. Çoğu zaman söylediklerinden kendisi de bihaber biri için mi, yoksa böyle birine inanmayı denediğim için mi?

Her cümlenin ardına hikayeler eklemek marifet miydi? Hangisi gerçek, hangisi yalan kestiremediğim onlarca şey anlatırken, benim tek gerçeğim vardı sana dair. Tek ve yüzüne söylenebilecek kadar cesaretli bir gerçek. “Sana inanmıyorum!” İçimde hala varolduğuna inandığım cam kırıklarının, aslında çoktan yok olup gittiklerini farkettim seninle konuşunca. Konuşmamak, senden yüz çevirmek, sana planlanmış bir ceza olmaktan çıkıp, kendime çektirdiğim bir ceza olmuş. İçimin sensizliğinden haberdar olmamı geciktirmiş. “Bana bunu yapmaya hakkın yok!” dediğinde, haklılığımı bir kez daha farkettim ben. Seçimler yaptık ve herkes payına düşeni aldı. Haksızlığa neden ne olabilirdi ki?

Sen, beni incitmek pahasına başka yollar seçtin. Ben de seçtiğin yollarda rahatça yürümen için selamımı bile sakındım senden. Haklılığımı kabullenirken sen, ne bir son, ne de bir başlangıç olamayacak kadar sıradan buldum o konuşmayı. Bildiğin bir şarkının, mırıldanılan mısrasının devamını getirmek kadar olağandı işte. Satır aralarında mesajı yok hiçkimseye…

Ekim/2008